Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi’nin Abdüllatif Şener’le söyleşisinde çarpıcı ayrıntılar var:

“1990’lardan Günümüze Türkiye Siyaseti: Umutlar, Kırgınlıklar ve Güncel Sorunlar”

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti’nin) kuruluşunda yer alan ve 2002-2007 yılları arasında AK Parti milletvekilliğinin yanı sıra AK Parti Hükümetlerinde hem Devlet Bakanlığı hem de Başbakan Yardımcılığı gibi önemli görevlerde bulunan ve daha sonra partiden istifa eden Doç. Dr. Abdüllatif Şener ile bir söyleşi…

Siz 1991 yılında Refah Partisi’nden milletvekili seçilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdiniz. 1991-1998 yılları arasında Refah Partisi, 1998-2001 yılları arasında ise Refah Partisi’nin kapatılması sonrası kurulan Fazilet Partisi’nde görev aldınız ve hem milletvekili hem de bir dönem Maliye Bakanı olarak hizmet verdiniz. 2001 yılında ise Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti’nin) kuruluşunda yer aldınız ve 2002 yılında AK Parti’nin iktidara gelmesi ile birlikte 2002-2007 yılları arasında milletvekili olarak yine hem devlet bakanlığı hem de Başbakan yardımcılığı gibi önemli görevler üstelendiniz. AK Parti’nin en önemli kurucuları olarak kamuoyunda 4 isim öne çıkarılıyor, siz de onlardan birisiniz. Ancak önce 2007 yılındaki genel seçimde AK Parti’den milletvekili adayı olmayacağınızı açıkladınız, daha sonra da partiden istifa ettiniz. Fazilet Partisi’nden ayrılma nedeniniz ve AK Parti’nin kurulma sürecini biraz anlatır mısınız?

Ben Refah Partisi’nden 1991’de milletvekili oldum. 1996-97’de RefahYol Hükümetinde Maliye Bakanlığı yaptım. Sonra 1999 seçimleri öncesi 28 Şubat süreciydi ve Refah Partisi kapatıldı. Kapatmadan sonra yasaklanmayan milletvekillerinin hemen hemen hepsi başka partilere gitmediler, yeni parti kuruluşuna girdik ve Fazilet Partisi’ni (FP) kurduk. 1999 seçimlerine FP milletvekilleri olarak girdik. Biz FP olarak yolumuza devam ettik, fakat FP hakkında da kapatılma davası açıldı. Dedik ki bu yöntem kazaya uğruyor, yani sağlıklı bir yöntem değil. Türkiye’deki gelişmelere de tam uygun değil, bu yüzden yeni bir partileşme sürecine girdik. FP’de bulunan 50'ye yakın milletvekili diğer arkadaşlardan ayrılarak yeni bir parti eğilimine girdi. Bunların içinde önde olanlardan biri benim. FP kapatılınca yasaklı olanlar hariç FP milletvekilleri bağımsız milletvekili oldular. O bağımsızlık ortamında iki parti çıktı. Arkadaşlar Saadet Partisi’ni (SP’yi) kurdular, biz AK Parti’yi. Dolayısıyla aslında Fazilet Partisi’nden ayrılmadık, bazı arkadaşlarla yol ayrımına gidip başka parti ile devam ettik. Diğer bir deyişle, bağımsızken Anayasa Mahkemesi kararına istinaden yeni bir parti kurmuş olduk.

Siz AK Parti’nin kuruluş süreci ve yeni yapılanmasında nasıl rol oynadınız?

AK Parti’nin kuruluş safhasında aktif yer alan isimlerden biri bendim, kamuoyunun yakından izlediği ve bildiği bir kimlik olarak. Ve partinin kuruluş safhasında, yani 2001’de, AK Parti’nin parti programını ben hazırladım diyebilirim. Bunu ihtiyatla söylüyorum şu bakımdan çünkü bu program hazırlanırken 4-5 ayrı heyetten geçti. Her heyet günlerce çalıştı. Hatta heyetin biriyle Uludağ’da 3-5 gün geçirdik, tartıştık. Bir başka heyetle Bilkent otelinde birkaç günlük tartışma yaşandı. Afyon’da bir otelde yapılan bir tartışmada programla ilgili tartışmaları yöneten ve onlara yön veren bendim. Dolayısıyla AK Parti’nin parti programının hazırlanışı 4-5 heyetten geçmiştir, bu heyetlerde bulunanlar sürekli değişmiştir. Ancak bu heyetin başkanı olarak ben hiç değişmedim. Dolayısıyla ilk cümlesinden son cümlesine kadar benim ilgim bilgim ve yönlendirmem vardır; her kelimesinde imlam olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. O program hala değişmemiştir ve bugüne kadar gelmiştir. Demokratik bir programdı, çağdaş demokratik değerlere referans veren bir programdı, ötekileştirmeyi dışlayan bir programdı.

