Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’ye aday gösterilen Nuri Bilge Ceylan’ın yeni filmi Ahlat Ağacı, 1 Haziran’da seyircisiyle buluştu.

Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi “Ahlat Ağacı” Cannes’dan sonra kısıtlı sayıdaki sinemada gösterime girmiş olmasına rağmen bir haftada 86.631 kişi tarafından izlenmiş.

Ceylan’ın Ahlat Ağacı’ndan önceki filmlerini: “Koza (1995), Kasaba (1997), Mayıs Sıkıntısı (1999), Uzak (2002), İklimler (2006), Üç Maymun (2008), Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) ve Kış Uykusu (2014)” olarak sıralayabiliriz.

NBC, genelde kasabanın sıkışmışlığını yani taşranın merkezindeki hikâyeyi olağanüstü görsellikle birleştirerek seyirciye sunmayı bir anlatım biçimi olarak tercih etmiş.

Sanatçı “Ahlat Ağacı” filminde Çanakkale’nin Çan ilçesinde yaşayan bir ailenin mekânsal darlığın yol açtığı kaçıp kurtulma macerasında yaşadıklarını bir kesit durum hikayesi kıvamında aktarmaya çalışmış.

Sinan (Doğu Demirkol) ve İdris’in (Murat Cemcir) başroldeki baba oğlu canlandırdığı filmde, Anne (Bennu Yıldırımlar) ve Hatice (Hazar Ergüçlü) de yan karakterleri temsil ediyor.

Filmin görüntü yönetmenliğini, Ceylan'ın pek çok filminde birlikte çalıştığı Gökhan Tiryaki üstlenmiş. Filmin başarısında sunulan görsel şölenin izleyicinin üzerinde yarattığı etkide katkısı göz ardı edilemez.

Yönetmen, kasabanın içindeki çok katmanlı, izole taşradan kaçıp kurtulma, bulunduğu dar mekândan uzaklaşma isteği ve hevesini yaşamın olağan akışı içinde yapaylığa kaçmadan gerçekçi bir bakış açısıyla anlatmış.

Filmde kullanılan bazı kavramlar üzerinden yola çıkarsak: ”kuyu, ağaç, kuran, ev, köpek, imam, karınca” gibi sembollerin kurgunun ana merkezinde içeriği, sinema diline aktarmada başarılı şekilde kullanıldığını söyleyebiliriz.

Sınıf öğretmeni İdris’in Anadolu’nun çeşitli yerlerinde görev yaptıktan sonra memleketi Çan’da ailesiyle beraber mekânsal olarak kasaba metaforu içinde dar bir evde sıkışan hayatlarının dramatik serüveni, Sinan’ın üniversiteyi bitirerek eve dönmesiyle yeni bir boyut kazanıyor.

Hayata karşı kayıtsızlığı bir savunma biçimi olarak algılayan İdris öğretmen “at yarışına” kendini iyice kaptırmasıyla ailesi ve çevresiyle de iletişimini kopma noktasına getiriyor. Ganyan bayilerinde beygir peşinde tüketilen umutların sonrasında kuyumcudan alınan borç altınların sıkıntısında ağır aksak ilerleyen bir kasaba dinamiği ile yüzleşiyoruz. Evin küçük bir bölümünde devam eden akışın varlığı izleyicide daralma duygusu uyandırmakta. Kutu gibi evin sadece üç odası üzerinden filmin kurgulanması yönetmenin tercih sebebidir elbette.

Kameranın eve ilişkin gösterdiği sadece sıkış tepiş olan ev, mutfak, Sinan'ın odası ve oturma odasından ibaret.

Üniversiteden yeni mezun olan Sinan’ın kasabaya dönüşü, gidişi gibi sıradan bir olay olarak düşünülmüş. Otobüsten iner inmez ilk adımda karşılaştığı kuyumcunun babasının borcunu harlatmasına kayıtsızca gülümserken kayıtsızlık hali şaşkınlık verici. Sinan eve geldiğinde de sessizce küçük odadaki çekyatın üzerinde baba evine dönüşünü ailesiyle kutluyor, aile tamamlanıyor.

Kitaplarını özenle kitaplığının raflarına yerleştirirken hayatın kendisine sunacağı seçeneksizliği bize hissettirmekte gecikmiyor. Sonraki süreçte atanamayan öğretmen sorunsalının bir parçası olarak girdiği sınavdan başarısızlıkla çıkınca pek çok arkadaşına sunulan polislik gibi bir durumu tercih eder mi etmez mi diye insan düşünmeden edemiyor.

Yoksul bir ailenin dağınıklığı içinde hiçbir kutsalın olmadığı vurgusu Sinan’ın babasıyla olan diyaloglarına da yansımış. Bu yansımada baba imgesinin katılığı yerine müşfikliği değerlere karşı kayıtsızlığı ile eşdeğer verilmek istenmiş. Babanın bu sevecen tutumumun annenin Sinan’a: ”Sizi hiç dövmedi” derken bilinçli bir yaklaşım olduğu ortaya konmuş.

Dikkat çeken bir başka konu filmde diyalogların uzunluğu. Seçilen sahnelerde daha çok şey anlatmak için kitabi ve uzun diyaloglar tercih edilmiş. Özellikle kitabevindeki yazar, Belediye başkanı, sonra imam, kum ocağı sahibi ile olan diyaloglar filmin doğallığı içinde eğreti duruyor.

