“Halk tarafından –temsilciler ya da vekiller aracılığıyla değil-

doğrudan önerilmediği, tartışılmadığı ve kararlaştırılmadığı

takdirde hiçbir siyaset demokratik açıdan meşru değildir.”

(Bookchin, Aktaran May Todd)

Bugün insan hakları kurumları,  bazı hukuk kurumları da bildirgedeki yüz yıl önce kavgası yapılan, doğal hak kavramına dayandırılan özünde ise esas itibariyle burjuva demokratik hakların manzumesi olan hak dizilerinin günümüzde nasıl ihlal edildiğini, bizzat coğrafyamızdaki devletin işlediği suçların dökümleriyle açıklayacaklar. Kuşkusuz Bildirge’nin 67. yıl dönümünden sadece 12 gün önce haklar ve paylaşımcı özgürlükçü hukuk savunucusu Tahir Elçi’nin devlet görevlilerince katline de değinilecek.

O nedenle ihlal dökümlerine ve bildirgedeki hakların ihlaline girmeden özgürlükler felsefesi açısından bildirgeyi tahir etmek ve yeni bir manifestoya neden ihtiyaç var, biraz buna değinmek istiyorum. Kuşkusuz Evrensel Bildirge sonradan B.M. İkiz sözleşmesiyle zenginleşerek birlikte (B.M. İnsan Hakları Yasası) diye anılmaya başladılar. Lakin insan hakları hukukundaki zenginleşmeler hala insanı gerçek özne gören, devleti de öznelikten tamamen çıkaran, tüm insanlığın paydası olacak bir özgürlükler ortak manifestosunu hala yaratamadı.

1948 İ.H.E.B., A.B.D. emperyalizminin yükselişe geçtiği dönemde başkan eşi Roosevelt’in başkanlığını, Fransız Rene Cassi’nin raportörlüğünü yürüttüğü, Belarus, Fransa, Panama, S.S.C.B., A.B.D. ve Filipinler temsilcilerinden oluşan komisyonda Cassi’nin yazdığı metin 10.12.1948 ‘de B.M. Genel Kurulu tarafından sekiz çekimser oya karşın kırk sekiz oyla kabul edildi. S.S.C.B., Polonya, Çekoslovakya, Ukrayna, Belarus ve Yugoslavya bildirgeyi yetersiz gördüklerinden, Suudi Arabistan ve Güney Afrika rejimleri de böyle bildirgelere ihtiyaç duymadıklarından onay vermediler, çekimser kaldılar.

İnsanlık tarihinde çok az belge bu kadar taraftar toplamış, revaçta kalmıştır. 67 yıldır; hem egemenler, hem de boyunduruk altında olanların doğrudan cephe alamadıkları, bir anlamda sihirli asa gibi çıkarlarıyla uyuştuğu noktada değişik kesimlerce sahiplenilen başka bir belge az gösterilir.

Bildirge’nin en iyi niyetli ve cazibeli iddiası; diktatörlük ve savaş tehdidine karşı evrensel bir barış yaşamını önüne koymasıdır. Ne var ki Bildirge, diktatörlük ve savaş mağdurları tarafından üretilmemiştir. Tarihsel sürecin yeni, güçlü egemenlerinin onayıyla ‘felçli tanrıcık’ devletler birliği B.M. tarafından üretilmiştir. Bu husus Bildirge’nin hak ve özgürlükleri kısıtlama gücünün aküsünü tayin etmektedir. Bildirge iddia olarak diktatörlüklere ve savaşa karşı oluştuğu vurgulanmasına rağmen, üstelik önerilmesine de rağmen ‘zulme karşı direnme hakkı’ bir temel hak olarak bildirgeye alınmamış, giriş kısmında “son çare olarak ayaklanmaya meydan vermemek için temel hakların korunmasının düzenlenmesine” kerhen işaret edilmiştir.

