1

Her hikaye zamanını bekler…

“Her şey vaktini bekler. Ne gül vaktinden önce açar, ne güneş vaktinden önce doğar! Biraz sabret, senin olan sana gelecektir!” demiş Mevlana Celaleddin Rumi…

Aşk insanları eşitler ve imkansız olan her şeyi mümkün kılar. Başka alem, başka fizik, başka kimya, başka duygu halidir. Aşk kudretli bir oluştur. Kimi filozoflar bunu hastalık (histerik), kimi fizik ötesine çıkma hali, kimi mevki, kimi dert olarak yorumlamıştır.

Gördüm, duydum hepsini Adana’da.

Hayat ikinci defa sürüklemişti bizi, Çukurova’ya.

Sıcak çok sıcak Adana. Gökten inen ve topraktan yükselen ateş arasında yaşıyordu tüm canlılar. Güneş toprak, ağaç, nehir, beton ve insan sanki hepsi birlikte buhar oluyordu.

Tam bir çift elin parmağı kadardık. Hayatımızın ikinci evresiydik. Kimimiz yaşlı, kimimiz genç. Bizi buluşturan şey bu hayatın garip bir cilvesi desem yanlış olacaktı. Farklı politik yapılarda hayatının birinci evresini geçirmiş olan bizleri buluşturan şey işçilerdi. Adana’ya gelmek ise bir Adanalının masum isteğiydi. “Kırmayın beni ya. Gidelim işte Adana’ya.”Öyle samimi, öyle şefkatle, çocukça demişti ki kimse hayır diyemedi…

Oysa önümüzde dört seçenek vardı. Marmara işçi havzası, Ege işçi havzası, Çukurova işçi havzası ve Zonguldak. Aramızda eşitler arası bir ilişki vardı. Karar bizim kararımızdı.

Bizler değişik politik yapılardan ayrılmış, bir avuç küsmüş, (tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok hesabı) kızmış, terk edildiğine inanmış, kırgın, acılı insanlardık. Arabesk duygular içinde, lakin izahı zor inanç ve inatla kendi kararımız sonucunda geldik Adana’ya…

Kararımız şuydu; Ömrümüzün arta kalan kısmını bir fabrikada işçi olarak geçirecektik. Her birimiz bir fabrikada işçi olacak ve nefesimiz yitene kadar sadece işçileri, Adana işçilerini örgütleyecektik… Tabi ötesi de vardı. İlk beş yıllık hedefimiz şuydu; on fabrika, on iş kolu, on ayrı sendika kurmak.

Öyle geldik şehre.

Yalan yok avucum gibi bilirdim şehri. Fakat bu şehir bir tuhaf işte… Adana dediğin ne ki? Bir şehir işte. Mersin dururken, Adana’da ne işimiz var, demek isterdim, lakin demedim. Antep’ten, Hatay’a, Ceyhan’dan Mersin’e, Ermenek’ten, Mut’a bu coğrafyanın köyünü, mahallesini, kahvesini, fabrikasını bilirdim ya, içimdeki ses “Adana olmayaydı iyiydi”, der dururdu.

Her arkadaş kararlaştırdığımız fabrikaya zamanında giremedi. Lakin çabamız sürüyordu. Bu arada fabrikaya giremeyenler o fabrikalarda çalışıyormuş gibi işçilerle temas kurmaya başlamıştı.

Kumaş fabrikasının işçi servisleri yanında ve civar kahvelerde gece, gündüz demeden çorap satıyordum. Sattığım her çorap poşetinin içine küçük kağıtlara yazılmış şiirler, özlü sözler ve kitaplardan alıntılar atıyordum.

“Her şey vaktini bekler. Ne gül vaktinden önce açar, ne güneş vaktinden önce doğar! Biraz sabret, senin olan sana gelecektir! Mevlana Celaleddin Rumi…”

Satın aldığı çorap poşetinin içinde öyle bir kâğıda rastlamış ve bunu “yoldaki işaretler” olarak yorumlamış Selman ertesi gün soluğu yanımda aldı.

Bir süre köşede bekledi. Gördüm ve hissettim adamı. Belli ki konuşacaktı. Konuşma o konuşma işte, sonrası kader ortaklığı…

2

Selman Fellahtı. Çok uğraştı, çok çabaladı, nihayetinde o büyük sermayedarın kumaş fabrikasına girmişti. Dert sahibi insanlara ait bir gölge vardı yüzünde. Buna hüzün de diyebiliriz. Keder ve hüzün eşanlamlı sözcükler değildi o zamanlar… Bu zamanın ruhu her şeyi aynılaştırsa da bazı insanlar için hala öyle…

Fabrika müthiş bir yerdir. İnsanın ayaklarını yerden kesen bir atmosferdir. Bazı insanlar teorilerin ütopyasına inanır. Bazıları da ütopyanın içinde yaşayarak, bir inanca varır. Tam olma hali işte bu ikinci kesime nasipti.

Fabrika görkemli bir yerdir. Şu şarteli indirmek kadar yakın ve uzaktır her şey. Sahih adamlardır fabrika adamları. Daha somutlar. Daha tanımlı. Fabrika adamlarının hayatta hep bir karşılıkları vardı. Sözleri, duruşları, mücadeleleri, korkuları, kaygıları, cesaretleri ve aşkları… Ve aşkları…

Adana’da balık yemek bir protestodur. Kurulu yemek kültürüne karşı sağlam bir protestodur. Hasan Ağa Cami civarı balıkçılar yeriydi o yıllar, belki şimdi de öyledir. Adana’da Çupra yemek hep aykırı bir duyguydu. Bir ömür balık yediğim kadar balık yemişimdir Adana’da. Bir ömür yürüdüğüm kadar yürümüşüm. Sonra şehir bizim işte, yürümeye başladık, saatler süren yürüyüşümüzün ilk durağı Cumhuriyet Parkı olmuştu. Uzun uzun dinlendik, yine şu Adana düzlüğünde yürümeye başladık, gece ve gündüz karıştı...

