1908’DEN 1915’E… SOYKIRIMIN GÜNÜMÜZE UZANAN KÖKLERİ

1908’e bu coğrafyanın kadim halkları büyük umutlarla bakıp desteklemişlerdir. Ancak bu umut bir yanılsamadır. Hürriyet, Musavvat, Uhuvvet diyerek iktidarı kolaylıkla alan Jöntürk hareketinin omurgasını oluşturan bürokratik burjuvazi kısa zamanda maskesini çıkararak gerçek yüzünü ortaya çıkarmakta tereddüt etmez. Burada unutmamamız gereken Soykırım faillerinden Jöntürkler siyasi organizasyonları İttihat ve Terakki Cemiyetinin Türkçülük temelinde örgütlendiğidir. Ajandalarının en önemli maddelerinden biri etnik homojenliğin sağlanmasıdır. Soykırımın diğer faillerinin (Almanların, Türk-Kürt Müslüman eşrafın, bu unsurların fakir halklarının, Hamidiye alaylarının, … ) saiklerinin bu Jöntürklerin ajandası ile kesişme derecesi de Soykırıma ortaklığın derecesini ve Soykırımdan nemalanmayı belirleyecektir. Bu aynı zamanda bir rehin alınmışlıktır. Bu ortaklık ve nemalanma bugün coğrafyamızın özgürlüğüne en önemli engellerden biridir. Bu coğrafyanın tarihi 1915’te donmuştur.

Gerek Ahmet Rıza’dan Mizancı Murat’a gerekse de Dr. Nazım’a kadar ‘Millet-i Osmaniye’ terkibinin açık karşılığı Türk’tür. Mizancı Murat, “Dostumuzun birbirinden başka zannetmek hatasında bulunduğu Türklük, Osmanlıcılık ve Müslümanlık adına duada kusur etmeyiz” sözleriyle üçünü bir arada düşündüğünü ifade eder. Osmanlıcılık ve İslamcılık, Türk olmaktan gurur duyan bir Osmanlıcılık ve İslamcılıktır. Türkçülüğün henüz siyasi olarak tam gelişmediği dönemlerde bile Türkler kendilerini Osmanlının egemen unsuru sayarken diğer unsurların kendilerine itaat etmesini savunur ve bunu açıkça ifade ederler. Abdülhamid’den Yeni Osmanlılara ve jöntürklere kadar bu zihniyet değişmez.

Osmanlıcılık ve İslamcılıktan da kasıt Türkçülüktür. Hürriyet, musavvat ve uhuvvet sloganı çok kısa zamanda Türkler için hürriyet ve musavvat’a diğer unsurlar için disiplin’e dönüşür. Bu bakımdan yukarıda söylediğimiz gibi, 1908 bir aldatmacadır. Anayasal reform sözleri sorunu geleceğe yayarak çürütmeye yönelerek, ajandalarının en önemli maddelerini ortaya koyarlar. Etnik temizlik konusunda Jöntürklerin 1908 öncesi Balkanlarda ve özellikle Makedonya bölgesindeki eylemleri de bu konuda açık ipucudur. Grenebeli Bekir Fikri ve Enver’in amcası Halil (Kut) Paşa’nın anıları bu açıdan öğreticidir. Talat ve diğerleri de bu konuda açıktırlar;

Jöntürk yöneticilerinin en önemlilerinden olan Jöntürklerin ideologu, örgütleyicisi ve eylemcilerinden Dr. Nazım tarafından daha 1908 Ağustos’unda İzmir’de Yunanistanlı gazeteciye, coğrafyanın kadim halklarının kazınmasına ilişkin ajandasını pervasızca açıklayarak olacakların bir kronolojisini verir.[1] Nitekim olaylar, Dr. Nazım’ın çizdiği çerçevede gerçekleşecek ve Osmanlı coğrafyası Müslüman-Türklerin dışındaki unsurlar açısından kan gölüne çevrilerek Osmanlı coğrafyasının kadim halkları tarihsel topraklarından kazınacaktır.