İnsan hakları mücadelesinde özgürlükçü ütopyadan sapılmamasının önemli kriterlerinden biri yazılı kurallardan önce, o kuralları koyanların fotoğrafının çekilmesidir. Her belge gibi bu belge de güçlülerle güçsüzlerin çatışmasının devam ettiği bir manzumedir. Bu saptama kuşkusuz bildirgenin tarihsel rolünü, bir çok yönüyle hala geçerli olduğu gerçeğini yadsımaz. Bir savaş yıkımının sonrasında iddia olarak ‘dünya kardeşliği’ hedefiyle vaaz edilmiş olsa da (bu kardeşlik kavramının içerik olarak da, dil olarak da doğru olmadığını belirtelim) savaşa karşı en önemli haklardan olan vicdani ret hakkını, savaşmama hakkını bünyesine alamamıştır. İnsan hakları mücadelesi açısından insan haklarını da özgürleştirme konusu, en azından ihlallere karşı mücadele kadar önem taşır. Bu anlamda insan haklarıyla ilgili yazılı formatların kısıtlayıcılığına karşı da mücadele önem taşımaktadır. Ne insan haklarıdır, ne değildir sorusuna verilecek en doğru cevabı devletler topluluğu mu belirleyecek, yoksa yabancılaşma kurumlarının demir ökçesi altındaki insanlar mı? Aslında güçlülerin; norm, hak sınırlamaları belirlemelerine tarih boyunca mağdurların ezilenlerin hak arayışları da karşılık vermeye çalışmıştır. Örneğin 1945 San Francisco Konferansı sırasında sömürgeci devletlere karşı, henüz ulus olarak tanınmayan topluluklar ‘mahkum milletlerin kongresini’ oluşturmuşlar, ne var ki işbirlikçi iktidarlar dolayısıyla kalıcı olamamıştır.

1993 Dünya İnsan Hakları Viyana Konferansında bizim de İ.H.D. adına katıldığımız N.G.O. toplantılarında B.M.’ ye alternatif devletler dışı kuruluş ve inisiyatiflerin enternasyonal birlik gereksinimi dile getirildi. Biz de bunu hararetle savunduk. Ne var ki N.G.O.’ ların büyük çoğunluğunun devletlerle ve A.B.’ ye bağımlılığı, küresel sermayenin global hegemonyasına tepki olarak muhaliflerin belli kesimlerinin (buna solun bazı kesimleri de dahildir) milliyetçi muhafazakar konuma düşmelerinden dolayı ete kemiğe bürünemedi.

Bildirge’ye onay vermeyen devletler dışında kültürel rölativizmi temel alarak; ‘evrensel insan hakları’ olamayacağını ileri süren çevreler de bu yöndeki gelişmeleri olumsuz etkileyen faktörler arasındadır.

Sosyalizm iddialı devletlerin bildirgeye olan eleştirisi ve hala zaman zaman sol adına yapılan eleştirilerin içeriğine kısaca değinelim. Bu eleştirilerdeki ortak tema bildirgenin liberal insan halkları anlayışını dile getirdiği ve kapitalist sistemin ‘ideal ahlakını’ temsil ettiğidir. Bu saptamalar, eleştiriler doğrudur. Ne var ki irdelemenin salt bu boyutta kalması, bu tutumu özgürlükçü kılmaya yetmemektedir. Bildirge esas itibariyle hak ve özgürlüklere yabancılaşma kurumlarının çıkar ve gölgesi altında bakmaktadır. Devlet, aile, kamu düzeni, ahlak, yurttaşlık reel hukuk temel öğeleridir. Bildirge insan haklarını yurttaşlık haklarıyla sınırlamaktadır. Sosyalizm iddialı eski devletlerin ve bir kısım sol çevrelerin ne acı ki bu noktalarda Bildirge’ye yönelik ağırlıklı eleştirileri söz konusu değildir. ‘Sosyalizm iddialı’ devlet uygulamalarında da sosyalist öğretiye aykırı bir şekilde araçlar amaç yerine konduğundan bildirgedeki; yaşam hakkı (M.3), hakkaniyetle yargılanma (m.10), suçsuzluk karinesi, yasallık (M.11), özel hayata, haberleşme ve yazışmalara keyfi karışılamaz (M.12), düşünce vicdan ve din özgürlüğü (M.18) ifade özgürlüğü (M.19), toplanma ve dernek kurma hakkı gibi artık egemenlere terk edilmeyecek (aslında egemenler bu ilkeleri bırakalı yıllar oldu) haklar hep ihlal edilmiştir. Hak ve özgürlükleri genel kısıtlama nedenleri açısından Bildirge’ye egemen olan anlayışla (ahlak, kamu düzeni, güvenlik vs.) Bildirge’yi şu veya bu şekilde eleştiren devletlerin bir problemi olmamıştır.

