Demokrat Haber yazarı  Doğan Akhanlı’nın Frankfurt- Paulskirche’deki Ermeni Merkez Konseyi tarafından 24 Nisan 2011’de düzenlenen Merkezi Anma Toplantısı’nda yaptığı konuşma:

Soykırım Kurbanlarını anma toplantısına katılma ve konuşma izni verdiğiniz icin minnettarım sizlere. Böyle bir günde, tarihi bir yerde anma konuşması kolay bir görev degil. Anma konuşmasının bana büyük bir onur verdiğini, aynı zamanda büyük bir sorumluluk yüklediğini biliyorum.

Vatandaşlığını kaybetmiş bir Türküm ben. Bunu açıklamamın nedeni, bana atfedilen kimliklerdir. Ermeni Soykırımı üzerine konuşmaya başladığımda Ermeni, bugün bir anma ve eğitim yeri olan Eski Gestapo işkence Merkezinde Türkçe ve Almanca turlar yapmaya başladıktan sonra da, Yahudi olduğum ileri sürüldü. Hatta yüz çizgilerimde, çok belirgin Ermeni- Yahudi özellikler saptandı. Bazen de Türkçeyi İstanbul aksanıyla konuşamadığım için „Kürt“ olduğum düşünüldü. Bir gün gerçekten imha edilmiş, katliama uğramış bir halkın hayatta kalmış mensubu olduğum ortaya çıkarsa, bu beni şaşırtmaz. Çünkü soykırım ve katliamların yaşandığı ülkelerde hiç kimse kimliğinden asla emin olamaz.

Müslüman bir anne ve Laik bir babanın oğluyum. Ana dilim Türkçe. Türk Yazarı, Alman vatandaşıyım. Doğduğum yer Gürcistan sınırındadır. Artvin, Ardahan ve Kars ile birlikte, 1918 yılına kadar Rusya’nın egemenlik sınırları içinde kaldığından 1915-16 soykırımdan kısmen etkilenmiştir. Soykırım araştırmacısı Yves Ternon’a göre doğduğum eyaletin sınırları içinde 21 000 Ermeni yaşardı. Şimdi tek bir Ermeni bile yaşamıyor oralarda. Neredeler şimdi?

Peki o zaman çocukluğumda duyduğum Ermeni katliamlarının anlamı neydi? Neler olmuştu oralarda? Bana yıllar sonra „Kıyamet Günü Yargıçlarını“ yazdıran ve teyzemin dediğine göre bir Ermeni kadınına ait olan yüzüğü halen hatırlarım. Teyzem yüzüğü ormanda bulduğunu söylemişti. Yüzüğün bulunduğu yöre halen köylüler tarafınan „Hovannes“ (Ovanis) adıyla anılır.

Şimdi bizim oralarda olup bitenleri yeniden kurgulama şansına sahibim. Olup bitenleri bilimsel bir dille olmasa da belgelerle kanıtlayabilecek de durumdayım.

Artvin-Savşat’ta Deli Halit Paşa’yı herkes bilir. Her yıl 7 Mart’ta düzenlenen „kurtuluş günü“ törenlerinde adı her zaman anılan tahrihsel bir şahsiyet olan Deli Halit milli bir kahramandır. Cengaver, adaletli, yiğit bir adam. „Namuslu“ adını verdiğiyle, düşmanları, „namussuz“ adını verdiğiyle asker kaçaklarını vuran çift tabancalı bir zat.

Nedendir bilmem, annem ve babam Deli Halit Paşa’yı sevmez, Ermenileri hunharca katleden taş yürekli biri olduğunu söylerlerdi.

Tarihi belgeler de bunu doğruluyor. Deli Halit Paşa, 1921 yılına kadar sarkan Soykırım döneminde sürgün kafilelerine yönelik katliamları organize eden “Teşkilat-ı Mahsusa’nın“ en önemli ajanlarından biriydi. Alman belgelerinde Yakup Cemil ile birlikte, Artvin, Ardanıuç, Oltu yörelerinde katliamları örgütlediği yer alır. (Akçam, 2004, und Hoffmann 2003).

