Hikayemiz hep aynı. Yılan hikayesi. Uzadıkça uzuyor... Kara mizah motiflerle süslü, ama bu hikaye mizah falan değil. Gülecek bir şey yok aslında. Günlük hayatın ta kendisi. Tatsız, daha çok acıya çalan, kekremsi, pis, berbat bir ruh hali. Etnik varoluşumuzun hikayesi...

Sanki başka işimiz-gücümüz yokmuş da, hep birlikte kelleyi koltuğa alıp, varlığımızı ispatlamak zorundayız.

- Neden?

Çünkü daha ilkokul sıralarında o varlığımızı Türk varlığına armağan ettik de ondan...! Üstelik bir de "Ne mutlu Türk’üm diyene!" diyerek yeminler ettik. Mecburduk. Başka yapacak bir şey yoktu.

Ben şahsen şöyle bi düşündüğümde, annemin siyah okul önlüğümün cebine, -kan yapsın diye siyah kuru üzüm koyarken, "Kûrdi qise meke ...!" diyerek beni nasıl uyardığını hatırlıyorum. Bir de ramazanda oruç tutup tutmadığımızı anlamak için, -aynı zamanda okul arkadaşımız olan "müslüman din kardeşlerimizin" bize "dilini göster bakalım..." dediğini... Ağzımızı açıp dilimizi uzatırdık. Dilimiz sağlıklı ve kırmızıysa bu oruç tutmadığımız anlamına gelirdi. Yani okul arkadaşlarımıza "niyetli olmayan Aleviler" olarak yakalanmış olurduk.

Oruç tutmak zorunda kaldım. Namaz kılmayı, -ne anlama geldiğini bilmediğimiz- Arapça duaları da okulda öğrettiler. Ama öte yandan, bizimkilere göre "dilimi tutamadığımdan" evde Kürtçe konuştuğumuzu, Alevi olduğumuzu, hatta dedeme de "Gavur Emmo" dendiğini söyledim. Bu bilgileri paylaşmam tehlikeliydi tabi. Bu yüzden 14 yaşında bir çocukken "Komünistlik propagandası yaptığım ve Kürt Devleti kurmak istediğim" için DGM’de yargılandım. DGM; Devlet Güvenlik Mahkemesi demek. Yani içine doğduğum etnik ve dini grubun adını söylemekle devletin güvenliğini tehlikeye sokmuş oldum, suç işledim. Bir de baktım ki, bu minval üzere "terörist" bile olmuşum...!

Babam ifade için beni Cumhuriyet Savcılığı’na götürürken, hiç kızmadan, sakin bir dille, -hem de Kürtçe(!) bizim aslında öz be öz Türk olduğumuza beni inandırmaya çalıştı. Çünkü ikna olmadığım bir konuda "yalan ifade" vermeyeceğimi biliyordu. Tamam, belki biraz "deli, hep burnunun dikine giden, inatçı" bir çocuktum; fakat babamın devletten korkusunu fark etmeyecek kadar aptal da değildim. Doğal olarak onu daha fazla üzmek istemedim ve ikna olmuş gibi yaptım.

İşte benim etnik olarak varoluş hikayem de o gün orada, Gaziantep Cumhuriyet Savcılığı’nda başladı. Aslında varsın ama yokmuş gibi yapacaksın. Hayatta kalma taktiği... Aksi halde başın fena halde derde girebilir...!!!

***

Eh, insan her zaman varken yokmuş gibi yapamıyor. Bu yüzden herkes gibi ben de ufak tefek badireler atlattım. Çok şükür(!?) yok olmadan buraya kadar geldim. Hatta iki de çocuk doğurdum...! Bir oğlum bir kızım var. Ve Almanya'da yaşıyoruz.

Oğlum 14 yaşında, 8. sınıfa gidiyor. Cin gibi bir çocuk. Bir gün eve geldiğinde Arnavut bir arkadaşıyla kavga ettiğini söyledi. Arkadaşı demiş ki,

"Sen Kürt olamazsın. Çünkü Kürdistan diye bir yer yok. Hadi varsa haritada göster bakalım. Üstelik Kürtçe de bilmiyorsun."

Şimdi iki gündür sosyal medyada Osman Baydemir’in mecliste yaşadığı sıkıntılarla ilgili haberleri okurken aklıma ister istemez oğlumun yaşadığı bu olay geldi. Nitekim TBMM başkan vekili Ayşenur Bahçekapılı’nın Osman Baydemir’e yönelttiği soru da, oğlumun Arnavut arkadaşının sorusuyla aynı;

"Kürdistan neresi?"

Hadi gel de göster bakalım...! Osman Baydemir de hakikaten ciddiye alıp, bu soruya cevap vermiş, yani Kürdistan’ın kendisi için nerede olduğunu, elini kalbine götürerek göstermiş.

-Peki, doğru cevap mı bu?

Bilmiyorum. Bildiğim bunun çok gereksiz bir diyalog olduğu.

Oğlum arkadaşıyla yaşadığı tartışmayı bana anlatırken, cevap veremediğinden çok öfkeliydi. Anlattı, anlattı, anlattı... İlgiyle dinlediğimi, ama bir şey söylemediğimi görünce birden; "Sen olsan ne derdin?" diye sordu.

"Hiçbir şey demezdim..." dedim, "Çünkü yanlış soruların doğru cevabı olmaz."

***

Ta 1923’te TBMM’nin kurulmasına paralel olarak, Anadolu coğrafyası üzerinde sadece Kürtler değil, Ermeniler, Azeriler, Süryaniler, Rumlar, Ezidiler, Lazlar, Çerkesler, Terekemeler...(vs) olarak hep birlikte varken yok sayılmışız. Tek bayrak, tek millet, tek dil, tek din adına hep birlikte Türkleş(tiril)mişiz(!?). Bu bizim tarihsel ve toplumsal gerçeğimiz. Yukarıda bahsettiğim kendi hikayemde olduğu gibi, devlet korkusu yüzünden, var olduğumuz halde yokmuşuz gibi yapmışız... Bugün de aynı milliyetçi zihniyet varlığını devam ettirmek için; "Bence sen yoksun. Varsan hadi göster bakalım, neredesin?" diyor. Bu soruya cevap vermek, yani varlığımızı ispatlamaya çalışmak, -varlığımızın inkarını kabullenmek anlamına gelir. Ki bu tutum da doğru değil.

Mesele Anadolu coğrafyasında birbirinden etkilenen ve birbirini besleyen onlarca etnik grubun, dilin, dinin ve kültürün varlığı değil, mesele bu zenginliğin önce imha sonra inkar edilip zorla tekleştirilmesi, başka bir deyişle Türkleştirilmesi.

Bu böyleyken aklıma kahıra bulanmış komik bir soru geliyor. Anadolu’daki Kürtler’in varlığını inkar edenlere hakikaten sormak istiyorum:

"Ağalar, beyler peki sizce Kürdistan nire? Ben nirden geldim?"