Daha sonra bu programdan sapma mı oldu? Uygulama beklediğiniz gibi olmadı mı?

Aslında ilk baştan beri Başbakan’ın siyaset yapma biçimi de bu programa aykırıydı. Hatta bakanlık döneminde bir ara dedim ki ‘Başbakanı parti disiplin kuruluna vereceğim çünkü AK parti programına aykırı siyaset yapıyor.’ Sonra dediler ki "Türk siyasi geleneğinde böyle bir şey olmaz Başbakanı, bir parti genel başkanını parti içinde yargılayacak herhangi bir birim yoktur. Yani hukuken vardır ama fiilen yoktur. Dolayısıyla kamuoyu bunu muziplik anlar söylediğini hafife alır başvurma" dediler. Sonra ben de düşündüm Abdüllatif şaka yapıyor diye değerlendirme yapılacağı için ben de başvurmadım. Ama program iyi bir programdır, ama Başbakan bu programa hiçbir zaman uymamıştır. Ve demokrasiyi içselleştirmiş bir insan değil. Kafasında bir demokrasi tanımı var ancak bu kafasındaki demokrasi tanımı demokrasiyle alakalı değil. Sandıktan ben çıktım istediğimi yaparım diyor. Hukuk devletinin de ne olduğunu bildiğini sanmıyorum. Davranışlarının hiçbiri hukuk devletiyle bağdaşmıyor. Ve bu söylediklerimi her somut olayda rahatlıkla görebilirsiniz.

Siz yıllarca Refah Partisi’nde de siyaset yaptınız ve Genel Başkan Sayın Necmettin Erbakan ile de hem partide hem de Başbakanlık yaptığı RefahYol hükümetinde çok yakın çalıştınız. Sayın Erbakan’ın desteklediği Saadet Partisi 2002’deki genel seçimlerde, ‘Milli Görüş gömleğini çıkardım’ diyerek seçime giden Sayın Erdoğan’ın Genel Başkan olduğu AK Parti’nin çok gerisinde kaldı. Yapılan bazı analizlerde Erbakan Hoca’nın ve Milli Görüş’ün hareketinin Türkiye’de hükümet olmasına rağmen en büyük yanlışının yüzünü Doğu’ya dönmüş olması gösteriliyor. Oysa onun tabanında yer alan Anadolu sermayesinin büyük ticaretini Avrupa ile yaptığı ve Doğu’dan çok Avrupa Birliği ile ilişkileri geliştirecek ve milli görüş değil küreselleşme yanlısı bir parti istedikleri için AK Parti etrafında kenetlendikleri anlatılır. Siz buna katılıyor musunuz? Sizce AK Parti bu nedenle mi destek gördü?

