Demokrasi, olması gereken ama bir türlü ulaşılamayan bir ütopya değil. Demokrasi ortak karar verme mekanizmasıdır. Acaba Şık’ın HDP’den istifası, sadece onun mu bu mekanizmanın HDP’deki verilerine güvensizliğidir.

Ahmet Şık HDP’den istifa etti. Kürt parlamenter demokrasi arayışı siyaseti için acı, HDP’nin demokratikleşme projesi için ise karanlık bir gün. Her geçen gün mutlak zıtlıkların siyaseti belirlediği, uyuşma değil, çatışma siyasetinin bireysel davranış ve kültürel alışkanlıklarda da baskınlaştığı bir dönemde, HDP’nin Ahmet Şık’ı kaybetmesi, HDP’nin bir yol ayrımında olduğunun ilk büyük göstergesi.

Kürt parlamenter siyasi hareketi ta baştan iki büyük bloktan oluştu: devlet memurluğu, aşiretlerle ve bizzat etnik Kürt kimliği ilişkili bir grup, bir de daha çok sosyal düzeyde Kürt kimliğiyle ilintili, serbest meslek temsilcileri, yazarlar, sanatçılar, iş insanları gibi bir grup. Sayın Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Altan Tan ve şu anda HDP eş başkanlığını yapan sayın Mithat Sancar ve bayan Pervin Buldan ilk gruptan siyasetçiler. İkinci grubu ise avukatlar ve yazarlar olarak tekrardan ikiye ayırabiliriz. Orhan Doğan, Hatip Dicle, Hasip Kaplan avukatlar grubu, Musa Anter, Ertuğrul Kürkçü ve Ahmet Şık gibi aktörler ise yazarlar grubuna dahil edebiliriz. Bu analitik bir ayrıştırma ve günlük yaşamanda ise yaramayabilir. Yani HDP de siyaset yapan ama hiç bir gruba uymayan, ya da tersine aynı anda her iki gruba da siyasetçi bulmak mümkün. Bununla beraber bu ayrıştırmadan yola çıkarak, bu iki grup arasında ciddi sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel ayrışımlar ve çelişkiler var. Ben bu yazımda Ahmet Şık’ın HDP’den istifasını bu iki grubun demokrasi taleplerine bakarak açıklamak istiyorum.

Demokrasi ve Hukuk

Bunun için önce bu iki grubun demokrasiyle ilişkisine ayrı ayrı bakmak gerek. Analize demokrasinin şu tanımını yaparak başlamak istiyorum: demokrasi ne cennet ne de cehennemdir. Demokrasi, olması gereken ama bir türlü ulaşılamayan bir ütopya da değildir. Demokrasi ortak karar verme mekanizmasıdır. Bu anlamıyla, yaklaşık her gün her birey, her aile, her şirket yöneticisi, her arkadaş demokrasiyle direk ilişki halindedir. Ortak karar alma mekanizması olarak demokrasiyi yaşamak ise günün sonunda iki şekilde mümkündür; ya azınlık ya da çoğunluk, ya katılım ya da temsili şekliyle. Bu seçeneklere göre farklı demokrasi kültürleri, pratikler, anlayışlar ve kurumlar var. Çoğunluk ve katılımcı demokrasi günümüzde arzu edilendir. Ama tarihsel olarak, demokrasilerin geçirdikleri evrimsel gelişimde azınlık, elitlerin konsensüsü üzerine kurulu temsili demokrasiler sadece kötü işler yapmadılar. Bu yönleriyle demokrasiler sadece azınlık-çoğunluk değil, bir de performanslarıyla ölçülürler. Hem çoğunluğun gücüne rağmen başarısızlık, hem de azınlığa rağmen başarı, demokrasilerde mümkündür.

Bununla beraber, hakkın, haklının, azınlık olmasına rağmen doğruyu söyleyebileceği, onun bu yüzden devlet kurum ve kuruluşlarında adaletsizliklerle karşılaşmaması gerektiği fikri, demokrasinin değil, hukuk sisteminin kültürel kodlaması. Söylenenin değil, katılımın belirleyici olması gerektiği fikri ise demokratların anlayışına denk düşüyor. Bu ikilemden dolayı demokrasi hukukla gergin bir iletişim kurar. Hukuk azınlık ve temsili karar almayı, demokrasi ise çoğunluk ve direk katılım üzerinden toplumsal rızayı destekler.