„Genozid“ kitabının yazarı Prof. Boris Barht, doğduğum bölgedeki gelişmeleri şu cümlelerle anlatır: „Çarlığın yıkılmasından sonra, Türk ordusu 1918 yazında fanatik Azerbaycanlıların da desteğiyle Kafkasya’ya saldırıya geçti ve derhal Ermeni halkını boğazlamaya başladı… Bu taarruzun asıl amacı Büyük Turan İmparatorluğu‘nun kurulması ve Kafkasya’nın Ermenilerden temizlenmesiydi. 1918 yıldında Kafkasya’da 400 000 Ermeni öldürüldü. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da katliamlar devam etti. 1920’de Mustafa Kemal’in kuvvetleri, daha yeni kurulmuş olan Ermenistan‘a saldırıya geçti . Yüzlerce Ermeni köyü yakılıp yıkıldı. Çoğu soykırımdan kurtularak kaçmış 60 000 Ermeni öldürüldü. Türk kuvvetleri Erivan sınırında Kızıl Ordu tarafından durduruldu. Aksi halde Ermeni halkının tümden imhası gerçekleşmiş olacaktı“ (Boris Barht, 2006)

Belki Mustafa Kemal 1915-16’nın sorumlularından biri değildi ama, Kafkasya’da olup bitenler, soykırıma neden olan Jöntürkler’in „milli devlet“ projesini kararlılıkla sürdüren Mustafa Kemal’i de soykırımın sorumlularından biri haline getirmektedir. Öte yandan Türkiyenin anti emperyalist bir ulusal mücadele neticesinde kurulduğu tezini ise olaylar ve belgeler doğrulamıyor. İngilizler İstanbul’a girdiklerinde hangi direniş oldu sahi? Gerçekten İtalyanlar, Türkiye‘nin güneyini işgal ettiler mi? Ettilerse İtalya ile aramızda vuku bulan meydan muharebesi hangisidir? İşgale karşı kanıtlanabilir muharebeler Batı’da Yunanlılara karşı oldu ve bedeli işgal ile alakası olmayan Karadeniz Pontuslularına ödetildi. Türkiye Cumhuriyeti, Ermeniler’in imhası, „Rumların“ katliamı ve sürgünü sonucu kuruldu. Dadrian ve Akçam, Ermenilere yönelik imha planının mutemelen 1915 Mart’ında alındığını söylerler. Soykırım araştırması 1915 Jenosid’inin nasıl gerçekleştirildiğini belgelemiş, Almanya, Avusturya, İngiltere, Fransa, Rusya, Amerika arşivlerindeki belgeler gün ışığına çıkarılmıştır. Az bilinen olgu, soykırımı gerçekleştiren failler arasındaki yazışmalardır. Osmanlı arşivlerinin araştırmacılara kapalı olmasının yanısıra, Soykırım faillerinin Birinci Dünya Savaşının kaybedilmesinden sonra kaçarken belgeleri yok etmiş olmaları, konuyu incelemeyi zorlaştırmaktadır.

Türk resmi görüşüne göre, 1915 yılında hiçbir şey olmadı. 1915 yılında, bir yıl gibi kısa bir süre içinde birçok halkın kökü kazınmadı. Öyleydi de, 1916 yılında Talat Paşa, Fransızca olarak “Ermeni meselesi hallolunmuştur” derken neyi kast ediyordu? Öyleydi de, 1918 yılı sonunda, Ermenilere yönelik mezalim Meclis-i Mebusan’da neden konu edildi? Öyleydi de, Meclis-i Mebusan azası Ahmet Rıza Bey, niçin hayatlarını tehcir yollarında yitirmiş Ermeniler için dua okuma gereği duydu? Öyleydi de, Şubat 1919’da, aralarında Enver-Talat-Cemal üçlüsü de dahil, Divan-i Harbi Örfi’de açılan toplam 36 davanın konusu neydi? Öyleydi de, Ana davanın iddianamesinde savcının atıf yaptığı, 41 resmi-şifreli telgrafta neler yazıyordu? Öyleydi de, mahkemede İttihatçıların avukatlığını yapan ve Türkiye Cumhuriyeti İlk Meclis Başkanı unvanını taşıyan C. Arif, neden katliamların adi suçlar olmadığını, devletin çıkardığı kanunlar ve uygulamalar sonucu vuku bulduğunu, dolayısıyla “kişisel sorumluluktan” söz edilemeyeceği şeklinde bir savunma yaptı? Öyleydi de, neden Enver, Talat, Cemal Paşalar, Teşkilat-ı Mahsusa şefi Bahaaddin Şakir, Emniyet Müdürü Azmi Bey’de dahil toplam 17 kişi idama mahkum edili? Öyleydi de, neden bugün “şehit” unvanıyla anılan Urfalı Nusret, “kahraman“ ünvanıyla anılan Yozgat kaymakamı Kemal, her hangi bir ünvandan mahrum kalan Haydar Baba idam edidiler?

