Gülşen İşeri

 

Her salı Garaj İstanbul’da bir oyun oynanıyor, hatta kapalı gişe. G.E.T Yapımın ilk oyunu olan “Pragma” psikolojik ve sosyolojik analizlerin üzerinden suçu değil suçun nedenlerini merkezine koyuyor.

 

Oyun suçun en uç örneği olan 5 seri katil üzerinden ilerliyor. Tarihin en kanlı cinayetlerini işlemiş beş ünlü seri katili aynı hücrenin içinde buluşturup birbirleriyle yüzleşmelerini sağlıyor.

 

Bu beş seri katili oyunun yazarı ve yönetmeni Buğra Gülsoy, Mert Öner, Emre Erkan ve Serhat Teoman oynuyor.

 

Oyunda çok açık bir şekilde sistem sorgusu ve eleştirisi var… Sonuca değil bu sonucun getirdiği nedenlere bakıyorlar. Sistem sorununu çözmedikçe bu vahşetler de bitmeyecek…

 

“İnsanın kendini var ettiği doğruların, inandığı olguların, insanı “suça” kadar götürebildiği psikolojilerin üzerine deneyler yapmak üzere yola çıkıyor. Asıl “dram” suçlunun neden suçlu olduğudur. Suçluyu suça götüren yoldur. Suça götüren neden(ler) olmazsa suçlu da olmaz kurban da. Sonuç ise dram değil vahşetin ta kendisidir" diyorlar...

 

Serhat Teoman, Emre Erkan, Mert Öner’le bir araya geldik. Pragma’yı ve sistemle olan dertlerini konuştuk.

 

-Bu proje için yola çıkışınız nasıl oldu?

-Serhat Teoman: 3 yıl önce GET yapımı kurduk Emre ben Buğra… Buğra yazdı ve üzerine yoğunlaşmaya başladık… O süreçten sonra uzun bir prova dönemine girdik ve Garaj İstanbul’da oynamaya başladık.

 

-Pragma 5 seri katilin hayatını anlatıyor. Neden Seri katiller?

S.T: En merak ettiğimiz şeydi… Biz psikolojiyle ilgileniyoruz ve suçu ele aldık, suçların da en uç örnekleri seri katiller. Onlar da suçlu olduklarını kabul etmiyorlar, yaptıkları şeye tamamen inanıyorlar ve arkasındalar…

 

Emre Erkan: Suçlu bizim önümüze getirilen bir sonuçtur. Biri bir eylem yapar ve bu bir suçtur ceza görür. Bizim için önemli olan şey bu suç neden işlenir? Bunun arkasında neler vardır? Geçmişe baktığımızda bu nerelerden geçmiştir ve bu hale gelmiştir, onu araştırmak için yola çıktık. Seri katillerde suçlu ama suçunu kabul etmeyen insanlar olduğu için bunlarla başladık.

 

-Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’daki karakteri Raskolnikov’u hatırlattı oyun, sizin de sözünü ettiğiniz aynı dertle yola çıkmıştı romanda…

 

Mert Öner: Romanda o adamın suça neyin ittiğini, suçu işlemesine neyin neden olduğunu başından sonuna kadar olan hikayesini anlatıyor. Suç ve Ceza da meselenin sonucuyla ilgilenmiyor… Ceza romanın çok küçük bir bölümünü oluşturuyor. Bizim oyunla en büyük ilişiği, ortak noktası suça giden yolu ayrıntılı olarak işlemesi…

 

- Pragma’nın evrensel bir boyutu da var…

-E.E: Suç evrensel bir kavram evet, tabii bizim ülkemizde de işlenen suçlardan farkı yok. Suç kavramı psikolojik, insana ait bir şey. İnsanlar genelde önüne çıkan engelleri aştıklarında suçlu olurlar. Anayasal çerçeve içinde kurallar belirlenmiştir, bunun sonucunda da ona göre suçlu belirler. Bizim ülkemizde bizim oyundaki gibi seri katiller yok, zaten suça bakarken Türkiye’den bir çıkış noktası olarak bakmadık. İnsana indirgeyerek baktığımızda Türkiye’de de Avrupa’da da Japonya’da da aynı şeyi görüyoruz…

S.T: Ülkemizde aslında suça çok fazla tanıklık etmek istemeyiz… Sokakta bir kavga gürültü ya da haksız bir insana gasp gördüğümüz zaman yolumuzu değiştiririz, bize bulaşmasın noktasında. Oyun tamamen tersinden seyirciye bir etki bırakıyor, geldiğin zaman oyunu da görüyorsun karşıdaki tanıklığı da görüyorsun. Tanıklık etmeme şansın yok. Bizi, Emre’nin dediği gibi, evrensel bir konu ama Türkiye’ye indirgediğimiz zaman biz Türkler olarak artık suçtan kaçıyoruz. Suç gördüğümüz zaman ona tanıklık etmekten bile kaçıyoruz bırakın yardım etmeyi. Biz bir anlamda oyunda rahatsız ediyoruz ama bu rahatsızlık sinir bozucu bir rahatsızlık değil. Bazı şeylerle yüzleşmek gerekiyor…