Demokrasi ve Kamu Alanı

Bu seçenekler ve istemler bireylerin sosyal ve ekonomik çıkarlarıyla, cinsiyet ve dünya görüşüyle direkt ilintili. Örneğin, bir aşiret lideri evrensel prensipleri tabii ki savunabilir. O da doğruluk, dürüstlük, hakkaniyet, özveri ve saygı gibi erdemlerin, sanat, bilim veya daha farklı düzenlerde edinilen kimliklerin aşiretinin üyelerine iyi gelebileceğini görebilir. Hatta, o bunu gördüğünde Ahmet, Sırrı, Altan ve Pervin olmaktan, yani bir aşiret lideri, biyolojik anlamda bay ve bayan veya bir kurumun üyesi olmaktan çok, birey olur. Bu ise geleneksel toplumsal kurumlara (aşiret gibi) ve alışkanlıklara, örneğin eğitim yoluyla belli, dozajlı mesafe koymayı öğrenmiş olmayı gerektirir.

Bunu söyle örneklemek isterim. Urfa’da doğup büyüyen genç bir bayanın kamu alanında demokrasiyi savunmasıyla, yine Urfa’da doğup büyüyen ve yaklaşık olarak aynı sosyal ve ekonomik ilişkilerde yetişmiş genç bir bayın demokrasiyi savunması arasında farklıklar vardır. Bu farklıkları örneğin, onların hem bizzat kendilerinin ve hem de toplumun yaptıkları işe yükledikleri anlam ve de günlük yaşamda bu anlama yüklenen eyleminden dolayı karşılaştıkları zorluklarda ya da kolaylıklarda da görmek mümkün. Örneğin bayın her kahvehanede, her camide ve her sokakta halka seslenme, gerektiğinde megafonla bağırma hakkı varken, aynı hak toplum nezdinde bayana tanınmıyor. Aynı eylemlerin başarı ihtimalleri göz önüne alındığında, bu iki bireyin sadece cinsiyetlerinden dolayı çok farklı koşullarla karşı karşıya kaldıklarını ve de bu koşulların farklı sonuçlara sebebiyet verdiğini hemen görebiliriz. Toplum, bayın bayanla eşit şartlarda yarışmadığını ve yine toplum bayın bunu görüp kullanabileceği ihtimalini göz önüne alarak yeni kurumlar, kurallar ve beklentiler geliştirdiği oranda, biz sadece birey olarak değil ama aynı zamanda bayan olarak, aşiret lideri, aşiret üyesi ya da başka bir kurum ve gelenekler ağına ait olma özelliğimizle de barışık yaşamaya başlarız Bu beklentiler kurumsal destek olmaksızın sadece bireyden bekleniliyorsa, o zaman zaten evrimsel olarak karşıt görülen sosyal yaşamın gergin ortamı, çatışmalı, bireysel çözümlerin kötü, günah, öteki, düşman gibi kavramlarla üretildiği ilişkilere dökülür. Güven, yerini belirsizliklere bırakır. Bu ise insanları daha bir aşiret, daha bir biyolojik ilişkilerine bağlanmaya zorlar.

Doğaldır ki bu koşullar bahsini ettiğim bay ve bayanın dünya ve demokrasi anlayışları üzerinde etkilidir. Bayın çoğunluk ve direk katılımdan, bayanın ise azınlık ve temsili katılımdan yana tavır takınması beklenir. Bu koşullarda, bayan azınlık, daha da doğrusu temsil edilmeyenlerin temsil ve katılım haklarından yana, bay ise çoğunluğun çıkarlarının kurumsallaştırılmasından yana tavır takınır. Bayanın siyasette kadın kotasının kanunlaştırılması gerektiğini, bayın ise bu işin bürokratik oranlara değil, bizzat halkın teveccühüne bırakılması gerektiğini savunması ihtimaldir.