Divan-i Harb yargılamaları tarihte ilk kez bir ulusun, sonuca ulaşmamış kendini yargılama denemesiydi. Nürnberg’den önceki Nürnberg’ti. Tarihin tuhaf bir oyunu sonucu, Almanlar tarafından yurtdışına kaçırılan, idama mahkum edilmiş soykırım suçluları, daha sonra Ermeni intikamcıları tarafından öldürüldüler. Başvezir Said Halim, 6 Aralık 1921’de, Roma’da, Cemal Paşa, 21 Haziran 1922’de Tiflis’te ortadan kaldırıldılar. 1922 Nisan’ında “Teşkilat-ı Mahsusa” şefi, Dr. Bahaddin Şakir ve „Trabzon Kasabı“ namıyla ün salmış Emniyet Müdürü Cemal Azmi, aynı gün ve saatte, Berlin’de Uhland Caddesi’nde öldürüldüler. Mezarları halen Berlin’de „Türk Şehitliği“ adı verilen Neukölln Camisi’nin ana giriş kapısının solundadır. Bilindiği gibi Soykırım baş sorumlularından biri ve organizatörü olan Dahiliye Nazırı ve Başvezir Talat Paşa da, 15 Mart 1921’de Berlin, Hardenberg Caddesi’nde suikasta kurban gitti. Bu suikastler, aralarında Dr. Tessan Hoffman da olmak üzere, bazı araştırmacılar tarafından, „katillerin katli.“ olarak tanımlanır.

Soykırım kavramı ilk kez 1944 yılında, Polonyalı Raphael Lemkin (1900-1959) tarafından (Axis Rule in Occupied Europe: Laws of Occupation, Analysis of Government, Proposals for Redress. Washington D.C. 1944. ) kullanıldı. Soykırım kavramının ilk kullanıldığı resmi belge 18 Ekim 1945’de Nürnberg Mahkemelerinin iddanamesidir. Ve orada „1,4 milyon Hıristiyan Ermeninin, Türk Hükümetinin emriyle öldürülmesi yüzyılın ilk büyük jenositi“ olarak saptanır.

Soykırım kavram ve sözleşmesini kendisine borçlu olduğumuz Raphael Lemkin’in Soykırım konusuna ilgisi 1920’lere kadar uzanır. Lemkin’in olaya ilişkin yıllar sonraki yorumu şöyledir: „1921’deki Talat Paşa davası çok öğreticiydi. Annesi soykırımda öldürülmüş bir adam (Soghomon Tehlirian) Talat Paşa’yı öldürüyor. Bakın, bir avukat olarak düşündüm ki, bir suç kurban tarafından değil mahkeme tarafından, ulusal hukuk tarafından cezalandırılmalıdır.” Ermeni Tehcirinin Soykırım sözleşmesine olan etkisini de şu sözleriyle dile getirir Lemkin: „Fırat nehrine atılan ya da Der-Es-Sor yolunda katledlen Ermeni erkekleri, kadınları ve çocuklarının acıları, Soykırım Sözleşmesinin kabülüne giden hazırlık yolu olmuştur“

20. Yüzyılın ilk büyük soykırımına ve „soykırım“ kavramının icadına neden olmuş bir ülkenin, Türkiye’nin halen soykırımı reddetmesi utanmazlık değilse, nedir?

Lemkin’den bu yana soykırım araştırmacıları içinde Ermeni katliamlarının soykırım olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı meselesi tartışma konusu değildir. Lemkin, o zamanlar Ermeni ve Süryanilere yönelik işlenen ad verilemeyen suça „soykırım“ adını vermiştir. Ermeni Soykırımı, Holocaust ve Ruanda soykırmlarıyle beraber, „mutlak“, „sonuca ulaşmış“, „tamamlanmış“ soykırım olarak olarak tanımlanır.