Erbakan Hoca söylemleri itibariyle İslam birliğini, İslam ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesini savunuyordu. Başbakanlık yaptığı ve benim de Maliye Bakanı olduğum hükümet döneminde D8 diye bir oluşum kurdu G8’e karşı olarak. ‘Madem Batının G8’i var, İslam dünyasının da D8’i olacak’ dedi. En fazla nüfusa sahip olan İslam ülkelerinden oluşan bir birlik ortaya çıkardı. Hatta bazı toplantılarda derdi ki yabancılara, Batılılara, ‘Siz masanın bir tarafında olacaksınız G8 olarak biz de diğer tarafında olacağız D8 olarak. Öyle eşit şartlarda müzakere edeceğiz.’ Bazı arkadaşlar bunu yadırgarlardı ‘Batıyı ürkütecek hocamız’ diye. Evet, politikalarında Doğu’ya, İslam dünyasına özel bir ilgisi olduğu doğrudur. Fakat çağdaş demokratik değerler açısından, demokrasiyi ve çağdaş devlet adamlığını anlama ve algılaması açısından, farklılıklara bakış tarzı açısından Batılı bir insandı. Dünyası ve ufku son derece genişti. Erbakan Hoca’nın bu düşünce dünyası, fikri altyapısı karşısında Tayyip Bey’in çok Doğulu bir zihniyete sahip olduğunu söyleyebilirim. Dolayısıyla başlangıçta da söyledim. Demokrasiden, hukuk devletinden, insan haklarından, laiklikten ne anlıyorsun, sırala alt alta. Çağdaş demokratik değerler deyince neyi görüyorsun, neyi hissediyorsun. Senin dünyanda bunlar ne anlam ifade ediyorlar. Sormaya da gerek yok. Tayyip Bey’in yapmış olduğu açıklamalar, onun ötesinde bazı demokratik eylemlere karşı gösterdiği tavırlar demokrasiden ne anladığını gösterir. Basın özgürlüğü diye bir kavram yok kafasında. Sivil toplum, özgün gelişme diye bir kavram yok. Basın kendisine bağlı olacak. STK'lar emirleri kendisinden alacak. Kuvvetler ayrılığı diye bir kavram yok. Yasama, yürütme ve yargı hepsi kendi tekelinde olacak. Bu anlayışa sahip bir insan Başbakan Erdoğan. Ben Başbakanı Batıya yönelmiş bir insan olarak görmüyorum.

2002 yılında siz de Milli Görüş gömleğini çıkarmış mıydınız?

Ben Milli Görüş gömleğini çıkarmaktan hiç söz etmedim. Milli Görüş sözü doğru bir sözdür. Her siyaset yapanın Milli Görüşe sahip olması milli düşünceden yana olması lazım. Bizi milletvekili seçen bu ülkenin insanlarıdır. Milli Görüş dediğin o ülkedeki insanların ortak düşünceleri, ortak beklentilerini ifade eder. Dolayısıyla ben her seçilenin ülkenin insanına ait kolektif görüşü sahiplenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama Milli Görüşü kavramlaştıran Erbakan Hoca’ydı. Bizim yolumuz ayrı demek isteyen arkadaşlar Milli Görüş gömleğini çıkardık dediler. Bunu kullanan Başbakan Erdoğan’ın kendisidir. Ancak son zamanlarda Milli Görüş sözünü ön plana çıkarmıştır. Zamanında Milli Görüş gömleğini çıkaran Erdoğan şimdi Türkiye’de 81 ilde yapılan eylemlere karşı Milli Görüş mitingleri düzenliyor. Burada tutarsızlık var. Ben Milli Görüş gömleğini çıkardım deyimini hiç kullanmadım.

Siz açıklamalarınızda AK Parti’deki Bakanlığınız döneminde inanmadığınız hiçbir karara imzanızı atmadığınızı söylemiştiniz. Özellikle bazı kritik özelleştirme kararlarına sizin karşı koyduğunuz gündeme geldi. Hatta bu tip haberlerin devamında Özelleştirme İdaresi de sizden alınarak Maliye Bakanlığı’na bağlandı. Bakanlığınız döneminde özelleştirme kararlarına hiç imza atmadığınız doğru mu? Genel olarak özelleştirmeye karşı mısınız yoksa başka nedenlerle mi özelleştirme kararlarına karşı çıkıyordunuz?