M.Ö: Ülkemizle ilişiğinin şöyle bir durumu var; toplum olarak da inançlarına, örflerine geleneklerine, dinsel ya da siyasal, olanlarla çok bağlıyız. O yöndeki gördüğünüz 5 seri katilde gittikleri yolda inandıkları bir yol var, ya ideolojileri için ya da dinsel… Ortadoğu’ya doğru gittiğimiz de hala inançları için çok ciddi cinayetler işleniyor, şiddet var… Bu da aslında kesiştiği noktalardan biri…

 

-Oyunda inanç ağır basıyor ama daha çok saplantılar üzerinden gidiyor… Herkes suçu kendi doğruları için işliyor… Burada vicdanı sorgulamak gerekmez mi?

E.E: Oyundaki bütün karakterler suçu kendi doğruları adına gerçekleştiriyor. Onlar saplantılı ve oto kontrolden yoksun kişiler. Dolayısıyla vicdanlarını terk etmiş kişiler. Ama biz bu karakterlerin üzerinden kendimizin ve sistemin vicdanını sorgulamayı hedefliyoruz.

M.Ö: Hepimizi hayata bağlayan şey inançlarımız. Ama dediğiniz gibi oyundaki karakterlerin inançları birer saplantıya dönüşmüş durumda. Onları var eden de yok eden de bu inançları. Bizlerden farkları inançları uğruna yapabileceklerinin sınırsız olması. İşte vicdan olgusunun onlarda yok olduğu an da tam bu. Bizler yazılı olan ya da olmayan kurallarla, etik anlayışlarla, merhamet ve vicdan duygularıyla yaşamı algılıyoruz, onlar için ise tek bir gerçek var, o da inandıkları. Bu nedenle herhangi bir vicdan sorgulaması yaşamıyorlar, bize yaşatıyorlar . 

S.T: Sunu demek daha doğru olacak. oyun; insanların inançları uğruna neler yapabileceğini gösteriyor. Ve bu inançların bittiği noktadaki yıkımı vicdanın bu amaçlar uğruna nasıl ortadan kalktığını ve anlamsızlaştığını görüyoruz.

 

-İnançtan bahsetmişken, Albert Fish karakteri aslında tanrıya taparak insan öldürüyor… Bu çok daha tehlikeli değil mi? İnancın tehlikesi bura da mı başlıyor?

M.Ö: Fish, Tanrı'nın bir elçisi olduğuna, kurbanlarını öldürerek ve hatta yiyerek günahlarından arındırdığına inanıyor. Bu tabii ki bir tehlike, ama bu bize dinsel inançların hepsinin beraberinde bir tehlike getirdiğini göstermiyor. Sonuçta, Fish, ruhsal olarak sağlıklı bir birey değil. Diğer bir açıdan bakıldığında yaşadığımız dünyada ve bu zaman diliminde hala dinsel, siyasal, töresel inançlar suçu ve şiddeti tetikliyor. Fish ve diğer seri katilleri suça iten nedenleri sorgulamak ve analiz etmek belki de inancın sınırlarının ne olması gerektiği konusunda bir veri olabilir. 

E.E: İnanç her insan için elbette gereklidir. Ancak her şeyin en uç noktası nasıl tehlikeliyse inanç içinde bu durum geçerlidir. Asıl tehlike uçlarda yaşamak ve kontrolü kaybetmektir.

S.T: Fish Tanrıya taptığı için cinayet işlemiyor Tanrı için cana kıyıyor, Yani Tanrı için cana kıydığı içinde yaptığının yanlış olması durumunda tıpkı Hz. İbrahim’e olduğu gibi bir işaret gönderileceğine inanıyor. Bir işaret gelmediği içinde yaptıklarının doğru olduğunu düşünüyor.

 

- Baklava çalan çocuğa bilmem kaç yıl hapis veriliyor, ya da bir eylemde kolu kırılıyor… Bu travma o çocuğu ileride farklı bir suça sürükleyecektir… Sizin de anlatmak istediğiniz bu mu?

M.Ö: Kesinlikle. Hem medya, hem toplum sonuçla ilgileniyor sadece. Ama adı üstünde o bir son ve bir başlangıcı var. Başlangıcı görmezden gelip sadece son fotoğrafa bakmak ve fotoğraf üzerinden fikir yürütmek sadece yargı bırakıyor ortada, bir çözüm önermiyor. Her türlü suçun zemininde bir neden var, haklı ya da haksız, doğru ya da yanlış. Bu nedenleri anlamaya çalışmak onları engellemek için bir adımdır. Pragma'da da bunu önemsiyoruz, suçun en sınırda duran kahramanları olan seri katillerin bile onları suça iten bir hikâyesi var. Bu hikâyeler onları haklı çıkarmıyor elbette. Kangren olmuş bir bacağı kesmek bir sonuçtur. Ama o bacağın neden kangren olduğunu bulursak belki binlerce kişinin bacağını kurtarabiliriz. 