ERMENİ MESELESİ DEĞIL, TÜRK MESELESİ VAR

Dolayısıyla halen „Ermeni Meselesi’inden sözediyor olmamız saçmadır aslında. Geçen yüzyıldaki „Ermeni Meselesi“ 1915’de imhayla çözülmüştür. Bugün Ermeni meselesi değil, Türk meselesi vardır. Soykırımın inkarı bir Türk meselesidir. Ermeni Diaporasını öcü olarak göstermek Türk meselesidir. Soykırım kurbanlarının anısına yönelik saygısızlıklar, hayatta kalmış torunlarına karşı kibirlilik ve tehditler Türk meselesidir.

Soykırım Kurbanlarının 96. yıldönümünü herhangi bir yerde değil, Nazilerin dünyaya savaş ilan ettikleri ve „ultimativ“ bir soykırımı gerçekleştirdikleri Almanya’da anıyoruz.

Biri köklerimin uzandığı, diğeri yaşadığım bu iki ülkenin insanlığa karşı işlendikleri iki büyük suça karşı da sorumluluklarımın olduğunu hissediyorum. Mareşal Helmut Graf von Moltke, 1835-1839 yıllarında Osmanlı ordusunun modernleşmesini sağlarken, Kürt isyanlarının bastırılmasında da ciddi bir rol oynadığını, biliyorum. Birinci Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti, Ermenilere karşı yirminci yüzyılın ilk büyük soykırımını gerçekleştirdiğinde, Almanya’nın Türkiye’nin safında olduğunu, biliyorum. 1938’de Almanya’da, ırkçı yasaların çoktan uygulanmaya başlandığını, 9/10 Kasım günü, tarihe “Kristal Gece” diye geçen Yahudi pogromuyla, Almanya’da Yahudilerin imha sürecinin hız kazandığını, biliyorum. O sırada Dersim’de Kürtler kırılıyor, aileleri öldürülen ya da ailelerinden zorla alınan çocuklar, özellikle de kız çocukları yüksek rütbeli asker ailelerine evlatlık veriliyor, „doğuya“ Atatürk tarafından „Türk Misyonerleri“ gönderiliyordu.

Almanya’nın, savaştan sonra geçmişiyle yüzleşmesi kolay olmamıştı. Nazi savaş suçlularının yargılandığı Nürnberg Mahkemesinde 256 sayfalık kararda, Avrupa Yahudilerin imhasına verilen yer sadece üç sayfadır. Avrupalı Roman-Sinti’lerin kırımından ise zaten sözedilmez. Sanılanın aksine, Almanya’nın kendi tarihiyle yüzleşmesinde Nürnberg Mahkemelerinin rolü kısıtlıdır. Toplumun suskunluğunu kırmak için ilk önemli sivil girişim 30 Nisan 1958 yılında, halen varlığını sürdüren ve her yıl Almanya’nın yıkıma uğrattığı ülkelere „barış gönüllüleri“ yollayan, ASF-Aktion Sühnezeichen Friedensdienste adlı organizasyonun Berlin’de kuruluşuyla başlar.

Biz Almanlar,-diye başlar, Lothar Kreyssig tarafından okunan kuruluş bildirgesi- “İkinci Dünya Savaşında, insanlığın yaşadığı hiç bir acıyla kıyaslanmayacak bir günahın suçluları olduk. Tanrı’ya karşı haramice bir asilikle, milyonlarca Yahudi’yi katlettik. Bu suça iştirak etmeyenler de, suçu engellemek için yeterince çaba içinde olmadılar.”

Dialog ve barış çabasının esas olarak suç toplumundan gelmesi gerektiğinin bilincinde olan kuruluşun yayınladığı bildirgesinin sonundaki çağrı şöyledir:

„Zorbalığımız altında acı çeken halklardan, bizlere, bir avuç barış, bir avuç kefaretin emaresi olsun diye, kendi ellerimizle, kendi kaynaklarımızla, onlar için bir köy, bir okul, bir hastane, bir kilise ya da kamu yararına herhangi bir iş yapabilmemize izin vermelerini rica ederiz…(Hükümetlerden), bu çabalarımızı abartmamalarını, suçlarımızın tazmini olarak algılamamalarını rica ediyoruz. Yapmak istediğimiz sadece hizmetimizi kabul ederek barış ve bağışlanma arzumuza yardımcı olunması ricasıdır.“