Ben özelleştirmeye karşı değilim. Özelleştirme İdaresi bana verildiğinde Abdullah Gül Başbakan’dı. Kendisi devlet bakanlıklarına, Başbakan yardımcılıklarına ki bunlar da devlet bakanlığı sayılıyor, hangi birimlerin bağlanacağını önceden çalışmış. Bana da şunları vereceğini söyledi tam listeyi açıklayacağı gün. Listeye baktım. Listeyi pek beğenmedim aslında ve kendisine dedim ki şunu benden al, şunu bana ver. Mesela Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) listede değildi, DPT’yi görüşmemiz sırasında aldım bana bağlı şeyler vardı onu da başkasına ver dedim. Bana verilen şeyler içinde Özelleştirme İdaresi de vardı bunu da benden al demedim, onu kabullendim ve aldım. Erdoğan Başbakan olunca da aynı görevlendirme devam etti. Eğer özelleştirmeye karşı olsaydım doğrudan özelleştirmeyi benden alın derdim. Çünkü o safhada istediğimi alıp bırakma gücüne sahiptim. Daha sonra Başbakan ile aramızda ihtilaf başladı. Bu ihtilafın bir parçası olarak Özelleştirme İdaresi’ni bırakmak zorunda kaldım. Özelleştirme ile ilgili ihale takvimlerini belirledik. Özelleştirme ile ilgili bütün kuruluşların özelleştirme programlarını hazırladık. Hangi kuruluşun hangi tarihte ihaleye çıkacağını da belirledik. Ben bunu basın açıklamasıyla da açıkladım. Ama hiçbir kuruluşun özelleştirmesi için ihaleye çıkamadan ben bırakmak durumunda kaldım. Onun için hiçbir özelleştirmede imzam yoktur. Özelleştirme İdaresi’ni bıraktıktan sonra Başbakan beni Özelleştirme Yüksek Kurulu’na yazmıştı. Daha önce tartıştığımız, daha önce özelleştirilmiş bazı kuruluşların taksitlerinin ertelenmesiyle ilgili bir kararı getirdiler bana imzaya Yüksek Kurul üyesi olarak. 4 tane kuruluş. Bizden önceki dönemde ihaleyle devletten bir şeyler almışlar. Farklı taksit yılları var. Örneğin 8 yıl içinde ödeyecekler borçlarını. Faizlerini silen taksitlerini 12 yıla çıkaran karar. Bu uygulamalar özelleştirme mevzuatına da aykırı. İlk başta taksit süresini 12 yıl diye ilan etsen ona farklı para söyleyecek ihaleye girecek insanlar olacak. Burada doğrudan yolsuzluk var bana göre. Bana getirdi imzaya özelleştirmeden sorumlu bakan, ben Özelleştirme İdaresi’ni bıraktıktan sonra Kemal Bey (Maliye Bakanı Kemal Unakıtan) almıştı, baktım, Başbakan imzalamış öbür hiçbir bakan imzalamamış, ikinci imzaya bana getiriyor. Aslında Başbakanın en son imzalaması lazım, Başbakan’dan önce benim imzalamam lazım, en önce de özelleştirmeden sorumlu bakanın kendi imzalaması lazım. Ama bana imzaya getirenin, bakanın bile imzası yok. Bu kararın anlamı ‘Ya seni bu koltuktan alırız ya da burnunu sürteriz demek’ dedim. ‘Koltuktan alabiliyorsan al alamıyorsan burnumu sürttürmem, al götür bunu’ dedim. Bu Erdoğan’ın Başbakan oluşunun ilk ayıydı.

Türk kamu yönetiminde böyle bir kararın diğer bakan ve ilgili bürokratlar imzalamadan Özelleştirme Yüksek Kurulu üyesi Başbakan Yardımcısı olarak size getirilmesi usulen doğru değil zaten, öyle değil mi?

Tabii ki bu yanlıştı. Zaten en başta da bu sebepten, tabii bir sürü sebebi de vardı da, bu konu da sebeplerden biriydi. Ben Özelleştirme İdaresi’ni bıraktıktan hemen sonra beni idare üst kurulunda görevlendiriyorsunuz ve ilk imzaya getirilen bu oluyor. Benim daha önce tartıştığım Özelleştirme İdaresi’nden bıraktığım konuyu içeren şey geliyor önüme. Ben imzalamadım ama Başbakan bu olaydan dolayı benimle tam iki ay küs kaldı. Aramızın açık olduğunu kamuoyu bilmesin diye yurt dışına giderken Başbakanlık vekâletini bana bırakır giderdi. Yurt dışına giderken protokol gereği yolcu ediyorsunuz gelince karşılıyorsunuz, basın toplantısı yapıyorsunuz. Basın toplantısında yanında oturduğum halde benle konuşmazdı ama vekâletleri bırakır giderdi. Sonunda dedim ki, bir gün gece 12’ye doğru odasına gittim, ‘Ya 2 aydır konuşmuyoruz, siz en iyisi Özelleştirme Yüksek Kurulu’ndan da beni alın da rahat edin’ dedim. Başbakan Erdoğan ‘Ama sıkı duracaksın’ dedi, kendi tabiri aynen bu. ‘Ben zaten her zaman sıkıyım’ dedim, yani dışarı laf çıkmayacak demek istedim. Ve o kadar sıkışmış ki gece 12’ye geliyor ama o günün tarihli Resmi Gazetesinde yayınlanarak hemen ertesi günü beklemeden beni Özelleştirme Yüksek Kurulu’ndan aldı. Böylece ne Özelleştirme Yüksek Kurulun’da bulundum ne de Özelleştirme İdaresi başlangıçta bende olduğu halde sürdürdüm. AK Parti dönemindeki özelleştirmelerde benim imzam yoktur. Ama benim bazı özelleştirmelerde imzam vardı. 1996-97 Maliye Bakanlığı döneminde de ben Özelleştirme Yüksek Kurulun’un üyesiydim ve o dönemdeki özelleştirmelerde benim imzam vardır.