Selman dert sahibi bir insandı. Kendine bile itiraf edemediği platonik aşkını artık taşıyamıyordu. Bir defa gördüğü ve yıllarca içinde taşıdığı bu aşk bazen dayanılmaz oluyordu.

Her gün görüşüyorduk, sevdiği kadının yaşam alanının etrafında dolaşıyorduk. Uzaktan görebilse bir mutlu, bir mutlu oluyor ki dünya onun oluyordu. Şu Adana sanki deniz kenarında bir kent oluyordu.

Sevda adında bir sevdası vardı…

Sevda başörtülü, İslamcı bir öğrenciydi. Selman o zamanlar proletarya sınıfının yeni bir öğrencisiydi. Hayattan getirdiği ve büyüttüğü bütün iyilikler ile iyi bir insandı. Sağlam bir insandı ve hücrelerine dek saf bir aşkla Sevda’ya bağlıydı.

Çukurova’da her şey hızlı olur. Nihayet ben de artık bir işçiydim ve gece gündüz, tekstil işçilerinin arasında çalışıyorduk, ilk örgütlediğim kadro Selman’la kendi fabrikamız ve Adana’nın tüm tekstil fabrikalarında örgütleniyorduk... Lakin bu iğne ile kuyu kazma hızı ve başarısındaydı… Zamansızdık, bir türlü dinginleşemiyor, her şey hemen olsun istiyorduk. İçimizde bizi sıkıştıran dertler vardı. Selman’ın Sevda’ya duyduğu hisler artık onun gündelik hayatını sağlıklı sürdürmesini engelliyordu. “Git onunla konuş” cümlem karşısında heyecandan bayılacaktı. Anladım ki bu Selman’ın çözebileceği iş değildi.

3

Çukurova İlahiyat fakültesi bahçesinde dolaştım. Başka fakültelere gittim kantinde çay içtim. Geri döndüm. Birinin duygularını başka birisine ne denli güçlü aktarabilir ki aracı? Bunu düşündüm.

Bir kararla girdim sınıfa… Herkes yadırgayarak baktı. Öğretmen kem küm edecekken, “Ya hocam bir misafir öğrenci kabul edin, ne olur biz de az hikmetinizden feyz alalım” derken kaşık çatlı hoca “bu ders Arapça yanlış sınıfa geldin” dedi. Benim “Olsun, İbrahimi dinlerin dil estetiğini bir ders de olsa dinlemiş olurum” lafıma çaresiz otur dedi.

Gittim Sevda’nın yanında oturdum. Bir kağıt çıkardım ona yazmaya başladım.

“Bir adam var. Adı Selman, seni bu hayatta bir defa gördü. Seni öylesine seviyor ki kendine bile itiraf etmesi yıllar sürdü. Sana giden bir yol inşa edemedi. Bu nedenle hep kendi içinde yaşadı. Fakat uzaktan ve saygıyla bir şekilde senin yaşam alanını izledi. Bu adam iyi bir insan. Dini, mezhebi, düşünceleri, eğitimi, kültürü senden farklı olsa da seni büyük bir aşkla seviyor. Bunu bilmelisin. İmza Aracı…”

Mektubu kıza verip çıktım. Tam bir hafta sonra, okul çıkışında Sevda’yı bekliyordum.

Sevda’nın sesinin tınısını ilk o an duymuştum.

“Aleyküm Selam Aracı, söyleyecek bir sözüm yok” dedi.

Bir ay sonra yine gelmiştim. Bu sefer dünyanın fiziğini değiştirecek bir cümle söyledi.

“Aracı, bilmiyorum ama yeryüzünde bir iyiliğin bana yöneldiğini hissediyordum.”

Bu cümle bana yetmişti. Artık Selman ve Sevda arasında bir taş köprünün kurulacağını düşündüm. Gözünü sevdiğimin Adanası, az mı şu Ermeni taş ustalarını barındırdın bağrında. Bu köprü kurulur elbet…

Nihayet o köprü kuruldu. Sevda ve Selman’ı bir ağaç altında buluşturdu. Bu ağaç mitolojik bir ağaçtı. Hayır hayır hemen zeytin, defne ağacı diye düşünmeyin bu bir zor ağaçtı. Çünkü onların hikayesi zorun hikayesiydi. O zor ağaç altında bir aşk anlaşması yapıldı. Tarihte yapılan tüm anlaşmalardan daha çok hayata yön verdi. Çünkü aşkın anlaşması demek yarına geleceğe, aşkın bakiliğine dair bilinç taşıma işiydi. Kadeş’ten, Hudeybiye’den, Manga Karta’dan günümüze tüm anlaşmalara taş çıkartan bir şeydi bu.

Bu umudun daim olma haliydi. Aşk hali karşısında hayat dertlerinin ne ehemmiyeti olur ki? Her şeyi çözdüler, hayatın her derdi onların karşısında açılan kapı oldu. Onlar erdi muradına, biz gidelim bilmem nereye…

Gelelim bize…

Bu hikayede bizim ne önemimiz var ki? Bütün hikaye bu zor ağaç altındaki buluşma için yazılmadı mı? Biz bu hikayede sadece bir dekor değil miyiz? Hadi meraklısına söyleyelim. Dışarıdan sınıfa bilinç götürme işi turistik bir geziden başka bir şey değildir. Gittik, gezdik, gördük ve döndük.