O günden bu yana ASF-Aktion Sühnezeichen Friedensdienste, aralarında İsrail ve Amerika da olmak üzere 12 ülkeye her yıl 180 barış gönüllüsü yollar. Barış elçileri, Nazi soykırımında hayatta kalmış olanlara yardımcı olan sosyal kuruluşlarda, anıt evlerde, çocuk yuvalarında, yaşlılar yurtlarında, hastanelerde, sosyal hizmet kuruluşlarında gönüllü çalışırlar. Bugün Almanya ile savaş ve soykırım suçuyla zarar verdiği bu ülkeler ve toplumlar arasındaki ilişkilerin gelişmesinde bu barış gönüllülerinin katkısı çok önemli olmuştur.

Köln’e yirmi yıl önce ayak bastığımda, Almanya’nın tarihi ve geçmişiyle yüzleşme faaliyetinden haberim olmadığı gibi, Jöntürk’lerin (İttihak ve Terakki) işledikleri suçun boyutundan da haberdar değildim. Konuya ilişkin yalan içermeyen tek bir kitap okumamıştım daha. Askeri Cunta döneminde yarım milyon insan gözaltına alınmış ya da tutuklanmış, hemen hepsi şiddete ve işkenceye maruz kalmış, yüzlercesi hayatını kaybetmiş, elli kişi idam edilmişti. Bizler halen hayattaydık ama, devletin sözcüleri, suçu haklı çıkarmaya çalışıyor, Türkiye’nin işkence ile ilgili sözleşmeleri imzaladığı ve Türkiye’de işkencenin kanunen yasak olduğunu ileri sürüp, yaşadıklarımızı inkar edebiliyorlardı.

Almanya’ya ayak bastığım yıl, Türkiye’de, daha sonra Frankfurt Kitap Fuarı‘nda „Uluslararası Yayıncılar İnsan Hakları Ödülü“ verilen Ayşe Nur Zarakolu’nun eşi Ragıp Zarakolu ile beraber kurucusu olduğu Belge Yayınevi tarafından Yves Ternon’nun, „Ermeni Tabusu“ adlı eseri Türkçe yayınlandı. O zamanlar Almanya’da yaşayan Taner Akçam da „Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu“ adlı kitabını yayınladı. Taner Akçam, 1915 Soykırımını doğrudan gündeme getiren ilk Türk akademisyeniydi.

Edindiğim bilgilere göre, suskunluğa ve yalana karşı ilk insiyatif, daha sonraları kendilerine „Soykırım Karşıtları Derneği“ adını verecek olan çevreydi ve Frankfurt’ta kuruldu. Ali Ertem ve arkadaşları hemen her yıl 24 Nisan’da, Erivan’daki Soykırım Anıtı’ndaki anma toplantısına katılmak için heyet oluştururlar.

O zamanlar şimdi yaşanan şiddet olgusu ile tarihte vuku bulan soykırım ve katliamlar arasındaki ilişki ve farklılıkları bilince çıkarabilmiş ama geçmişle nasıl yüzyüze gelebileceğimize dair bir fikir geliştirememiştim.

Ermeni Soykırımın bügünkü anlamı ve sorumluluklarını kavrayabilmek için Alman tarihi ve Almanya’nın geçmişiyle yüzleşme çabasını incelemeye başladım.