Sayın Başbakan Erdoğan’ın bakanları görevlendirmeden onlardan imzalı istifa mektubu aldığı bilgisi kamuoyuna yansıdı. Bu doğru mu?

Doğru. Kendisi siyasi yasağı kalkınca Siirt’ten milletvekili oldu. Partinin Genel Başkanı Başbakan olunca, Gül Başbakanlığı bırakmak durumunda kaldı. O da Başbakanlığı üstlendiği zaman Anayasa gereği hükümet değişmiş oluyor. Gül hükümeti 58. Hükümetti, Erdoğan hükümeti 59. Hükümet olarak göreve başlayacaktı ve bakanları tekrar Başbakan olarak Cumhurbaşkanı’na teklif edecekti, yani Erdoğan, Ahmet Necdet Sezer’e teklif edecekti. Yeni Bakanlar Kurulu listesini hazırlarken bakan olacak olmayacak bir sürü insanla görüştü. Ama bakan olacak insanlarla özel olarak görüştü. Ve istifa dilekçesini istedi.

1991’den bu yana siyasetin içindesiniz, bu bir gelenek midir? Sayın Gül ya da Sayın Erbakan Başbakan olurken istememiş miydi?

Hayır. Abdullah Gül de istememişti, Erbakan Hoca da istememişti. Ama Erdoğan’ın Başbakanlığında istifa dilekçesi istedi, imzaladım verdim ama dilekçeyi almak ve işleme koymak aynı şeyler değildir. Sizin konumunuz riskliyse siz o dilekçeyi işleme koyamazsınız. Nitekim daha sonra 3 Bakan bunlar kullanılarak görevden alındı.

Göreve başlarken alınan istifa dilekçeleri işleme konularak görevden alınan Bakanlar kimlerdi?

Sami Güçlü, Güldal Akşit ve Zeki Ergezen’dir. Bunların haberi yokken bu peşinen aldığı istifa dilekçeleriyle Köşk’e çıkıp görevden alma işlemini yapmış Başbakan çünkü ilgili bakan arkadaşlar haberlerinin olmadığını söyledi. Ama haberleri var diye listeler götürüldü. Sayın Erdoğan sadece Bakanlar’dan değil, bağımsız bazı kurumların üst düzey bürokratlarının atanmaları sırasında da peşin istifa dilekçesi almıştır. Biz de 5 yıl beraber olduğumuz dönemde çok ana konularda ayrı düştük. Özelleştirme gibi kurumlar, 50’ye yakın Genel Müdürlükler vardı. Pek çok konuda karşı koymuşluğum oldu. Örneğin kamuoyuna yansıyan Galataport ihalesi vardır, koşulları çok yanlıştı. İmar düzenlemeleri yasaya aykırıydı. Mahkemeler de öyle karar verirler dedim ve bana imzalattırmaya çalıştığı halde imzalamadım. Ama bu tüm zıtlaşmalara, ısrar ettiği konularda ters düşmelere rağmen elindeki istifa dilekçemi işleme koyamadı.

Neden sizinle ilgili işlem yapamadı sizce? Pek çok tartışmanıza rağmen istifa dilekçenizi işleme koymadı Sayın Başbakan?

Kamuoyunda partinin bilinen birkaç isminden biri benim. Benimle kavga çıkarıp beni Bakanlar Kurulunun dışında bırakmaya çalışması doğrudan kendini yıpratacak, parti tabanındaki algısını bozacak bir şeydi o gün itibariyle. Tabii bir Başbakan bir Başbakan Yardımcısıyla bir süre yürüdüyse risklerinin ne olduğunu bilemez. Onun hakkında ne bildiğimi bilemez. Benim onun hakkında bildiklerim onun için daha büyük riskler getirebilir. Çok kesin bir kırılma yaşadığı takdirde o riskleri kaldıramayabilir. Bunları tartmak zorunda ve tartıyordu da. Hatta 2007’de ben aday olmayacağımı açıkladığım zaman aday olmamamdan bile çekindi ve Abdullah Gül’le birlikte gece 12’den sonra Başbakanlık konutunda beni tekrar aday olmam için ikna etmeye çalıştılar. Adaylık başvurusuyla ilgili partiye 2000 TL para yatırılması lazım biliyorsunuz, Gül benim adıma parayı yatırmıştı. Buna rağmen ‘ben aday değilim’ dedim, ‘zorlamayla olmaz bizim yolumuz ayrılıyor’ dedim ve aday olmadım.