Kültürel Birikim Olarak Demokrasi

Karar alma anında soyut ve somut, birbirini çeken ve birbirini iten, biyoloji ve sosyoloji teke, tek bir karara, Evet ya da Hayır’a indirgenmek zorunda. Ya A’dan yana, ya da A’ya karşısınız. Ya destekleyeceksiniz ya da karşı çıkacaksınız. Ya oy vereceksiniz, ya da çekimser kalacaksınız. Demokrasi ilk basamağı bu karar verme anının akli, kurumsal çerçevede yapma istemindedir. Yanlış karar alındığında, yanlıştan en az zararla dönebilme ihtimalidir. Bu kültürel, biz bireylerin istemiyle geliştirilen yapıda, birlikte karar verme anında bay ve bayanlık biyolojik anlamından uzaklaşırken, toplumsal anlamına ise yakınlaşır. O anda bay ve bayan sadece biyolojik bir cinsi değil ama aynı zamanda bir dünya görüşünü temsil ettikleri berraklaşır. Demokrasi işte tam da burada başlar; demokrasi bireylerin karşıdakini, onun somut çıkarlarına rağmen, onu soyut fikirleri aracılığıyla, sözle, lafla, konuşma becerisi ve kültürüyle ikna edebilme ihtimalinin büyütülebilmesi kurumudur. Bunu kavramak ve buna uygun içselleştirilmiş tavır geliştirmenin en iyi yolu, tabii ki günlük yaşamda samimi, örnek eylemleri görmek, yaşamak, yaşatmak ve de gelenekleştirmekten geçer. Bu ise o kültürel birikimi, geleneği ve ilişkiler ağının varlığını gerektirir. Varsa, şanslı ve demokrat olma ihtimaliniz, yoksa demokratik olmayan, demokrasiden uzak, antidemokratik kararlar alma eğiliminiz yüksek demektir.

İkinci ve en azından aynı derecede etkili diğer bir yöntem de eğitimden geçiyor. Eğitimle, daha önce görmeksizin, bizzat direkt yaşamaksızın iyiden, doğrudan, güzelden, haklıdan ve de demokrasiden yana tavır almak mümkün. Buna karşın, eğitilmeksizin, anlamını kavramadan demokrasiyi savunmak, demokrasiden yana tavır takınmak sadece tek ayak üzerinde mümkün. Bu durumda, fikirler ve çıkarların iletişiminden değil, sadece çıkarların baskısından tavır takınılır. Yani çıkarlara rağmen fikirlerden yana tavır, ancak kültür, bilgi ve eğitim gibi kurumlar üzerinden kurulan iletişimle mümkün. Çıkarlara rağmen fikirlerden yana tavır takınabilme kabiliyeti olmayan toplumlar ve kurumlar, günün sonunda alışılagelinen aşiret ilişkilerine veya özel bir şirkete dönüşür; faydacılık ve kısa erimli istemlerin ilerisine gidemeyen organik, biyolojik, yapısal ihtiyaçlar kültürel istemlerin üzerinde hakimiyet kurar.

Yok Etmek ya da Kendine Katmak

Bu yüzden, beyin gücünün zayıf olduğu bir mekanda çoğunluğu esas alan seçimler ya din, dil, ırk, cinsiyet ya da karizma, şöhret, itibar ve nüfuz üzerinden yapılır. Bir halk tabakası ne kadar eğitimden uzak ve ne kadar toplumsal gelir paylaşımının dışındaysa, o kadar bu eksenlerden biri üzerinde seçim yapma ihtimali yükselir. Bir toplum ya da bir siyasi güç, kontrol edebildiği bir halk tabakasını ne denli zor ve güç ilişkilerini kullanarak bu yöne yönlendiriyorsa, o iktidar, o siyasi güç, o parti, kurum ve kuruluş o kadar tutucu, otoriter ve de arkaik politikalar geliştiriyor ve geliştirmek zorunda kalıyor. Silah zoru ve açlık tehlikesi bu zor ve güç ilişkileri üzerine kurulan yöntemlerinin en eski ve en kaba halleri. Ve bu sadece toplumsal düzeyde değil, bireysel düzeyde de böyle.