Artık bir hatırlama ülkesine dönüşen Almanya’nın geçmişine, halen de bitmeyen yolculuğum, başladı. Hepsi de anıt evlere, anıt kabirlere ve anıt yerlere dönüşen temerküz ve imha kamplarını ziyaret ettim. Örneğin, 1943 yılının Şubat’ında Türk tarafının arzusu üzerine İstanbul Emniyet Müdürü Nihat Haluk Pepeye’nin ve Salâhattin Korkud’un inceleme gezisine katıldıkları Berlin yakınlarındaki Temerküzkampı Sachsenhausen’a gittim. Rıfat Bali’ye göre, bu iki devlet adamının görevlerinden biri de, Talat Paşa’nın kemiklerini Türkiye’ye sevketmekti. Gerçekten de, bu ziyaretin akabinde, 25 Şubat 1943’de, Türkiye’ye götürülen Talat Paşa’nın naaşı devlet töreniyle Abide-i Hürriyet’te Şehitler mezarlığında defnedildi. Ziyaret ettiğim diğer bir müze 26 Ekim 1943 tarihinde, aralarında üç çocuğun da olduğu 12 Türk Musevi kadının sevkedikleri eski kadınlar temerküz kampı Ravensbrück’tü.. 20 Ocak 1942’de Nazilerin “Nihai Çözüm” plan ve uygulamasını konuştukları Berlin-Postdam’daki “Wannsee Konferansı Anıtevi”ni ziyaret ettim. Tarihe ”Wannsee Protokolü” olarak geçen konferans tutağında, Avrupa’nın değişik ülkelerinde yaşayan 11 milyon Yahudinin imhası için her türlü gayretin sarf edileceği resmileştirilmişti.

Soykırım olgusunu anlayabilmek için Polanya’daki artık müze olan Majdanek, Sobibor imha kamplarını da zyaret ettim. En büyük toplama ve imha kampı ve Holocaust’un sembolü olan Auschwitz’den yeniden travma geçirerek döndüm. Auschwitz’de, o güne kadar edindiğim bütün kimlikler önemini yitirdi. Türk, solcu, devrimci, insan hakları savunucusu, işkence mağduru olup olmadığım anlamsızlaştı. Auschwitz’i yıllar sonra da olsa görmüş, Ermeniler için Suriye çöllerinde kurulan Der-Es Sor temerküz kampından haberdar olmuş biri olarak sonraki hayatımı eskisi gibi sürdüremeyeceğimi hissettim.

Schoah (Holocaust)’da 3000 Türk vatandaşının Nazi toplama kamplarında can verdiğini biliyordum artık. Halen Berlinde yaşayan Isaak Behar’ın ailesi de Auschwitz’de öldürülenler arasındaydı. 1915’de İstanbul’dan Berlin’e göçetmelerinin nedeni „Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan azınlıklara – Rumlar, Ermeniler ve Museviler– yönelik giderek artan düşmanlıklardı«.

4 Ocak 1933’de Adolf Hitler’in, 1919 yılından itibaren Ankara büyükelçisi olacak olan Franz von Papen ile Köln’de bir villada koalisyan pazarlığı yaptığını ve Hitler’e iktidara giden yolu açtığını biliyordum artık. Franz von Papen, Birinci Dünya Savaşında, Cemal Paşa kumandası altındaki 4. Ordu’nun komutanlarından biriydi ve görev bölgesi Filistindi. Ermenilerin kırımındaki rolüne dair her hangi bir belge mevcut degilse de, pek çok Alman Generali ve subayının soykırımda olumlu ve olumsuz roller oynadıklarına dair pek çok belge mevcuttur. Talat Paşa Davası’nın „Uzman Tanıklarından olan General Otto Liman von Sanders (Liman Paşa)bunlardan biriydi. Bir diğeri, Enver Paşa ile beraber Sarıkamış’ta, Allahu Ekber dağlarında 3. Orduyu kırdıran ve savaştan sonra Ermeniler hakkında şöyle konuşan Fritz Bronsart von Schellendorf (Bronsart Paşa’ydı): »Ermeni, Yahudi gibidir. Kendi vatanları dışında, yerleştikleri ülkelerin kanını emen bir parazittir. Kendi ölüm ve yok oluşlarına neden olan, onlara yönelik ortaçağa özgü nefretin nedeni budur.«

Böyle bir anma gününde, böyle iğrenç bir alıntı yaptığım için üzgünüm. Ancak bu örneği vermek zorundaydım, çünkü güncelliğini koruyan bir fikir bu. Ermeni Soykırımıyla ilgili Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tutumunu yansıttığı için önemli. Türkiye, sürekli olarak kurbanı, kendi yokoluşunun sorumlusu haline getirmeye çalışıyor. Kendisini de failden mağdura dönüştürmeye çabalıyor. Almanya’da da geçmişle yüzleme çabasının bütün olumluluklarına karşın, bazı insanlar - Neonazileri, Faşitleri- aşırı sağcıları kastetmiyorum, onlar zaten ortada- Almanya’nın suçunu hafifletmek, Almanya’nın kedi tarihiyle yüzleşme çabasını baltalak için akıl almaz tutumlar içine girebiliyorlar.