Osmanlı parlamentosundaki Rum milletvekilleri tarafından daha 1910’da hükümete sunulan muhtıranın girişi bir umut kırıklığını ifade etmesinin yanında Jöntürk yönetiminin maskesinin düşmesini ifade eder:

“Maalesef, hemen Anayasa’nın ilanından sonra, Osmanlı İmparatorluğu’undaki diğer uluslara yönelik en içten ve en kardeşçe duygular içinde olmamaktan kaynaklanan sayısız olay, Rumların umutlarını kırmaya yardım etti ve etmektedir…“

Anayasa’nın ilk iki yılı boyunca Rum unsurunun açık bir şekilde zararına olan Jön-Türkler’in yaptıklarının güncel bir anlatısı olan Rum vekillerin bu muhtırasının sonuç bölümünde Rum unsurların maruz kaldığı muameleyi özetlemektedir:

“…Bütün bu davranışlar, Rum ulusal bilincinde bir kanaati kesinleştirmektedir; Rum halkı köleleşmiş bir halk olarak görülmektedir, kimin daha aşağı bir pozisyonda tutulacağı Hükümetin dahili politikasının amaçlarından biridir; tam da istibdat rejimi altındaki gibi, bu politika, Rum halkındaki güven eksikliğini ve onun gelişmesini engelleme eğilimini devam ettiriyor. Şimdi her zamankinden daha fazla, Rumlar’ı, “ulusal” Türkleştirme politikasına maruz bırakmak için Anayasa’daki “Osmanlı Milleti” terimini kullanmaya yönelik bir eğilim var.”

1907 jöntürk birlik kongresinde prens Sabahattin, o güne kadar Hıristiyanların bu coğrafyada tutunabilmesini Avrupa’nın korkusuna bağlar, bu korku savaş ortamında ortadan kalktığında Jöntürk zihniyeti zincirinden boşalarak bu coğrafyanın kadim halkları soykırıma uğrayacaklardır.

Aslında ilk prova Kilikya’da yapılarak, jöntürkler daha iktidarlarının başında iktidarlarını tehdit edebilecek unsurlara karşı kanlı gözdağı vermekten çekinmezler; Kilikya katliamını kısaca özetlersek bu katliamın bir Soykırım provası olduğu kolayca anlaşılmaktadır; 1909 Nisanında Kilikya’da vuku bulan katliamlar bir anlamda olacakların da habercisidir. Yerel ittihatçıların yönetiminde birincisi gerçekleşen katliamların ardından, olayların yatıştırılması için ittihad yönetimince gönderilen Dedeağaç taburu ve yerel ittihadçıların işbirliğiyle ikincisi gerçekleşen katliamlarda 25-30 bin Kilikyalı Ermeni’nin öldürülmesi ve mallarının yağmalanmasıyla sonuçlanmıştır. Bu bakımdan Kilikya 1909 bir anlamda gelecekteki soykırımın bir provasıdır. Burada 1894-96 katliamlarında olduğu gibi Ermeni erkek nüfus hedef alınarak katledilmiştir ki bu, 1915 Soykırımında Ermeni halkın korunmasız kalmasındaki önemli etkenlerden biridir.

Aydın mebusu Emmanuel Emmanueilidis Kilikya olaylarını açıklarken İttihatçı etkenini vurgular:

“Burada değinmemiz gerekli olan konu: Jöntürkler merkezde katliam için emir vermemiş olsalar bile, yerel Jöntürkler olaylarda büyük çapta yer almışlar ve eski Türklerle [eski yönetim kalıntıları ile] birlikte Ermenilere karşı ortaklaşa bir parti teşkil etmişlerdir.”

