-gitme…

Paris’te yağmurlu bir Pazar sabahı, kaç zamandır aklımda tartıştığım kelimeleri cümlelere döküp biraz rahatlamak istiyorum. ‘Gitmek’ hayatımın temel edinimlerinden biri oldu her zaman. Ya ben gitmek istedim, ya da gitmeler üzerine yazılanları ilgi ve merak ile okudum. Her gitme çoğalmaktı benim için. Şimdi gene içinde olduğum da bir ‘gitme’ hali. Ama en başından anladığım bu ‘gitme’ ötekilere hiç benzemiyor. Bu gitme tercihen olan değildi, bu gitme kendisinin içinde bir ‘zorunluluk’ içeriyordu. İşte şimdi de kendi içinde zorunluluk taşıyan ‘gitme’ hallerini konuşuyorum kendi içimde, zaman zaman da hayatı paylaştığım insanlar ile.

En çok da daha önce bu zorunlu gitmeler üzerine yazılan cümleleri, dizeleri anlamaya başladım. İçinde zorunluluk taşıyan ‘gitme’lerin adı sürgündür. Kendisi de uzun yıllar sürgün yaşayan Mehmet Uzun’un; “Sürgün bir ayrılıktır, bir hüzündür. İnsani olmayan, ağır bir cezadır” cümlesi bu durumu en iyi ifade eden iki cümledir. Tabi bu benimle birlikte bu durumu yaşayanların gerçeği, bir de öte yakada kalanların başka bir gerçeği var. Hemen hemen her hafta Türkiye’den bir şekilde ulaşan arkadaşlarımın/insanların “biz de gelmek istiyoruz” cümlelerini okuyorum. Gelmek ama nereye, bu gelmenin karşılığı bende sürgün iken o yakaya bunu anlatamama güçlüğü çekiyorum.

Nazım Hikmet’in karşı yaka memlekette oğlu Memed için haykırdığı bu dizeleri çok okumuştum ama şimdi anlıyorum.

Karşı yaka memleket, sesleniyorum Varna’dan,

İşitiyor musun, Memet! Memet!

Karadeniz akıyor durmadan, deli hasret,

deli hasret oğlum, sana sesleniyorum, işitiyor musun?

Memet! Memet!

Doğduğun, yaşadığın, içinde kavganı yürüttüğün sokaklar sana bazen sen farkında olmasan da çok şey yükler. Düşündüklerin, duyguların, içinde akıp giden nehirler, fırtınalar hep o zamanlarda şekillenir. Ve benim kendimde anladığım biz sert bir gerçek ile buluşmadan bu durumları pek de görmek, anlamak istemiyoruz. Biz gidince her şey geride kalacak ve bütün o sıkıntılardan, dertlerden kurtulmuş olacağız deriz.

Büyük usta Konstantinos Kafavis;

Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.

Bu şehir arkandan gelecektir.

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,

aynı mahallede kocayacaksın;

aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

Başka bir şey umma-

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,

öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.

Derken elbette bir bildiği vardı.

Evet, Türkiye’nin ne b.k’tan bir yer olduğunu elbette biliyorum, İstanbul’da hayatın ne kadar zor olduğunu da. İstanbul için benim cümlem; “güne 0’ın altında başlıyoruz, gün bitiyor ve biz hala 1 bile olamamışız” derdim. Ancak her şekilde biraz daha düşünmeli, içimizdeki nehirlere, dip akıntılara biraz kulak vermeli, anlık kararlara, öfke ve tepki ile kararlara varmamalıyız derim ben gene de. Gideceğimiz hiçbir yere içimizdekileri geride bırakarak gidemeyeceğiz. Tercihli gidişler, zorunlu/mecburi gidişler üzerine bir kez bir kez daha düşünelim. Gittiğiniz yerde içinizde kocaman derin uçurumlar ile yaşamak zorunda kalabilirsiniz sonra.

“gitme

bütün ormanlar ateşe verilir

kuşlarda gider bu kent de, ölürüm” diyenlere de biraz kulak verelim.