Türk edebiyatının en uzun soluklu şairlerinden Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektuplardan oluşan ”Leylim Leylim” kitabını okumaya başladığımda onun şiirine kaynaklık eden o büyük coğrafyanın vaveylasını bütün hücrelerimde hissettim. Anadolu baştan başa bir düş tacı olup sinmişti satır aralarına.

Dönemin karmaşasında işkencehaneler, yokluklar işsizlikler ve puştluklar ortasında direnmeye çalışan bir avuç aydının yaşam kavgası günümüzden baktığımızda aslında pek çok şeyin biçim değiştirerek devam ettiğini gösteriyor. Yani ülke gerçekliğinde değişen bir şey yok(!)

Özel mektupların yayınlanması konusu etik mi değil mi tartışmalı bir durum. Şiirlerinden yola çıkarak kafamızda tamamına erdirdiğimiz kişi imgesinin imlediği yerde, şairin mahremi sayılacak özel duygularının bize yansımaları sarsıcı da olabilir. İnsan olarak bazı şeylere mitsel bir özellik kazandırarak dokunulmazlık burçlarının ta en tepesine çıkarmak, sonra da onu oradan aşağıya yuvarlamak evrensel bir huyumuzdur.

Tüm bu öznel yaklaşımlara rağmen halka mal olmuş sanatçıların özel mektuplarının yayımlanması sanatçının duygu dünyası hakkında okuyucuya ipuçları sunabilir. Kafamızda kurduğumuz, kurguladığımız görüntüler dünyasına uzak düşse de yüceltilmiş bir noktada gördüğümüz kişinin aslında etiyle kanıyla bizim gibi bir insanoğlu insan olduğu gerçeğini unutmamamız gerekir.

Yaşadığı topraklara: “Ben buralarda, bu hastanelerde, bu topraklarda değil, gene oralarda, Dicle kıyısında bir çadırda ölmek isterim. O kadar güzel ağıt yakar ki o kadınlar… Hiçbir müzik o kadar dokunaklı olamaz…” diyecek kadar bütün hücreleriyle doğduğu toprakların sevincine, yazgısına ortaktır şair.

Leyla’ya yazdığı mektuplara gelirsek, şairin içinde bulunduğu aşk halinin bilinenin çok ötesinde Anadolu topraklarının tanıdık hikayelerinden olan Leyla ile Mecnun, Aslı ile Kerem gibi anlatımların dip suyundan beslendiğini hemen görürüz.

Adeta beşeri aşk kavramından ilahi aşkın doruklarına yükselen A.Arif, tanrıça makamına yükselttiği Leyla’sının görüntüsüne değil aşk haline aşık. Adeta kavuşmaların deminde değil kavuşamamanın onda yarattığı o müthiş duygunun peşinde. Hastalık derecesinde her şeyin karşısına Leya’yı koyuyor ve Leyla onda evrensel iyiliklerin bütüncül toplamının görüntüsüne dönüşüyor.

Mecnun misali halkların bozkırında küllerini Anadolu’ya Leyla’nın eliyle savuran şair, o sonsuz acının derinliğinden damıtılmış mısra işçiliğiyle hasretin, kavganın işliğinde mırıldanmış sevdasını Dicle’ye. Binlerce yıllık uygarlıkların beşiği kadim Mezopotamya’ya dökülmüş sevda sözcüklerinin gümbürtüsü.

Şair, “Karanfil Sokağı” adlı şiirinde, "Asfalttan yürüsün Aralık, /Sevmem, netameli aydır" dizesiyle kış ayının kasvetli havasının bungunluğunu yaşarken adeta şairlerin ölüm ayı olan ateşli bir haziran başlangıcında göçüp gideceğini tahmin edemezdi herhalde.

Karşılıksız aşk mı sanmam yaşananlar. Mektupların muhatabı şairle bir şekilde iletişimi sürdürdüğüne göre onun şiirine kaynaklık ettiğini biliyor ve imkânsız aşkın öznesi olarak kendini süngerden bariyerlerle korumaktan hoşnuttu besbelli.

Ne söylesek boş. Yapacağımız yaşanan büyük aşkın üzerine bir akıl yürütmeden ibaret olacak. Oysa aşk yıkıcıdır, kördür, akıl tutulmasıdır. Aklın bütün baskılama ve koruma reflekslerini ret eder.

Yazımızı büyük Usta’ya hasretimizin yansıması olan bizden bir şiirle bitirelim:

sesini kaptırdı Dicle
gümüş kanatlı kartallara,
dünyanın bütün ırmakları
seslendi;
taşımak isteriz ustayı
bir dal gibi okyanuslara,
köklerinden koparılmış
yanan karanfiller gibi

(…)