Üzülür gibi yaptılar, düzeltmeler vaat ettiler ama manen müteessir kalmadılar ve Ermeni de, Ermeni Ülkelerinde yabancı olarak yaşamaya devam ederken, çalışmasıyla terden ıslatmış doğduğu yerini, servetini, toprak ve meyvelerini ilk gelen yağmacının elinde görecekti. Emmanueilidis’in sözleri bir gerçeğe işaret etmektedir. Olacaklar çok erken fark edilerek dikkat çekilmiştir. Emmanuilidis 1908’in aldatmacı yüzünü ve sorunların zamana yayılarak çürütülmesi yanında gözdağı eylemlerinin de altını çizer. 1909’dan itibaren bu coğrafyanın kadim halklarına karşı cihad başlar.

Kilikya olayları jöntürklerin iktidara gelişine çok yakın bir tarihte gerçekleşir. Jöntürkler Makedonya kökenli olduklarından başlangıçta Anadolu’da güçleri ve örgütleri de yoktur. Kısa zamanda Hıristiyan unsurların yardımı ile Anadolu’da güçlenen Jöntürkler, bu unsurları ihtiyaçları kalmadığında yok etmekten çekinmeyeceklerdir.

Özellikle, Selanik’te Ekim 1911’de Cemiyet tarafından alınan kararlar sonrasında Türk ve Müslüman olmayan unsurlara karşı baskı politikası sistematik bir hal alarak resmi bir programa bağlanacaktır. Alınan kararlar ibret vericidir. Bu kararlar Osmanlı coğrafyasının kadim halkları açısından sonun başlangıcıdır:

“İmparatorluğun varlığı, Jön-Türk Cemiyetine ve bütün muhalefetin yok edilmesine bağlıdır… “

JönTürkler muhalefet ile birlikte gelecekte muhalif olabilecekler ile sindiremeyecekleri unsurları da yok etmeye karar vermiş ve hemen uygulamaya geçilmiştir. Gelecekte cumhurbaşkanı olacak olan Mahmut Celal (Bayar) Bursa’da çalıştığı bankadan istifa ettirilerek İzmir İTC katibi mes’ulü olarak görevlendirilerek Helen unsurlara karşı savaş örgütlenir. Bu ekibin içinde gelecekteki soykırımlarda aktör olacak Kuşçubaşı Eşref, Kaymakam Pertev Bey [General Demirhan], mutasarrıflar Mahzar Müfit [Kansu], Dr. Reşit, İbrahim Bedreddin … gibi kişiler yer alacaktır. Kilikya’dan sonra Savaş öncesi soykırımın bir provası da Ege bölgesinde gerçekleştirilir. Gerek Kuşçubası Eşref gerek Celal Bayar uygulanan boykot, sindirme, sabotaj ve öldürme politikalarının başarısından söz ederek bu politika sonucu 1 milyon Helen’in tarihsel topraklarından kazındığını itiraf ederler.

Aydın mebusu Emmanuel Emmanueilidis uygulanan bu resmi politikayı vatandaşlara karşı kutsal savaş olarak nitelendirir:

“Rumlara karşı ilk darbe, savaştan önce vurulmuştu. 1914 senesinin ilk yarısında, 250.000 Rum kovularak varlıklarına el kondu ve bu şekilde Trakya ile İzmir bölgesinin Türkleşmesi için ilk adım atıldı. Ama bu yeterli değildi. Bu hareketin en az 10 yıllık bir süreci olmalıydı. Bu süre zarfında etnik temizlik programı ısrarla uygulanacaktı ve zaman zaman duruma göre, baskı da eşlik edecekti. Sonunda Helenizm, büyük şehirlerde toplatılıp kısıtlanarak, önemsiz bir azınlığı teşkil edecekti. Kalanlar için, hükümetin alacağı idari ve ekonomik tedbirler kâfi olacaktı. Zenginler Enver’in sarfettiği söylenen cümlesine göre fakir, fakirler dilenci ve hepsi birden zengin fakir, Türklerin köle ve hizmetçileri olacaktı.”

