Giderek artan bir yabancılaşmanın içerilesindeyiz. Aslında nitel olarak süregelen aynı yabancılaşma artan farkındalık ile paralel olarak hissettirdiği ölçütü de artırmakta. Aynı olguya yıllar sonra farklı bir olgunlukla bakıp hissetmek gibidir bu. İşte böyle bir yabancılaşma-yabancılaştırma çekilmezdir. Hayatımızda o kadar çok alana yayılır ki fark ettiğimiz an trajedi olur. İçerisinde olduğumuz iktisadi yapının üretim ilişkilerinden ötürü emeğe; toplumsal norm ve değer yargıları ile benliğimize; kadın-erkek ikilemi tanımlamalarında insan olmaya; tek ulus- din merkezli egemen üst kimliğin etkisiyle farklı olanlara ve ötekiler olarak hâkim baskı ile kendi etnik, inanç kimliklerine yabancılaşmamız başlıca alanlarıdır yabancılaşmanın.
 
Bu yazının konusu ise en son dile getirdiğimdir. Kendimi tanımlamak oldum olası kaçtığım bir konu olmuştur. Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” adlı eseri bu çelişkilerimi ve sıkıntılarımı önemli ölçüde gidermişti.
 
“Bana içimin derinliklerinde ne olduğum sorulduğunda bunda herkesin içinin derinliğinde ağır basan tek bir aidiyetin bir bakıma kişinin derin gerçekliğinin doğarken ebediyen belirlenen ve artık değişmeyecek olan özünün var olduğu inanışı yatıyor, sanki geri kalanın, bütün geri kalanın, özgür insan olarak kat ettiği yolun, benimsediği inanışların, tercihlerin, kendine özel duygusallığının, yakınlıklarının, sonuçta yaşamının hiçbir önemi yokmuş gibi “ (Amin Maalouf / Ölümcül Kimlikler).
 
İşte, kimlik bana verilen değil benim edindiğim olmalıydı. Yanlış ya da doğru kendimi tanımlamaktan vazgeçmiştim. Esası kendini tanımlama bana hep bir gruba dahil olup diğerini dışında tutmak gibiydi. Alevi miydim, Aleviliği İslam dini altında değerlendirenlerin ve onun yasam felsefesi olarak görenlerin ikileminden; “Kürt ve Zazalık“ ikileminden kaçabilmiştim bu şekilde. Sınıf kimliği ile tanımlamak sığındığım limandı ve enternasyonal olandı. Bu kimlik sorunu yabancılaşmamın bir boyutu olarak süregeldi. Düşünsenize biri adiniz söylediğinde ürker misiniz, bende böyledir. Sevda koymuşlar adımı ama ailem ve sosyal çevrem Sewe der, böyledir Dimbilki‘de (Zazaca’da). Sevda verilendir, Türkleştirmenin sembolik bir boyutudur. Bana her sevda denilişinde devlet seslenir gibi olur.
 
Kendi ismine ve kendi anadiline yabanlaşma acıdır. Murathan Mungan der ya “Kürtlerin gözleri çok güzel bakar çünkü dilleri yasaklanmıştır. Tüm duyguları gözlerinden birikmiştir.” Benim de iki nesil öncesi ile sohbetlerim hal-hatır sormanın ötesine gidememiştir. Ne zaman anlamak, konuşmak istediysem; gözlerine baktım, onların çizgilerinde okumaya çalıştım hayatlarını. Ne yaşanmışlıklar ne acılar vardı o çizgilerde. Ama parçalanmış dilimiz, parçalanmış insanlar yapmıştı bizi. Kesik kesik cümlelerdi anlatımlarımız.
 
Bu yabancılaşma ve parçalanmışlık tekçi devlet ve kimlik politikasının bir sonucudur. Ancak vurgulamak gerekir ki başarısız politikalardır ne Osmanlı’nın devşirme sistemi, ne iskân politikası ne de Türkiye Cumhuriyeti’nin savaş politikası farklı kimlikleri ortadan kaldırabilir. Sadece tarihin utanç verici sayfaları olur.