Şiddet dolu geçmişine, tarihi revize etme, suçu hafif gösterme çabalarına karşın, Almanya, Walter Benjamin’in bir zamanlar tasavvur ettiği gibi, bir toplumun tarihi değiştirme yetisinin en önemli bir örneğidir. Almanya geçmişiyle yüzleşerek, geçmişiyle uzlaşmayarak tarihini değiştirdi. Bu yüzden Almanya diğer Avrupa ülkelerine göre, göçmenlerin ve azınlıkların güven içinde yaşayabildikleri bir ülkeye dönüşebildi. Türkiye’de ise halen, sadece müslüman olmayan azınlıklara yönelik değil, Kürtlere yönelik de korkuç hadiseler ve çözümsüzlükler devam ediyor.

Bu yüzden Almanya’daki Türk kuruluşlarının, okullarda, Ermeni Soykırımının, Türk „çoçukarının zihinlerini tahrip ettiği“ ve „barışı tehlikeye düşürdüğünü“ ileri sürüp müfradattan çıkarılmasını talep etmeleri kabul edilemez.

Kalpazanlıkla mı „Türk çocuklarımızı“ koruyacağız? Peki “Alman,- Ermeni,- Arap,- Acem,-Kürt- Rus,- Polonya,- İtalyan, Yunan-Bosnalı- Sırp- Hırvat“ çocuklarımıza ne olacak?

12 yıl önce bir Köln’de „Soykırım ve İzdüşümleri“ etkinlikler dizisini yapmaya başladığımızda Hrant Dink hayatta ve AGOS gazetesi dört yaşındaydı.

Kendi tecrübelerimizle, köklerimizin uzandığı ülkenin, çoçuklardan katil üretme yetisini bildiğimiz halde, Hrant Dink’in öldürülebileceğini aklımızdan geçirmemiştik.

“Bu ülkede güvercinler vurulmaz!“ demişti son yazısında Hrant Dink. Doğduğu ülkede, binlerce güvercinin vurulduğunu bildiği halde, güvercinlerin artık vurulmayacağına inanmak istemesini anlayabiliyorum. İstanbul onun yurduydu ve İstanbul’da yaşamak herkesten daha çok ona yakışırdı. 19 Haziran 2007’de, canını alan katiller, Hrant Dink’in dialog ve barış çabasına alçakça son verdiler. Hrant Dink’in katilleri, sadece tetikçiler değildir. Suskunluğumuzdu onun katline neden olan, Türk kimlikli yalanlarımız, Türk kimlikli kibrimiz, Türk kimlikli vurdumduymazlığımızdı.

Hrant Dink’le hayatımda iki kez karşılaştım. İlki 2004 yılında Köln’de. Son kez ise 24 Nisan 2005 Anma gününde. Öğlenden önce, saat 11 civarlarında. Erivan’da, Soykırım Anıtın’da.. Halen, benim bir kaç adım önümde, yanında Taner Akçam’la soykırım kurbanlarının anısına yakılmış „sonsuz ateşi“ çevreleyen çiçek deryasına ağır adımlarla ilerleyişini hatırlıyorum. Taner Akçam’ı teselli etmeye çalışırken, gözyaşlarını tutamadığını hatırlıyorum.

SUSMA HAKKIMIZ YOKTUR

Soykırım kurbanlarının hayatta kalmış torunları, yüz yıl sonra da ağlamaya devam ediyorlarsa, görmezlikten gelme, susma hakkımız yoktur. Hrant Dink‘in katli haklı olarak „1.500.000+1” şeklinde, soykırımın devamı, „Bir İnsanın Soykırımı“ olarak algılanıyorsa susma hakkımız yoktur. „Bırakalım tarihçiler konuşsun“ tezi saçmadır. Tarih cinayet işlemeye devam ediyorsa, tarih tarihçilere bırakılamaz. Suskunluğumuzu kırmak için „Hrant Dink’in ölümünü bekledik. Sözlerine doğru dürüst kulak verseydik onu anlamaya çalışsaydık, bizlere basit bir mesaj verdiğini, diaolog çabasının asıl „suç toplumu mensuplarının“ görevi, tarihsel suçların sorumluluğunu kabul etmenin tarihi değiştirmenin ilk adımı olduğunu anlardık. Her şeye rağmen Hrant Dink’nin cansız bedenine sahip çıkarak, sokaklara dökülmemiz, onu koruyamadığımız için ondan özür dilememiz bir dönüm noktası, „Geçmişle yüzleşme ayaklanmasının“ ilk adımıdır.