1913 ve 1915 sanayi sayımlarında Hıristiyan burjuvazinin gücünü görmek zor değildir. Bu zenginlik Jöntürk bürokratik burjuvazisinin gözlerini kamaştırmaktadır. Balkan savaşı bahane edilerek Ege bölgesindeki Rumlara baskı, tehdit ve cinayetlerle kadim topraklarından sökülme operasyonuna geçilir. Bunun için yerel Müslüman halkın hazırlanması gerekir. Jöntürkler Anadolu’ya çeteleriyle birlikte gelmişlerdir, hem yerel Müslüman halkı kışkırtacak propagandistleri, hem de baskıları gerçekleştirecek, cinayetleri işleyecek kadro sıkıntıları yoktur.

Aydın Mebusu Emmanuil Emmanuilidis Hıristiyanlara karşı oluşan atmosferi şu sözleriyle nakleder: “1913 senesinin son çeyreğinde, İstanbul’u ziyaret eden birisi, yollarda yeni elbiseli, kadife pantolonlu ve kafalarına siyah kalpak giyen, garip insanlara rastlardı. Ancak sonradan anlaşıldı ki bunlar meşhur fedailerdi. Yani Hıristiyanlara karşı alınan kararları uygulamak için, İstanbul ve diğer illerde Jöntürkler tarafından kurulan orduydu. Bir taraftan uygulama gücü hazırlanırken, diğer taraftan, yapılmakta olan uygun bir propaganda ile, halk yaklaşmakta olan darbeye hazırlanıyordu. Gazetecilik halkın düşüncelerini tahrik ediyordu ve dağıtılan çeşitli günlük gazeteler, Rumlara karşı sönmez Türk nefretini kışkırtmayı hedef alıyordu. Bu yayınların neticesi, Rumlar memlekette var oldukça, Türklerin fakir kalacakları, Müslümanların şeref ve hayatlarının emin olmayacağı ve Devletin de çeşitli tehlikelere maruz kalacağıydı. Balkan hükümdarlarının at üstünde kadın ve çocuk cesetleriyle Türk bayrağının üzerine bastıklarını gösteren fotoğraflar yayımlanıyordu. Üzücü haritalar basılarak, elden giden iller siyah renkle gösterilip okulların duvarlarına asılarak, altlarına intikam kelimesi yazılıyordu ve Bulgaristan’a ilhak edilen bölge bile yas rengi siyahla kaplıydı ve bunun da hesabını Hellenizmin ödemesi gerekiyordu. İntikam ve nefret melekleri gibi, yurdun her tarafına konuşmacı ve propagandacılar gönderildi. Bunlardan en fazla laik olanı Ömer Naci İzmir’e gönderildi. Anti Hıristiyan nefreti kısa bir zamanda düşünülemeyecek bir seviyeye geldi.” Emmanuilidis’in kısaca özetlediği Hıristiyan karşıtı atmosferle birlikte Ege Rumlarının büyük bölümü tarihsel topraklarından sökülerek mülklerine yerel İttihatçı eşraf tarafından el konulur. 

Osmanlı Mebusu Emmanuilidis, Ermeni Soykırımını şu sözlerle ifade eder. Ermeni felaketi bütün Türkiye’yi kapsadı. Her şehir, köy, köşe, Ermeni mukimlerinden yoksun kaldı. Yalnız İstanbul, İzmir ve Halep muaf bırakıldı. Bu oradaki Ermenilerin zarar görmedikleri anlamına gelmedi, çünkü İstanbul’da sürgün konvoyuna dâhil edilmeleri için, yüzlerce Ermeni tutuklanmıştı. İzmir’de Ermeniler azdı. Oradaki asıl tehlike kalabalık Rumlardan gelmekteydi ve elbette sıra Rumlara da geleceği zaman, oradaki Ermenilerin de icabına bakılacaktı.

