En zor zamanlarda, en çaresiz olunduğu anlarda bile umutsuz olunmaması gerektiğini hiç unutmadık. Zira, biz kitlelerin efsanevi gücüne inanan, tarihi yalnız hayatı üretenlerin yarattığını bilimsel olarak kabullenen ve bu mücadelenin uzun soluklu bir süreç gerektirdiğini bilenleriz. Bu umut ve kararlılık, toplumsal olarak içinde yaşanan mevcut durumu sadece anlamakla kalmayıp, onu değiştirmek misyonu ile algılayanlarız. Gerçek özgürlükçü solun bayrağında, başka bir dünyanın, eşit, adil ve özgür dünyanın mümkün olduğu yazılıdır. Bu yüzdendir ki, bu düşünceyi toplumsal siyasal yaşamının merkezine koyanlar, en karanlık günlerde bile umutlarını hiç eksiltmezler.

Özellikle son on yedi yıldır ülkenin içine sürüklendiği kaosa rağmen teslim olmayanlara, her türlü baskıya rağmen on yedi yılın sonunda hala ülkesinden, gençlerinden, kadınlarından, emeklilerinden ezcümle insanından umudunu kesmeyenlere, ne kadar haklı olduğunu 31 Mart ''referandumu'' gösterdi. Referandum diyorum, çünkü 31 Mart nitelik olarak sadece bir yerel seçim değildi. Yolsuzluk, yoksulluk, yasakçılık, baskı, hukuksuzluk, yalan, talan, çocuk istismarı, taciz, kadın ve işçi cinayetleri gibi saymakla bitmeyen olumsuzların tavan yaptığı bir sistemin sahipleri ile ona karşı mücadele edenlerin sahada karşılaşması idi 31 Mart seçimi. . .

Gazeteler, televizyonlar, para, devletin tüm imkanları, TRT, Anadolu Ajansı, caddeleri, sokakları dolduran afişler, kulağımızı sağır eden 'müzikler' hepsi onlardaydı. Ama başaramadılar. Şimdi onlar da inanamıyorlar seçimin neden böyle sonuçlandığına. ''Dünyanın en güvenilir seçim sistemi bizde'' diyenler, aldıkları yenilgi sonucu mevcut seçim sistemini bir anda en güvenilmez ilan ettiler. Derin bir şok yaşıyorlar. . .

Seçim sonucunu bir türlü kabullenemiyorlar. O yüzden de her gün itiraz dilekçesi veriyorlar YSK'na. Sonuç değişecek mi ? Hayır. Özellikle İstanbul için bu itiraz ısrarı niye peki? Erdoğan her zaman söyledi; ''İstanbul'u kayıp eden Türkiye'yi kayıp eder'' diye. İstanbul'a olan aşklarını ilan ettiler ama aşklarına ihanet etmeyi de ihmal etmediler. Çünkü onlar İstanbul'u değil, İstanbul'un kendilerine kazandırdığı rantı sevdiler hep. Önümüzde günlerde bunu tüm çıplaklığı ile, belgeleri ile göreceğiz. Oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi mızıkçılıkları bu yüzden.

AKP'nin nafile kabilinden itirazdaki ısrarını özetlersek; Bunun bir kaç nedeninin olduğunu düşünüyorum: Birincisi, muhaliflerin kazandıkları seçim zaferini önemsizleştirme, zamana yayarak küçültme, muhaliflerin gönlünde oluşan umut, kendine güven iklimini dağıtma. . . İkincisi, kendi tabanında oluşan güven bunalımını ve akabinde kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak çözülmeyi erteleme. Üçüncüsü, seçmen kitlesine kolay teslim olmakları imajını verme. ''Bakın elimizden geleni yapıyoruz, her yolu deniyoruz'' mesajı ile seçmen kitlesinin öfkesini bir nebze de olsa dindirme. AKP'nin bunu başaramayacağını bilsek de, sonucu bekleyip göreceğiz.

31 Mart'ın muhalefetin zaferi olduğuna kuşku yok. Türkiye toplumu on yedi yıl boyunca kendisine layık görülen deli gömleğine razı gelmedi. Tüm baskı ve aşağılamalara, yalan, hile ve hukuksuzluklara, iktidar partisinin toplumsal mühendislik projesine rağmen bu toplumun teslim olmayacağı en önemli hakikat olarak ortaya çıkmıştır. 31 Mart seçimini bu şekilde ifade etmek, eşyanın tabiatına en uygun somut gerçekliktir diye düşünüyorum.

Ancak bu yetmez. Teslim olmamak yetmez. Yazımızın başında söylediğimiz gibi bizim düşüncemiz sadece içinde bulunduğumuz durumu anlamak değil, onu değiştirmek ile anlam kazanır. Bunun için emekçileri, yoksulları kendi gelecekleri için siyaset sahnesine taşımak, halktaki bu potansiyel cevheri ortaya çıkarmak, bunun için mücadele etmek vazgeçilmemiz olmalıdır.

Muhalefetin ülkenin problemlerinin çözümü hakkında her konuda aynı düşünmediği, hatta bazı konularda oldukça karşı kutuplarda siyasi duruşların olduğu bu ortamda bile, iktidarın söylemlerine karşı ortaklaşması gerektiği en önemli siyasi yaklaşım olarak ortaya çıkıyor. Muhalefet her şeyden evvel nasıl bir Türkiye'de yaşamak istediğinin cevabında en asgari oranda da olsa ortak bir politik tutum belirlemelidir. Örneğin, iktidar, bugüne kadar bütün kurumları (TRT, YÖK, TÜBİTAK, YSK, AYM vb. ) kullanılamaz, işe yarmaz hale getirerek bitirmiş durumdadır. Eline geçirdiği tüm kurumlar adeta çöp olmuştur. Muhalefet bütün kamu kurumlarını yeniden bilimin ışığında ele alarak, ayrımsız, tüm toplumun çıkarları doğrultusunda kullanımı için çözüm projeleri ortaya koymalıdır. Tabir'i caizse kabilinden tek adam rejiminin yasallaştığı 24 Haziran seçiminden bugüne kadar daha bir yıl geçmeden onun ne kadar sürdürülemez olduğu ortaya çıkmıştır. Toplum 31 Mart'ta tepkisini bu gerçek üzerinden somutlaştırmıştır. İşte bu durum, muhalefetin tek adam rejiminin topluma ne kadar zarar verdiği noktasında ortaklaşması gerektiğini son derece inandırıcı kılmaktadır.

Tek adam rejiminin toplumsal yaşamı dayanılmaz hale getirmiş olması muhalefetin topluma, normal siyasal yaşama dönülmesi noktasında ona olağanüstü siyasi manevra kabiliyeti sağlamaktadır. Saray etrafında bir araya gelmiş bir avuç insanın ülkenin tüm değerlerine el koyduğu, tüm kamu kurumlarının ülke insanının menfaatinden yana hiçbir şekilde varlık göstermediği, akla ziyan, şatafatlı, kibirli, lüks yaşamın toplumu adeta hiçe sayarcasına devam ettiği bu koşullarda, muhalefetin halkın çıkarları doğrultusunda politik tutum belirlemesinin zor olmadığını belirtmenin ne kadar elzem olduğunu anlatmaya bilmem gerek var mı?