Apartheit, ırk ayrımı ve jenositler bu diyalektiğin aşırı siyasi geleneklerine birer örnek teşkil ediyorlar. Bununla beraber aynı siyasi tavrın bir de ılıman türevi var. Böl-parçala-yönet, ya da sömürgecilik buna bir örnek. Sömürgecilik, hem böl-parçala-yönet’e ve hem de ırk ayrımı ve jenositlere nazaran daha karmaşık bir düzen; böl-parçala-yönet’i sadece fiziki gücü kullanarak gerçekleştirmek mümkün. Fakat sömürgecilik, direkt ve tamamen yok etmek yerine, kendine katmayı ve kimi kurum ve kuruluşları zorunlu kılıyor. Kendine-katma-eylemi geleneksel olarak din ve eğitim üzerinden yapıldı. Sömürgeleştirilmiş halkların sömürgecilerin dinlerini tatbik etmeleri ve dillerini konuşmaları bundandır. Fakat, işin sömürgecilerin gözünden bakıldığında beklenmeyen, onlara göre garip şöyle de bir yönü var; sömürgecilere başkaldıran, başkaldırımı organize eden, yöneten ve yönlendirilenler de işte tam da bu asimile edilen grubun içinden çıktılar. Martin Luther King, Mahatma Gandhi, Nelson Mandela bunlara iyi birer örnek teşkil ediyorlar.

Din Adamları ve Avukatlar

Bu gerçeklik, sömürgeleştirilmiş toplumlara uzun süre umut verdi. Bununla beraber, her olguda olduğu gibi, bu gerçekliği de tersine çevirmenin yolu ve yöntemini bulmak mümkün. Amaç belirlendiğinde ona uygun araç bulmak kolaylaşır. Sömürgeciler de, bu durumdan öğrendiler. Onlar da artık işlerini, ilişkilerini daha sıkı tutuyorlar. Burada özellikle altını çizmek istediğim olgu ise şu; bu liderlerin din adamları ya da avukat olmalarının tesadüf olmadığı gerçeği. Bilindiği gibi, hem din adamlarının ve hem de avukatların ikna etme kabiliyetleri güçlüdür. Her ikisi de misyonerliğe adaydır. Kurumsal olarak, her iki grup temsilcilerinin de mesleklerinde başarılı olabilmeleri için hem sömürgecileri hem de sömürülenleri iyi tanıması, her iki halk grubuyla da iyi, organik ilişkiler içinde olması gerek. Hem din adamlığı hem de avukatlık birer akıl mesleğidir. Her ikisi de bilimsel bilgi, ya da teknik, mühendislik becerisini değil, idrak, müzakere, sosyal iletişim ve etik kuralları beklenilen şekliyle icra etme üzerine kuruludur. Her iki meslek grubunun üyeleri de genellikle resmi okul öğretiminde edinilen ideolojik amaçları bireysel istemlerine adapte etmiş, onları kişiliklerinde hazmetmiş insanlar olurlar. Ve yine her iki meslek grubuna aidiyetlik ancak öncelikle fakültelere üyelik, oradan da barolar gibi mesleki loncalarına giriş ve burada ise bir yandan sadakat ve bağlılık öte yandan ise yönerge, yönetmenlik, ancak son tahlilde güven kazanımı üzerinden mümkün.

Toplumsal çıkarlar düzleminden bakıldığında, bu, böyle avukatların başarıları, sömürgeci gücün orantısız güç kullanımıyla direk ilintili; sömürgeci güç ne kadar çok insan hak ve hukukunu çiğniyorsa, bu avukatların aktivitesi o kadar çor artar ve bu avukatlar sömürgeleştirilen toplumda o kadar çok karizma ve etki sahibi olurlar. Sömürge ilişkilere böyle direk, organik bağımlı, yani bir yandan sömürgeci gücün en prestijli kurumlarıyla yapısal ilişki kuran ve aynı zamanda bu ilişkiyi hukuken, sömürgecinin bilgisi ve isteği dahilinde sömürgeleştirilen halk için kullanan, en azından eylemlerini böyle meşrulaştıran ve bunu ise parasal güce dönüştürebilen başka bir meslek grubu yok. Tabii ki, bu gücü gerçekten de sömürgeleştirilen halk adına ve halk için kullanan din adamları, memurlar ve avukatlar da var – çoğu maalesef çok genç yaşta öldürülüyor, sürgüne zorlanılıyor, kriminalize ediliyor, ya da nerede mümkünse orada da satın alınıyor.

Avukatlar, Yazarlar ve Demokrasi

Konumuzla direk ilişkisi ise şu; avukatları taşıyan, besleyen, palazlandıran yapı hukuk sistemi olduğu için, bir de avukatlar hukuku tanıdıkları, bildikleri, hazmettikleri için, onlar son tahlilde demokrasi değil, fakat hukuktan yana tavır takınırlar – onlardan bu beklenir. Bu ve bu gibi nedenlerden dolayı, bir siyasi yapıda belli bir çıtadan sonra ne kadar çok avukat varsa, o siyasi kurum çıkarları gereği o kadar elitlerin baskın olduğu azınlıkçı, temsili demokrasiyi savunur ve o siyasi güç o kadar çoğulcu demokrasiden uzaklaşır.