Siz AK Parti’den istifa ettikten sonra akademiye döneceğinizi açıkladınız. Bir süre bekledikten sonra ise Türkiye Partisi’ni kurdunuz. Neden yeni bir parti kurdunuz?

Ben AK Parti’den ayrıldıktan sonra üniversiteye döndüm ve mutluydum. Bakan olarak aldığım paranın üç katını veriyordu üniversite ve hemen siyasete dönmek aklımda yoktu. Ancak yeni bir parti için tabandan çok talep geldi. Hatta artık üniversitede duramaz oldum, bütün Türkiye’den heyetler parti yönetimine gelir gibi üniversitedeki odama geliyorlardı ve ben üniversite yönetiminden de hocalardan da öğrencilerden de utanacak hale gelmiştim. Sürekli ziyarete geliyorlar, rahat bırakmıyorlardı, koridorlar bir ton insanla doluyordu. O koşullarda devam ettiremeyeceğimi hissettim ve üniversiteyi bıraktım. Bir büro tuttuk ve piyasayı gözlemlemeye başladık. Piyasayı gözlemledik, siyasi talepte bulunan, siyasette yer alabilecek isimleri ve siyasi trafiği değerlendirdik. 2009 seçimlerini bekledik aslında. 2009 seçimlerinde AK Parti yüzde 40’tan aşağı oy alırsa bu inişe geçtiğini gösterir ve yeni bir siyasi harekete uygun bir ortamın doğduğunu gösterir diye değerlendirdik. 2009 yerel seçimlerini temel aldık. 2009 yerel seçimlerinde de iktidar partisi AK Parti yüzde 38 oy alabildi. Dedik ki Türkiye’de siyaset yapılır, ayrı bir parti kurulur.

Türkiye Partisi hala devam ediyor mu yoksa tamamen kapandı mı? Neden başarılı olamadı?

Türkiye Partisi’ni biz kapattık. Bir siyasi partinin ayakta kalabilmesi, sesini duyurabilmesi, propaganda gücünü geliştirebilmesi birçok şeye bağlıdır. Basın özgürlüğü olmadan, sivil toplum örgütleri olmadan bir siyasi partinin hele ki yeni bir siyasi partinin kendini anlatması çok zordur. Biz partiyi kurarken basın şu dönemdeki kadar dizginlenmemişti. Ancak Başbakan basın sermaye grupları oluşturmaya başlamıştı ve artık basının mülkiyeti yavaş yavaş Başbakan’ın eline geçmeye başlamıştı. Yine de medyanın önemli bir kısmını özerkti, kendi yayınlarını yapıyordu, yarı bağımsız bir durumdaydı. Medyanın durumu da bizi etkileyecek bir noktada değildi diye düşündük. Dedim kuralım. Biz partiyi 25 Mayıs 2009 yılında kurduk. Fakat aradan bir ay geçmedi, Aydın Doğan’a, ana medya patronlarından birine, vergi incelemesi geldi. Bütün servetinin değeri kadar vergi ve ceza kesildi. Biz partiyi kurar kurmaz bir medya grubu tasfiye edilecek kadar vergi yükünün altına sokulunca bu diğer medya gruplarına da emsal teşkil etti. Ve ondan sonra da Başbakan alenen birtakım sermaye çevrelerini, medya mensuplarını ve sivil toplum kuruluşlarını hedef alarak ağır laflar söyledi. Bunlar bir siyasetçinin konuşmaması gereken şeylerdi, ama hala o üslubu sürdürüyor. Şimdi de İstanbul’da göstericilere kızıyor. O aslında mülki amirlere verilen bir talimattır. Bitirin onların işini demek istiyor. Medya gruplarının sermaye sahiplerinin isimlerini anarak kürsüden söylediği ağır laflar hep Maliye’ye denetim birimlerine, yargıya verilen talimat niteliğindedir Türkiye’de. Artık bütün sistem Başbakanın konuşmalarını böyle algılıyor. Ve basın bize kendisini kapattı o günden sonra. Biz gerekli finansmanı da bulamadık, o ortamın etkisinden dolayı. Çok küçük bağış kampanyaları düzenlediğimiz halde, insanlar korktular oraya bir şey verirsek başımıza bir şey gelir mi diye. Hatta bize küçük bağışlarda bulunan birileri devlette bazı konularda başları ağrıdığı için ‘Size bağış verdiğimi tespit etmişler, benim hesaplarımı incelemeye aldılar, yıllardır kiracı olarak oturduğum vakıf binasını elimden aldılar’ diye şikâyette bulundular. Bu insanların maddi desteğini de caydırıyor. Medya desteği olmayınca biz de kendimizi anlatamadık. İlk mitingi Samsun’da yaptık. Samsun mitingini 15 bin kişilik büyük bir kalabalıkla yaptık. Hiçbir medya kuruluşunda tek bir satır geçmedi, hiçbir TV de vermedi önceden uyardığımız halde bizi takip edin diye. Sonraki toplantılarımızı da düzgün vermediler ve biz kendimizi anlatamadık. Böyle olunca kendinizi duyuramazsınız. Hatta öyle ki parti kurulmuşken hala bazı vatandaşlardan ‘Abdüllatif Şener siyaseti neden bıraktı, hani parti kuracaktı’ gibi şeyler duyduk. Türkiye’deki demokratik zaaf da dikkate alınınca sürdüremiyorsunuz. Partinin ismen sürmesine de gerek yok dedik ve partiyi kapattık.