E.E: Suç bizim önümüze konan bir sonuçtur. Biz işin bu kısmıyla ilgilenmiyoruz. Çünkü suç işlendiğinde iş işten geçmiş oluyor. Asıl incelenmesi gereken ve suça engel olunacak nokta, suça giden yolu araştırmak ve nedenlerini bulmaktan geçiyor. Suç belirlenmiş sınırların dışına çıkmaksa eğer, insanı bu sınırların dışına iten nedenler saptandığında belki suçla daha doğru şekilde mücadele edilebilir.

S.T: Önemli olan bireyi öfkelendirmemektir. Bunun hangi yolla olduğu fark etmez. O kolu kırılanda baklava çalan çocukta sisteme ve insanlığa öfkeleniyorlar. Sonuç durdurulamayan öfkeler silsilesi...

 

-Oyunda çok açık bir şekilde sistem sorgusu ve eleştirisi var… Sistem sorununu çözmedikçe bu vahşetlerde bitmeyecek, peki sistem dediğimiz köklü bir şey, bunun değiştirmek mümkün mü?

M.Ö: Sistemleri değiştirmek zaman ve emek ister. Sanat bu zorlu sürecin küçük bir parçası sadece. Daha iyi ve yaşanılır bir dünya hayaliyle tiyatro yapıyoruz ama bunun mucizevi bir şekilde tüm kötülükleri bir dokunuşla yok edemeyeceği de malum. Toplu bir çabanın bizim üzerimize düşen kısmı hatta elimizden gelen kısmı bu. Herkesin bu dünyaya sorumluluğu var biz bizimkini bu şekilde yerine getirmeye çalışıyoruz. Herkes evinin önünü süpürse dünya pırıl pırıl olur prensibinden bir farkı yok aslında.

E.E: Sistemi var eden bir yerde bireydir. Sorunlarla yüzleşip gerçekten çözmekle ilgili bunu dert edindiğimizde, bilinçli harekete geçtiğimizde bir iyileştirme söz konusu olabilir. Biz genelde bütün mücadelelerimizi kulaktan dolma bilgilerle ve içi tam dolamamış inançlarla ve sürü psikolojisi ile harekete geçiriyoruz maalesef. Ne istediğimizi biliyor olmamız yaşadığımız çağın dinamiklerini biliyor olmamız sistemin arızalarını onarmak için önemli faktörlerdir.

Serhat Teoman: Bizler sorunları çözmenin tek yolunun nedensellikleri bulmak ve sorunla oralarda boğuşmak olduğunu düşünüyoruz. Biz sanat yoluyla bir şeyleri değiştiremeyiz sadece insanlara bu konulara dair başka bir bakış sağlayabiliriz.

 

SUÇ ŞİDDET, HAKSIZLIK HER YERİMİZİ KUŞATMIŞ DURUMDA

-İzleyiciler salona girerken şaşırarak girdi… Cam bir küpün içinde 5 seri katil… Oyun hem sert hem şeffaf, mutlaka bir nedeni vardır?

M.Ö: Oyun, sert ve şeffaf, hayat gibi. Korku yaşadığımız dünyanın merkezinde duruyor artık. Suç, şiddet, haksızlık her yerimizi kuşatmış durumda. Buna karşın o korku duygusu, bizi kuşatan bu kötülükleri görmezden gelmemize, yanlarından hiçbir şey yapmaksızın geçip gitmemize neden oluyor. Oyunumuzda ise seyircinin elinden bunu alıyoruz. Çift taraflı bir tanıklığa zorluyoruz. Çünkü hem o cam küpün içindekileri izlerken hem de diğer tanıkları da izleyebiliyor. Oyunu görmezden gelebilirsin ama seni görenleri gelemezsin ve etkin olmaya zorlanırsın. Bugünün seyircisi sadece edilgen olmamalı, sahnede anlatılan şeye kafa yormalı, anlamaya çalışmalı, kaçıp uzaklaşmak yerine kalıp yüzleşebilmeli.

E.E: Bu yüzyılın tiyatrosunda etki ve gerçeğe olabildiğince yaklaşmak gerekliliğine inanıyoruz. Seyirci oyuna geldiğinde cam bir küpün içinde 5 seri katille karşılaşıyor ve oradaki duruma dahil ediliyor. Oyuna gelen insanlar seyirci değil bir deneyin izlekleri aslında. Küpün dört tarafında oturuluyor. İzlekler bir yandan küpün içinde olanları takip ederken bir yandan da diğer izleklerin tepkilerini de gözlemleyebiliyor.

S.T: Hayatin kendisi gibi şiddetle bu kadar iç içe olup ama görmezden gelmek gibi. Şiddeti uygulayanla da şiddete maruz kalanla da aramızda çok az fark var tıpkı oyunda bizleri, tanıklık eden insanlardan ayıran bir cam kalınlığı kadar...