Türkiye artık yalanlarıyla usandırdı herkesi. Soykırımı yalanlama çabaları artık işlemez oldu. Türk devleti, yargısı, şiddeti, başlayan toplumsal hareketi, „Ermeni Soykırım“ tartışmalarını, Soykırım Kurbanlarını hatırlama faaliyetini durdurma gücünü sonuna kadar kullandı ve olanaklarının sınırına dayandı.

Adaletin ikamesi ve Soykırım Kurbanlarının onuru için başkaldırıya ihtiyacımız var.

Türkiye, utancına son vermek için Soykırımın 100. yıldömünü gelmeden, 2015’den önce, Ermeni-Süryani Soykırımını resmen tanımak zorundadır. Bu sadece politik değil, Türk toplumu için ahlaki ve insani bir sorumluluktur.

2015’den önce adalet ve Soykırım Kurbanları’nın onuru için ayaklanmak zorundayız.

2015’den önce, mit unseren Händen (kendi ellerimizle), mit unseren Mitteln (kendi kaynaklarımızla) für die Ehre der Opfer und Nachkommen etwas Gutes zu tun; (kurbanların onuru ve hayatta kalan torunları icin) ein Dorf, eine Siedlung, eine Kirche, ein Krankenhaus oder was sie sonst Gemeinnütziges wollen, als Versöhnungszeichen zu errichten. (bir köy, bir okul, bir hastane, bir kilise ya da kamu yararına herhangi bir gönüllü iş yapabilmemize izin vermelerini rica edebilmek için), kendi barış süvariler alayımızı, kendi “Aktion Sühnezeichen“ımızı kurmak, oluşturmak zorundayız.

Bunu başardığımızda Soykırım kurbanlarının torunlarına söyleyebileceğimz sözleri de biliyoruz demektir:

Ermenilerden, bu çabalarımızı abartmamalarını, suçlarımızın tazmini olarak algılamamalarını rica ederiz. Yapmak istediğimiz sadece hizmetimizi kabul ederek barış ve bağışlanma arzumuza yardımcı olunması ricasıdır.



[1] Boris Barht, 2006, „Genozid“, s. 8

[2] Bahrt Boris, Genozid, C.H.Beck, München 2006), s. 8, ayrıca bak: Ternon Yves, Der verbrecherische Staat. Völkermord im 20. Jahrhundert, Hamburg 1996, s.34

[3] Sassounian, Harut: Lemkin Discusses Armenian Genocide In Newly-Found 1949 CBS Interview. In: The California Courier Dec. 8, 2005., İngilizcesi: “The trial of Talaat Pasha in 1921 in Berlin is very instructive. A man (Soghomon Tehlirian), whose mother was killed in the genocide, killed Talaat Pasha. … So he committed a crime. So, you see, as a lawyer, I thought that a crime should not be punished by the victims, but should be punished by a court, by a national law. “

[4] Kieser, Hans-Lukas: Die armenische Tragödie. In: Weltwoche, Ausgabe 42/2006. Almancası: „Die Leiden armenischer Männer, Frauen und Kinder, die in den Euphrat geworfen oder auf dem Weg nach Der Zor massakriert wurden, haben den Weg für die Annahme der UN-Genozidkonvention vorbereitet.“

[5] Metnin orjinali için: Aktion Sühnezeichen Friedensdienste, aber man kann es einfach tun, s. 12-13, Gabrielle Kamarer, Göttingen 2008)

[6] Guttstadt, Corry: Die Türkei, die Juden und der Holocaust. Assoziation A, Berlin - Hamburg 2008, s 317, 318

[7] Age. s 172

[8] „Die Wannsee Konferenz und der Völkermord an den europäischen Juden, Berlin 2006, s.110

[9] Behar 2002, S. 21

[10] Vgl. Hofmann 1980.

[11] zit. nach Gust, Der Völkermord an den Armeniern. 1993, S. 267

[12] FAZ, 7.08.2009