“Türk olmayan Türkiyelileri nasıl kovduk?!..”

3 Eylül 1994 tarihli Express’te bu başlık altında sunduğumuz dosya, Hülya Demir ve Rıdvan Akar imzalı “İstanbul’un Son Sürgünleri” kitabının izinde, 1964 olaylarının seyrini ele alıyordu.

İstanbullu Rumlar asıl olarak 16 Mart 1964 tarihli “sürgün” kararıyla gitmişlerdi ülkelerinden. 1964’te Atatürk ve Venizelos arasında 1930 yılında imzalanan anlaşma Türk hükümetince tek taraflı olarak iptal edilmişti. 34 yıl yürürlükte kalan anlaşma, her iki ülkenin yurttaşlarına her hangi bir ön şart öne sürmeksizin iki ülke içinde ticaret yapma, oturma, mal, mülk edinme hakkı tanıyordu.

İster Kıbrıs şantajı, ister kurnaz bir sermaye operasyonu, adına ne dersek diyelim, binlerce Yunan uyruklu Rum’un bir anda kapı dışarı edilivermesi bugün dinmemiş bir sancı, kapanmamış bir yara. “Biz azınlıklarımızı çok severiz” deyip aba altından sopa göstermelerin, mozaiklerin, mermerlerin, “KKTC’yi Türkiye’ye bağlarız”ların, “Fetih 1453”lerin, “Ayasofya camii” kampanyalarının kör karanlığında yeniden bir hafıza turuna çıkıyoruz. İstanbul’da 87 yıldır yayınlanan Apoyevmatini gazetesinden Mihail Vasilyadis anlatıyor…

1964 sürgünü

M. SERDAR KORUCU

Yunan uyruklu Rumların sınır dışı edildiği 1964 olayları neden ve nasıl yaşandı?

1955’te 6-7 Eylül olayları da, 40’lardakiler de münferit değil, tek tek incelenemez. Hepsi birer halka. Halkalara bakmak bizi yanıltır. Zincire bakıldığında ne olduğu ortaya çıkar.

Zincire baktığınızda ne görüyorsunuz?

Osmanlı İmparatorluğu’nda milli bir anlayış yoktu. İttihat ve Terakki döneminde bu nedenle ulus kurulmak istendi. 1964 olayları da, zaman içinde halka halka karşımıza çıkan gelişmeler de, ulus devlet kurma çabasından dolayı ortaya çıktı. Çünkü ulus-devleti kurma gücünü gösterdiğimiz topraklarda azınlıklar vardı. Müslüman azınlıklar için asimilasyon kolaydır diye düşünülerek bir program hazırlandı. Hristiyanlar içinse asimilasyon zordu. Ne de olsa insanlar “cehennemde yanacağım” diye korktuğundan dinlerini değiştirmiyorlardı. Bu nedenle de bir eritme programı hazırlandı. İşte bu zinciri elimize aldığımızda 1964 halkası bir “altın vuruş” niteliğindedir.

Neden 6-7 Eylül değil de 1964 için “altın vuruş” tanımını kullanıyorsunuz?

Bütün süreçler önemli ama 1964’ün önemi şu: Bir mahkûm kurşuna dizildiğinde idam mangası onun karşısına geçer ve komutla ateş eder. Mahkûm yere düştüğünde ölüp ölmediğine bakılmaksızın bir kurşun daha sıkılır kafasına. Ölümü tartışmasız hale getirilmek istenir. İşte bu olay da öyledir. 1964 sonun başlangıcı oldu.

“6-7 EYLÜL POGROMDU”

Türkiye tarihi boyunca zincirin halkalarını birbirine kim bağladı?

Bu zincirin halkalarının bazıları yasalarla bazıları illegal girişimlerle oluşturuldu. Halk Partisi iktidarken baskı yöntemleri yasalarla belirlendi. Halk Partisi’nin iktidarda olmadığı dönemlerde illegal yapıldı. Mesela 6-7 Eylül yasalarla değil yeraltında hazırlanmış bir pogromdu. Varlık Vergisi ise Meclis’in onayladığı bir yasa ile çıktı. Demek ki bu eritme programını uygulayan parti Halk Partisi’ydi. Zaten Halk Partisi raporunda İstanbul’un fethinin 500. yılında şehirde hiçbir Rum’un kalmaması isteniyordu. 1964’te Halk Partisi yeniden iktidar oldu. Yaptığı icraatlardan biri Atatürk ile Venizelos arasında 1930’da yapılmış olan İkamet, Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması’nı tek taraflı kaldırmaktı. Yunan vatandaşlarının bu anlaşmayla kaldıklarını öne sürüp gönderdi. Halbuki bu insanlar anlaşmadan önce de Türkiye’de yaşıyordu.