Buna karşın yazarlar, güce karşı, ya da genel olarak halktan yana tavır aldıkça öz, istedikleri, benimsedikleri, gıpta ettikleri kimliklerine ulaşırlar. Başarı bilineni, kanun kitaplarında yazılanı, zaten söyleneni, genel olarak anlatılanı, herkesin bildiğini yazmakla değil, fısıldayanı, fısıldatılanı, herkesin bildiği ama söylemediğini, söyleyemediğini yazmakla, dillendirmekle mümkün. Yazarların işi kitaba uyanı değil, görünmeyeni en ses getirir şekliyle dramatize etmektir. Bunun için ise dilli kullanırlar.

Benim uzaktan uzağa görebildiğim kadarıyla, Kürtçe roman, yazım dili yolunda, hala işin başında. Kürtçe üzerindeki baskılar, Kürt yazarlarını Türkçe ya da diğer dillerde yazmaya zorladı. Bu ise, yani yazarak başarılı olma işi ise din adamları ve avukatlarda da görüldüğü gibi, daha çok loncalar, var olan ilişkileri kullanabilme kabiliyeti, becerisi üzerinden mümkün. En azından, yazılanın redaksiyondan geçmesi, yazarın dışında biri tarafından profesyonel ortamda okunması, okuruna uygun bir yayınevinin bulunması ve pazarlanması gerek. Bu ise bir bireyin tek başına başarabileceği bir görev değil. Kürt yazarların dolayısıyla var olan kurumları kullanma zorunluğunun ise iki farklı sonucu var; ilki, Kürtler sırf kendilerini dillendirmek için de olsa, Türk ve diğer halk yazarlarına yakın olmaya, onlardan öğrenmeye, onların ilişkilerini, yayım ağlarını kullanmaya çalıştılar. İyi birer Kürt yazarı olarak tanınan kişiliklerin İstanbul’da, Berlin’de, Londra’da, Stockholm’de vs. yaşamaları buna çarpıcı bir örnek. İki, Kürtçe hala loncasız bir dil. Bu ise Kürt yazarlarını halka yakın kıldı. Kimin iyi ya da kötü yazdığını işi bilenler, uzmanlar değil, yani lonca yöneticileri ve üyeleri değil, fakat direkt tüketicinin, okuyucunun kendisi belirliyor. Devletin, var olan kurumların, loncaların desteğini almadan, alamadan, hatta onlarlar çatışarak, onlara karşı çıkarak başarılı olan, dolayısıyla da gerçek bir halk kahramanı olmaya aday. Kürt yazarları bu kahramanları yarattıkça ve de onlara kendi günlük yaşamlarında da benzedikçe, benzemeye çalıştıkça, demokrasi, onların demokrasi istemleri daha bir biçim almaya ve aynı zamanda halkın içinde yayılmaya başladı.

Gerçek su ki, bu yazarlar Kürtleri demokrasiden uzaklaştırmadıkları gibi, tersine hep yakınlaştırdılar. Kürt halk önderleri, siyasetçileri, aydınları ve sanatçıları bu damarlarını korudukça, geliştirdikçe ve de kurumlar aracılığıyla gelecek kuşaklara taşıdıkça, Kürtler de bir halk olarak demokrasiyi daha bir sindireceklerdir. Ahmet Şık halkına, halklara ve demokrasiye yakın bir yazar. Ahmet Şık’ı kaybetmek, HDP’nin avukatlara bağlılığını artıracaktır. Bu ise ne Kürtler ve ne de demokrasi için iyi bir gelişme. HDP örneğin Selahattin Demirtaş’la uzun bir süre çıkarları ve fikirleri iletişimde tutabildi. Ahmet Şık’ın HDP’den istifasını, ya Ahmet Şık’ın yine yazar olma isteminde ya da HDP’deki bu dönemin kapandığıyla açıklamak gerek. Her iki ihtimal de ne Kürtler ve ne de demokrasi adına iyi gelişmeler. Umarım, yanılan ben olurum.