Bu kanlı plan büyük ölçüde 1922 yılında tamamlanacaktır. Konsolos Horton da 1922 İzmir’inde olanları şu sözleriyle özetler. Ermeniler’i yok etmek ve boş zamanlarda da Rumlar’la ilgilenmek üzere belli bir plan var gibiydi, Horton’un gözlemi Emmanuilis’in sözleri ile uyuştuğu gibi diğer gözlemcilerin yargıları ile örtüşmektedir. Altın vuruş İzmir sokaklarında 1922 Eylül’ünde tamamlanır. Bu konuda Türkçe’de tek derli toplu çalışma Majorie Housepian Dobkin’in geçen yıl yayınlanan 1922 İzmir’i, Bir Kentin yıkılması adlı çalışmasıdır. Majorie Housepian Dobkin’in, incelemesi 1922 yılı İzmir’ine odaklanmasına karşın geniş Osmanlı coğrafyasındaki Hıristiyan unsurlarının dalga dalga saldırılarla sistemli bir şekilde yok edilmesi ve kadim topraklarından kazınma tarihinin bir özetidir. O sadece 1922 İzmir’ini resmetmez o günleri naklettiği gibi, sonrasındaki olayları çeşitli kaynaklardan aktararak okuyucularla paylaşır. Bu bakımdan Türk kamuoyu İzmir katliamından yeni haberdar olmaktadır. İzmir katliamı da 1915 Soykırımın bir parçası olduğu gibi inkarın da bir parçasıdır. Yıllarca üstü özenle örtülen yakın tarihin karanlık noktalarından biridir.

1922 sonrasında kalabilenlerin tarihsel topraklarından kazınmasına ilişkin politikalar hız kesmeksizin devam eder: Mübadele adı altında kalanların tarihsel topraklarından zorla sökülmesi, II. Savaş yıllarında Amele taburlarının yeniden tesis edilmesi, Varlık vergisi adı altında gaspın yasalaştırılarak ekonomik ve kültürel jenocid’in sürdürülmesi, her şeyleri elinden alınan kadim halkların toplama kamplarında tecriti, 5-7 Eylül pogromu, 1964 Sürgünü…

Soykırımın en önemli sonuçlarından biri nüfusun homojenleşmesiyle birlikte ekonominin “Türk”leşmesi ile zenginlik Müslüman-Türk kesimine geçer. Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin ve Pontosluların birikimlerine ve mallarının üzerine konmayan neredeyse kimse yoktur. Jöntürklerin meclis başkanı ve hariciye vekili, Kemalist dönemde de mebus tayin edilen Halil Menteşe’nin anılarındaki bu Soykırım işine katılmayan pek azdır yargısı önemli bir gerçeğe parmak basmaktadır. Birkaç yıl önce milli savunma Bakanı soykırımı aynı kelimelerle kutsar. Bugün Türk ve Müslüman sermayesi bu el konmalar üzerine yükselmiştir. Hangi zenginliğin üstünü kazısanız altında Ermeni, Rum, Süryani ve Pontos zenginliğinin gaspına rast gelmeniz şaşırtıcı olmayacaktır. Türk sermayesi itici gücünü 1915 soykırımından almıştır. 1915 sonrasındaki paylaşımlar ve devamında 1922 sonrasındaki tahsisler bu konudaki tek kaynaktır. 1920’li yılların ulusal gazeteleri ve dönemin kararnameleri bu konudaki örneklerle doludur.

Ayrı bir gerçeklik de Ermeni ve Rum zenginliği yanında bu halkların gen havuzuna el konulmasıdır. 1915 sonrası dahiliye nezaretinin mürür tezkerelerinin (bir çeşit iç pasaport) incelenmesi el koymanın boyutları ile ilgili fikir verecektir.