Bildirgedeki hak ve ödev arasındaki mütekabiliyet ilkesinde de hiçbir devletin bir sorunu olmamıştır. Sosyalizm iddialı devletler dahil. Burada şu tartışma önem kazanmaktadır. İnsan hakları devletin veya toplumun belli koşullar altındaki lütfu mudur, bağışı mıdır? Yani hakkın varlığının koşulu mütekabil bir liyakat veya ödevin yerine getirilmesine mi bağlı olacaktır? 1977 Sovyet Anayasası’nda ve diğer ülkeler anayasalarında da maalesef bu tür bir hak-ödev organik kaynaşması yaratılmış, pratiğe de egemen olmuştur.

İnsan haklarını sözleşmeye ya da hukuka dayandırmak önemli bir sapmaya tekabül eder. İnsan hakları her şeyden önce hukuk üstü etik değerlerdir. Diğer tüm etik ve ahlaki haklardan üstündür. İnsanın özneleşmesi önündeki engelleri kaldıran insanın özne olarak bilinçli eylemi hakkın kaynağıdır. Dolaysısıyla insan hakları mücadelesi ve belgeleri mevcut yasalara ek bir belge veya mütemmim cüz konumuna değil, statükonun yasak ve tabularına başkaldırı niteliği taşımalıdır. İnsan haklarının baskın özelliği başta devlet olmak üzere tüm yabancılaşma kurumlarına karşı ileri sürülmesi nedeniyle taleplerinin özünün niteliğinin siyasal olmasıdır. Kuşkusuz bu özgürlükçü felsefeye bağlı bir siyasallıktır. İktidar amaçlı aygıtlara ve stratejilere bağlı bir siyasallık değildir. İnsan hakları; ‘kamu özgürlükleri’, ‘temel hak ve özgürlükler’, ‘yurttaşlık hakları’ kavramlarıyla aynı ve özdeş değildir. Bireylerin ancak hakları olur, ödev ise devletlere ve iktidar aygıtlarına aittir. Askerlik yapma, vergi verme niçin ödev olsun? (En azından çoğunluk ezilen bireyler açısından)

Şöyle de özetleyebiliriz bu bölümü; beşeri toplumsal gerçeklik insanın özne, öznenin insan olduğu varlık alanıdır. İnsan hakları insanın özneleşmesini engelleyen her türlü tasalluta karşı kalkandır. İnsan hakları ne beşer altı (doğal, zoolojik) ne de beşer üstü (ilahi) bir düzeyde değil, insanla başlayan insanla sınırlı olan çerçevede temellendirilmelidir.

Tekrar Bildirge’nin analizine dönersek, Bildirge’nin ilk maddesi hedefi belirtiyor ancak biraderlik zihniyetini yansıtması ruhani bir mistifikasyona denk düşüyor. Erkek egemen dil yansımış. Daha da önemlisi kandaşlıktan kaynaklanan kardeşlik ilişkisi insanlar için ideal bir model oluşturabilir mi?

Bildirgenin ikinci maddesi bir toplumsal adalet ifadesi. Ancak bu ilke eşit olmayanlar arasında eşitlik nasıl sağlanacak sorusuna yanıt vermiyor. Bildirge burjuva normları ve ulusalcı çizgiye sadakatini ilk maddede bariz şekilde yansıtmaktadır. 8. maddede hak aramanın yolu olarak ulusal mahkemelere başvuru hakkının gösterilmesi o yılların ulusalcı bakışını yansıtmaktadır.

9. maddede burjuva hukukunun yasallık ilkesinin, suç ve ceza anlayışını sarsmayan, üstteki örtüyü kaşımayan klasik tanımlama çerçevesine giriyoruz. Keyfi yakalama, tutuklama ve sürgün men edilmektedir. Peki yasal sürgün ve tutuklamalar, hak ve özgürlükler açısından önsel olarak kabul edilmesi gereken kurumlar mıdır?

14. maddede sığınmacılığın sınırı sadece zulüm görme ve siyasal içeriğe dayandırılmıştır. Oysa insanlar kendi özgür iradeleriyle ve zati nedenleriyle herhangi bir coğrafyaya yerleşebilmelidirler.