Yönetmenin bazı sorgulamaları bu karşılıklı diyaloglar üzerinden filme yerleştirmesiyle ülke gündemindeki yakıcı sorunlara parmak basılmak istendiği görülmekte. Bu da filmin doğallığını bozacak mesajların uzun ve yapay bir şekilde izleyicinin gözüne sokulduğu hissi uyandırıyor, filmin durum-mekân- kahraman ve zaman denkleminde müziğe yaslanmadan yaratılmak istenen atmosferine denk düşmüyor.

TV’de Yılmaz Güney’in olduğu sahnede onun çağrıştırdığı düşüncelerin evin içindeki yoksullukla dramatik bir şekilde bütünleştirilmesi amaçlanmış. Güney'in Umutsuzlar filminden bir enstantane verilirken filmdeki baş karakter Fırat’ın ölüme giden umutsuz yolculuğu ailenin içindeki çıkmazla özdeşleştirilmiş.

Bu arada yönetmenin Emil Zola’nın natüralist yaklaşımına benzer determinizme yöneldiğini görüyoruz. Sinan’ın sonradan babasıyla özdeşleşme serüveni de yine aynı determinizmin bir sonucudur. Oğullar babalarını tekrarlar öngörüsü filmin sonundaki kuyu sahnesinde zaten kanıtlanmış oluyor.

Filmin en can alıcı sahnesi çınar ağaçlarının altında Sinan’la Hatice’nin rastlantısal karşılaşmasıydı. Sararmış kızıl çınar yapraklarının rüzgârın etkisiyle salındığı boşlukta aslında salınan, insanın kaderinin onu biçimlendirdiği yoksunluklarıydı. Hatice’nin başındaki örtüyü atmasıyla saçlarından rüzgâra uzanan kurtuluş hikâyesi aslında Sarte’ın bireyin seçimlerine ilişkin yaptığı saptamaya denk düşüyor.

Ülke gündemindeki pek çok sorun da uzun diyaloglarla filmin kurgusuna yerleştirilmiş. Birden bire kitap bastırmak için ortaya çıkan Sinan Belediye başkanıyla olan görüşmesinde kitabının içeriği hakkında başkanla biraz tartışır gibi olsa da zaten genelin sanata bakışı içerisinde bir amaca hizmet etmeyen dosyası kibarca hafriyatçıya yönlendiriliyor.

Bu arada Başkan kendi çalışanı bir çöpçünün yazdığı kitabı dolapta ararken âdeta şiirin kendisi ve toplum için herkesçe yazılıp basılan ve satılamayan bir çöp olduğuna vurgu yapıyor.

Hafriyatçı Çanakkale için “Şehitlik” kavramının önemle altını çiziyor. Üniversite okuyanların bir baltaya sap olamadığından, kendisinin zenginliğinden dem vururken şehitler yerine sokaktaki deli satıcıyı eserine konu edinmesini doğru bulmuyor.

Sinan’ın dedesinin bir kıyıda unuttuğu Kuran’ı sattıktan sonra tanıdığı yazarla konuşmaları yine kitabi ve uzun diyaloglarla felsefi boyuta taşınmış. Sinan piyasa edebiyatının bir temsilcisinin ağzından çıkan sözcüklerin ağırlığı ile sersemliyor. Yazarı kitabevi çıkışında izlerken durduk yerde köprüdeki heykelin kolunu suya fırlatması içinde ağrıyan bir habisin sökülüp atılması gibi bir şey. Sonrasında Truva Atı’nın içindeki rüya sahnesiyle içinden kopartıp attığı şeyin boşluğunu ihanet duygusuyla yeniden dolduruyor.

Sinan’ın babasının çok değer verdiği av köpeğini götürüp satması babayla hesaplaşmanın final öncesindeki son viraj oluyor. Bu hesaplaşma babayla düzey eşitleme aynı zamanda benzeşmenin doğal sonucu. Sinan eleştirdiği, adam yerine koymadığı babasının değer verdiği köpeğini satıyor. Onun masum bakışlarına aldırmadan babasına giden yolu yürümeye başlıyor.

Diğer ilginç sahnelerden biri imamların yasak elma metaforuyla ağacın başındaki konuşmalarıyla başlayan kıvrım kıvrım yollardan patikalardan geçerek köy kahvesinde son bulan bir yolculuğa dair. Ülkemizdeki dinsel gerçekliğinin bu uzun konuşmalarla verilmek istendiğini görüyoruz. Dinsel veriyi sorgulanmayacak bilgi olarak kabul eden imamlar kendi varoluşsal duruşlarının başlangıç noktasının Allah’a teslimiyet olduğunu anlatıyorlar. Sinan da onlar üzerinden kendi varoluşsal serüvenini gerçekleştirmeye devam ediyor.

Askerlik dönüşü Sinan’ın kuyuda ipin ucunda sallandığı sahne filmin acı bir olayla biteceği duygusuna zemin hazırlamışken seyircinin hiç de yadırgamayacağı bir finale dönüşüyor.

Ceylan, durum hikâyesi kıvamında seyreden akışın klasik bir olay hikâyesinin “çözüm” bölümü olabilecek sahneyi tersine çevirmekte. Böylece babasına benzeyen Sinan’ın kuyudaki kazmayla umuda yolculuğunu kasabanın kısırdöngüsündeki yaşama çeviriyor.

Kısaca filmin imgesel olarak oluşturduğu görüntüler evreni kameranın açısıyla seyirciye hissettiriliyor.

Ülkenin daralan yaşam alanlarından şekillenen yaşamları bireyin umuda olan gereksinimini Sinan üzerinden verilmesi filmin en büyük başarısıdır diyebiliriz.

Üç saat sekiz dakika süren filmi izledikten sonra çıkışta bir o kadar daha sürse izlerdim duygusuyla oradan ayrılmamak mümkün değil.