Bu anlattığınız vergi cezaları ve hükümetin istediği şekilde sermayeyi baskı altına alıp istediği şekilde yönlendirebilmesi ve istemezse anında yok edebilecek güce sahip olması aslında ciddi bir hukuk devleti zaafı olduğunu da göstermiyor mu? Otoriterlik, demokrasiyi her an askıya almak çok zor görünmüyor Türkiye’de?

Tabii bunu Batıda anlatmak kolay değil. Türkiye’de ben vergi müfettişliği de yaptım bilirim. İstediğiniz insana istediğiniz vergi ve cezayı kesersiniz Türkiye’de. Hatta Maliye’de meşhur bir laf vardır: Eğer bir maliyeci bir mükelleften bir vergi kaçağı tespit edemezse o mükellefin dürüstlüğünden değil maliyecinin beceriksizliğinden dolayıdır. Türkiye’de bu işler hep inisiyatifle olur, bir yerden yoruma dayanarak bir şey oluşturulur, rapora yazılır, sonra sen temizlemek zorunda kalırsın ve başına nereden ne zaman ne belanın geleceğini de bilemezsin. Bu gerçekten Türkiye’de hukuk devleti konusundaki en büyük zaaflardan biridir. Hiç kimse devlet benden hesap soramaz arkadaş, ben dürüst bir mükellefim, vergimi düzgünce öderim, gelirim düzgündür, yaşayışım açık ve şeffaftır, kanuna aykırı yaptığım bir iş yoktur, devlet benden hesap soramaz diyemez Türkiye’de. Neden? Türkiye’de istedikleri insanın başına güç odakları istedikleri çorabı örerler. Onlarca yıl bu serbestçe konuşulan sözler arşivlenir, konjonktüre uygun düştüğü zaman sen bunları söylemişsin diye adamı içeri atarlar Türkiye’de. Böyle sistemsel zaaf var. Başbakan İstanbul’daki gösterilere de bağırırken aslında onu talimat sayar mülki amirler, ondan öyle serttir.

Türkiye’de siyasi partilerde genelde hizip vardır, yeni bir parti kurmayı düşünen birisi bile parti içinde kalıp örgütlenir ve sonra ayrılır. Siz neden AK Parti’de içinde kalayım, bazı milletvekillerini kendi tarafıma çekeyim, sonrasında partileşiriz gibi bir yolu seçmediniz? Bir siyaset bilimci olarak söyleyebilirim ki Türkiye’de siyasetin hep böyle yapıldığına tanık olduk. Siz farklı mı düşünüyorsunuz?