Ayrıca kurucu kadro tamamen jöntürk kadrosudur. İttihad’ın B kadrosudur. Bunların çoğunluğu da soykırım faillerinden oluşmaktadır. Bu coğrafyanın kadim halklarını bir şekilde kadim coğrafyalarından kazıyıp buharlaştıran bu kadro soykırım kurbanlarının birikimi üzerinde yükselip burjuvaziye dönüşmüştür. Soykırımda el konulup yastık altında duran birikimler Özal sonrasında Anadolu kaplanları adı altında islami sermaye olarak ortaya çıkan günümüzün ayrı bir gerçekliğidir. Bu gerçeklik aynı zamanda inkarın en önemli parçası ve gerekçesi olarak önümüzde durmaktadır. Bu aynı zamanda kurbanla alay edilerek Soykırımın başka bir yolla devam ettirilmesinden başka bir şey değildir. Bu durum sadece liberal ve islami burjuvazi ile de sınırlı değildir: Hasan Cemal dedesi Cemal Paşa’nın 1915’te durduğu yeri son kitabı “1915: Ermeni Soykırımı” başlıklı çalışması ile cesaretle açıklamıştır. Ahmet Türk de cesaretle dedesinin 1915 Soykırımı sırasındaki eylemlerini açıklayan cesaretli kişilerden biridir. Ancak açıklama yapması gerekenler sadece Hasan Cemal ve Ahmet Türk ile sınırlı değildir: Siyasi parti yöneticileri, yazarlar gibi kalburüstü kesimde biyolojik dedelerinin 1915’te nerede durduklarını açıklamalıdırlar. Bu konuda Patrik Zaven’in 1915 Soykırımının aktörleri (Exterminators) listesi kendileri için ipucudur.

Bu coğrafyanın kadim halklarının maruz kaldığı insanlığa karşı suç işlenmesinin bir karşılığı olması gerekir ki; bu bedel ödenmeden barışma söz konusu değildir. Buradan Soykırımın bedelinin istendiği, kan bedelinin istendiği sonucu çıkarılmamalıdır. İnsanlığın acılarını karşılayacak herhangi bir bedel henüz keşfedilmemiştir.

Atılacak ilk adım Soykırım kurbanlarının acılarını hafifletebilecek samimi olarak atılan bir adım olmalıdır ki, bu yükümlülük da kurbanlara düşmez, bu adım kurbanların atacağı bir adım değildir. Bu adımı Soykırım failinin atması bir insanlık borcu olarak hala üzerlerinde durmaktadır. Sözümüz ve çağrımız, özellikle biyolojik dedeleri Soykırımdan nemalanıp kendileri bu birikim üzerinde oturarak bugün özgürlükten bahseden batı’dan ve doğu’dan eşitlikçilik iddiasındaki siyasetçi ve yazarlaradır.

Bunun aynı zamanda tarihin 1915’teki donmuşluğundan, bir rehin alınmışlıktan kurtulmanın ve gerçek özgürlüğe doğru hareketin anahtarı olduğu unutulmamalıdır. Gereken sadece birazcık cesarettir o kadar…

Cesaretin olmadığını tabii ki biliyorum.

 Ancak oynamak da yakışıksız, zihin açıcı olmak babında birkaç soruya cevap var mıdır:

  1. HDK eş bakanı (nedense eşitliğe(!) rağmen erkekler başkan kadınlar “eş başkan” olur) Yavuz Önen’in dedesinin 1915’teki, Babasının 1942’deki konumu neydi? Bu konuda bir şey söylemek ister mi? Atalarının bu konumlarından dolayı edinilmiş gayrimeşru bir şeyler varsa bunları sahiplerine iade etmek gibi bir inceliğini gösterme cesareti var mı?
  2. Süryanilerden özür dileyerek tapuları “Süryani cemaatine” iade seansları düzenleyen Berzan Boti dedesinin el koyduğu malları resmen sonuçlanıp iade işlemi tapu kayıtlarına geçti mi? Kısaca sonucu izledi mi?
  3. Ermenilerden Süryanilerden Ezidilerden özür dileyen Ahmet Türk biyolojik dedesi Hüseyin Kanco adına mı özür diledi yoksa anlamsız soyut dedeler yani “Hamidiyeler” adına mı özür diledi ? Kasr-ı Kanco’nun mülkiyetine sahip olmaya dair de bir şeyler söylemek ister mi?

Elcevap ????



[1] Mihail Rodas, Almanya Türkiye’deki Rumları Nasıl Mahvetti, Çev. Evdoksiya Veriopulu, Belge uluslararası Y. 2011.