Burada, Atina’da bir adamla tanıştık geçen hafta. Bir restorana gittik, bizim Anadolu mutfağından mezelerin yapıldığı, işletmecisinin de İstanbul'dan buraya göç etmek zorunda bırakılan bir Rum olduğu.

Gidişimizin epey sonrasında aşçılarının Türk olduğunu söylediler ve bizimle tanışmaya geldi. 50-55 yaşlarında bir adam. Antalya'dan gelmiş, yirmi yıl önce, tabi ben peş peşe sorular soruyorum, neden geldin, neden buraya geldin, ilgini ne çekti bu ülkede de geldin?

Kayıtsızca cevap veriyor, bir gün aklına gelmiş, aslında daha ilerilere belki Avustralya’ya gitmek için çıkmış yola ama dil bilmiyormuş, yol bilmiyormuş, buraya kadar gelmiş daha sonrası için cesareti kırılmış, kalmış burada, kalış o kalış. Karısı da varmış 8 yıl evvel ölmüş, çocukları olmamış. Kalkan’da, denize en yakın ve hakim bir tepede imiş köyü, annesi varmış şimdi orada, her yıl gidermiş yanına, bir ay kalırmış, orası da sıcakmış burası gibi.

Peki burada sizi tutan ne var diye soruyorum, biraz cesaret almak istiyorum, bunun farkındayım, ihtiyacım var, pozitif ya da negatif bir coşku bekleyerek, hiçbir cevabı yok, buranın halkının genellikle tembel olduğunu söylüyor, öğleden sonra uyuyorlar diyor, ücretin yüksek mi diye soruyorum, ortalama bir rakam söylüyor, hiçbir şeyinin olmadığını da. Sesinde ne bir hüzün ne bir tasa ve ne de bir heves, heyecan yok, bakıyor öyle bize, biz de ona bakıyoruz, verdiği her cevap beni biraz daha tüketiyor, yaşamına karşı kayıtsızlığı nefesimi kesiyor.

Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir şeyin kendisini tutmadığı ama ölmeyi de becerememiş bir adam görüyorum, belki anlatamıyorum burada ama ilk kez böyle birini görüyorum. Depresif bir bünyem var, çokça sınırlarında dolandım hayatın, acılı insanlar gördüm, anneler, babalar, eşler.. ölümler hala da yaşıyor o ülkede insanlar tüm bunları. Ama yaşarken bu kadar hiçe bulanmışlık hiç görmedim, konuşurken kendimizi kara bir delikte hissettik.

Memleketi mutlu insanlarla dolu biri değilim, etrafım ne yaptığını bilen insanlarla dolu değil, ama yurdundan kalkıp başka bir memlekete yurt edinmeye gitmiş bir insanın, orada başka bir ülkede, kendini unutturmak istemesi ve aslında git gide kendini bir köşede unutmaya mahkum kılmış olması çok etkiliyor beni. Aylardır peşinde koştuğum bir şey sanki karşıma çıkıyor ve hayallerimin en sonunun burası olduğunu görüyorum, bu, evet.

İçimden bir türlü çıkmadı tasası bir haftadır. Aziz Nesin’in “yaşar ne yaşar ne yaşamaz” öyküsü geldi aklıma, yaşarken kendini yok etmenin nasıl bir şey olduğunu canlı olarak gördüm. Konuştuk bunun üzerine, siyasetten ve başkalarını dert etmekten yoksun insanın, kendini ve hayatını da aslında hiç dert etmeyebileceğini düşündük. Ve aslında dert etmeme halinin hiçbir şey etmeme hali olduğunu da…

Acı çekmenin aslında ne kadar kıymetli bir şey olduğunu bile düşündüm, kendimi unutmayı aylarca istedim, buna çabaladım ve bunun örneğini hakkaten gördüm de...

Şimdi biliyorum, hayır, istediğim tam da bu değildi... Başkaları için yemek pişiren birisinin hep aç kalması ne kadar acı, acısızlık ne kadar acı.

Şimdi bir haftadır, aylarca kendi kendimle yaptığım kavganın, kimi aldığım terapist yardımlarının da faydasızca değiştirebilme gücümü yerine getirmediği dönemlerden sonra, hiçbir yere ait olamama ve yolunu görememe hallerimin beni nerelere ve nasıl atacağını şaşırmış halde yaşayıp giderken iz gördüm sonunda, hemen dibimde. Ne gülmemek ve ne ağlamamak. Evet sanırım sorumun cevabını buldum, aylardır aradığım…