15. madde yurttaşlığı, vatandaşlığı kutsamaktadır. Bir gruba aidiyet ihtiyacını sadece vatandaşlıkla sınırlamak bugün için kabul edilemez. Bildirge’de cins kimliği ve grupları, yaş grupları, sınıflar, ülkesel olan ve olmayanlar, vatansızlar dışlanmaktadır. İlkel bir aidiyet anlayışı temel bir hak olarak vaaz edilmektedir. Ulus tabu bir ihtiyaç giderici, devlet ise mutluluk ve haklar için bir teminat kurumu olarak görülmektedir. Oysa vatansızlık temel bir hak olarak kabul edilmelidir.

Bildirge’nin 16. maddesi bir yabancılaşma kurumu olan aileyi kutsamakta, toplumun doğal ve temel birimi olarak kabul etmektedir. Söz konusu madde başka bir açıdan değişik birliktelikleri, gönüllü ortak yaşamı dışlamaktadır.

Bildirgenin 17. maddesi özel mülkiyet önünde insanları eğilmeye çağırmaktadır. Mülkiyet bir insan hakkı olarak tanınınca, ‘kölelik yasağının’ (M.4) anlamı güçsüzleşmektedir. Bu yönüyle ‘ayrımcılık yasağı’ da güçsüz hale düşmektedir. Yoksulluğa karşı bir hak düzenlemesi bildirgede söz konusu değildir.

Bildirge siyasal rejim türü olarak doğrudan demokrasiyi hedeflemez. İnsanlığın ufkuna böyle bir hedef koymaz. Temsili demokrasiyi 21. madde vaaz eder. Halkın rolü pasiftir, halkı bildirge de temsilciler, aracılar sultasıyla yönetilmeye mahkûm eder.

23 ve 24. maddeler çalışma, dinlenme, eğlence, işsizlikten korunma hakkıyla ilgilidir. Esas itibariyle reformcu kapitalist normların mantığı bu maddeleri şekillendirmiştir. Bu maddelere erkek egemen dil hakimdir. Kadınların, çocukların ihtiyaçları göz ardı edilmiştir. Ataerkil, aileye dayalı toplumsal düzenin ifadeleri bildirgeye egemendir.

Bildirge’de sosyal haklar minimumdur. Eğitim hakkı yalnız ilk ve temek aşamada parasızdır. Yüksek öğretimin paralı olması eğitim hakkını ihlal etmez mi? (Eğitim hakkı da ayrıca tartışmalı bir kavram) Bildirge eğitim hakkını yalnız mülkiyet açısından değil yetenek açısından da sınırlamaktadır (M.26) Bilim ve sanat özgürlüğünün temelinde bilim ve sanata meta olarak yaklaşan bir bakış egemendir.

29 ve 30. maddelerde bildirgede altı çizilen hakların dahi gerektiğinde nasıl daraltılacağının emir normlar düzenlenmiştir (ahlak, kamu düzeni, genel refah vs.).

29. maddede yukarıda da ayrıntılı eleştirdiğimiz gibi ödev olmadan hak olmaz anlayışı yansımaktadır.

Yeni bir özgürlükler manifestosu oluşacaksa; tembellik hakkını, vicdani ret hakkını, zulme ve yoksulluğa karşı direnme hakkını, savaşmama hakkını, kişinin bireysel kolektif olarak kendi emeğinin ürünüyle özdeşleşme hakkını, devletsiz özgür eğitim ve öğrenim hakkını, toplumsal şeffaflık hakkını, istediği gruba özgürce aidiyet hakkını, alternatif hayat biçimlerinde özgürlük hakkını,  gelişme hakkını, vatansızlık hakkını, yerli halkların haklarını, halkların haklarını, ekolojik yıkıma uğramama hakkını, bilginin ve teknolojinin iktidarından korunma hakkını, doğrudan yasama faaliyetine katılma hakkını, yargılama sürecine katılım hakkını, su hakkını, vizesiz serbest dolaşım ve yerleşim hakkını, seçim süreçlerini beklemeden yöneticileri azledebilme hakkını vs. kapsaması gerekir. Evrensel bildirgenin yıl dönümü nedeniyle yazdığımız bu yazıyı Engels’in bir cümlesiyle sonlandıralım: “Her bir bireyi kurtulmadan kendisine toplum diyen bir nesnenin kurtulması mümkün değildir.” (MEW, Cilt:20, s.273) Devletsiz özgür birey ve özgür toplum, özgürlükler mücadelesinin ütopyası olmalıdır.