Ben AK Parti’yi bırakırken siyasetle yeniden uğraşacağımı düşünmedim doğrusu. Üniversiteye geçerim, hayatıma devam ederim dedim. Ama her attığınız adımda sizinle siyaset konuşuyorlar. Kimse sizi öğrencinizle meslektaşlarınızla baş başa bırakmıyor, sürekli siyasi trafik yapıyor. Kimi heyet halinde gelip bizim partinin başına geç diyor. Bütün il başkanlarını örgütlüyor, sizden izin almadan partiyi size teslim edeceğiz, bizim partiden genel başkan adayı ol diyor. Bu tip bir süreçten sonra karar verince dediğiniz ön şeyler oluşmadı.

Sizinle ilgili ilginç bir başka gözlem de pek çok farklı bir partiden insanın size büyük bir sevgi ve sempati beslediği. Türkiye’de maalesef aşırı bir kutuplaşma ortamı yaratıldı, farklı partilerden insanlar, özellikle de AK Partililer ve başka partileri destekleyenler birbirilerini çok ağır suçluyorlar. Kindarlık sürekli artıyor. Buna rağmen AK Parti içindeki en etkili 4 isimden biriyken ve bakanlık yaparken bile size karşı bir ilgi ve sevgi olduğu gözlemlenebiliyordu. Pek çok farklı partili tarafından Cumhurbaşkanı adayı olarak bile gündeme getirildiniz. Siz yeni bir parti olarak kendinizi anlatamadığınızı söylüyorsunuz ama bir yandan da insanların size inanılmaz bir güveni var. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Ben siyasete adım attığım ilk günden itibaren parti veya şahıs olarak tek bir oy almayacağım kesimleri de dâhil, kimseyi rahatsız edecek tek bir cümle söylemedim. Benim mebusluğumun ilk dönemlerinde beni sert bulurlardı, ilk 6-7 yıl belki Meclis’in en sert konuşan milletvekili bendim. Eleştirilerim çok ağırdı. İktidarları da çok ağır eleştirirdim Meclis Kürsüsü’nden. Ama iki şeye dikkat ederdim. Bir; kimsenin kişilik haklarını rencide edecek söz söylemezdim. Mesela hükümeti eleştiriyorsam ‘işçiyi emekliyi köylüyü ezdiniz bitirdiniz mahvettiniz’ gibi ağır cümleler söylerdim ama bunu şahsileştirip Başbakanı, Bakanı kişisel olarak rencide edecek özel alanına girecek hiçbir laf söylemezdim. İkincisi; hep kendimi seçmen yerine koyardım. Ben bu seçmenden biri olsam; mesela bir meslek grubu olarak veya bir etnik grup olarak veya ben toplumda şöyle bir insan olsaydım veya bir düşünceye veya şu gruba mensup biri olsaydım, şu söyleyeceğim laf beni rahatsız eder miydi etmez miydi diye empati kurmaya çalışmışımdır. Hiçbir seçmen kitlesini bulunduğu konumdan ötürü incitecek rahatsız edecek bir cümle kurmamaya çalıştım. Siyasete başladığımdan beri bıraktığım güne kadar temel üslubum bu olmuştur. Yani bana hiçbir seçmen kitlesi bize şunu söylemiştin bizi incitmiştin diyemez. Hâlbuki Türkiye’de siyasetçiler bunu çok yapar. X partisindeysen rakip partinin seçmenini hedef alan, onların rahatsız olacağı üsluplar özellikle fazlaca kullanır. Kendi partililerini tahrik edip sempati toplamaya çalışırlar. Benden olsa olsa farklı kesimler şöyle rahatsız olabilir; sadece onların bağlı oldukları partinin Genel Başkanı veya parti politikalarını çok ağır eleştirebilirim ama kimsenin şahsıyla alakam yoktur. Vay sen bizim parti politikasını eleştirdin diye alınganlık yapanlar da olur tabi ama parti politikası eleştirilmeden siyaset yapılmaz. Ama bir dönem bana kızsa da sonradan kendi partilerinin o konuda yanlış yaptıklarını hissedip Şener de doğru söylemiş diyenlerin çok olduğunu da biliyorum.

________________________

Analiz Türkiye (Ağustos, 2013), “Sayın Abdüllatif Şener ile Röportaj (Bölüm I):  “1990’lardan Günümüze Türkiye Siyaseti: Umutlar, Kırgınlıklar ve Güncel Sorunlar””, Cilt II, Sayı 6, s.36-46, Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi (AnalizTürkiye), Londra: Analiz Türkiye