“1964 OLMASAYDI TÜRKİYE’NİN VİZE SORUNU OLMAZDI”

Anlaşmanın Türklere de yansıması olmadı mı? Ne de olsa bir Türk vatandaşı da artık Yunanistan’da kalamayacaktı.

Türkiye 1964’te bu kararı alırken kendine de zarar verdi. Halbuki anlaşmayla Türkiye ve Yunan Krallığı vatandaşları birbirlerinin ülkelerinde yerleşip çalışabiliyorlardı. Gemiler iki ülkede de limanlarda faaliyet yapabiliyordu. Eğer anlaşma yürürlükte kalsaydı Yunanistan 1981’de AB’ye girerken buradaki nüfusu göz ardı edemezdi. Bunu AB’ye taşımış olacaktı. Türkiye’nin vize sorunu olmayacaktı.

Rum cemaati 1964’te bu kararı ilk duyduğunda ne hissetti?

O dönemde bu olayı bizi daha fazla üzecek bir gelişme gibi görmedik. Zaten Türkiye’de Rum olmanın en zor olduğu yıllardı. Şöyle düşünün; uçurumun kenarındasınız ve tırnaklarınızla tutunuyorken, biri sizi attığında, düşmeye başladığınızda ilk önce bir rahatlama olur. Artık çabanız sona ermiştir. Bir bekleme süreci başlar artık. Ya düşer parçalanırsınız, ya da denize düşer serinlersiniz. Belki de boğulursunuz.

“SEN SINIRI AŞAĞIYA DOĞRU MU GEÇMEK İSTİYORSUN DİYORLARDI”

Sınır dışı edilenler için nasıl bir süreç işliyordu?

1. Şube’ye çağırılıyorlardı. Önlerine ikiye katlanmış bir kağıt veriliyordu. Üstünde ne yazılı olduğu belli değil, belki hiçbir şey yazmıyordu, sonuçta göremiyorlardı. “Şurayı imzala” diyorlardı. İmzalamak istemeyen olunca “Sen sınırı geçmek istemiyorsun herhalde, aşağıya doğru sınırı geçmek istiyorsun” diye tehdit ediyorlardı. Artık kim imzalamam diyebilirdi ki? Bunlar için Azınlıklar Tali Komisyonu’nun arşivi açıklanırsa pek çok şey ortaya çıkar.

“Bir Tutam Baharat”ta (2003, Tassos Boulmetis) bir sahnede ailenin Yunan tebaalı babasına Müslüman olması karşılığında Türkiye’de kalabileceği söyleniyordu. Bu tür teklifler yaygın mıydı?

O filmde gerçek olmayan tek şey oydu. Değil teklif etmek, sen gidip Müslüman olsan da Türkiye’de kalamazdın. O dönemde hakkın olan şeyleri alman için rüşvet vermen gerekirdi. “Yirmi Kur’a Nafıa”ya (İkinci Dünya Savaşı yıllarında askere alınan gayrimüslimler) dahil olmamak için bir adam gözü olmasa da Gülhane Askeri Hastanesi’nden rapor alamıyordu. Elsiz kolsuzlar bile kamplara götürülüyordu.

Yunan vatandaşlarının cemaat içinde İstanbullu Rumlardan farkı var mıydı?

Bu kesimin bizden hiçbir farkı yoktu. Benim okulumdakilerin yarısının Yunan vatandaşı olduğunu askerlik dersi aldığımızda öğreniyorduk. Çünkü bu ders sadece Türk vatandaşlarına veriliyordu. Onlar da aşağıda futbol oynuyorlardı. Biz de “Keşke Yunan vatandaşı olsaydık da oyun oynasaydık” diyorduk. Ayrımız gayrımız yoktu.

“ENGELLİLER DE KOLLARINDAN TUTULDUKLARI GİBİ SINIR DIŞI EDİLDİ”

Fakat 1964’ün ardından aranızdaki farkı görmeye başladınız. Siz kalıyordunuz ama onlar sınır dışı ediliyordu.

Her gün isimleri gazetelerde çıkmaya başladı. Ve sonuç olarak 13 bin kişinin 18 ay içinde ihtarnameyi aldığı saatten itibaren 48 saatte ülkeyi terk etmesi kendilerine emredildi. Mallarına haciz kondu. Halbuki bir anlaşma feshedildiğinde, varlığını beraberinde götürebilmeliydi. Buna da izin verilmedi. Tamamen kanunsuz hareket edildi. Aralarında engelliler de vardı. Bunlar kollarından tutuldukları gibi sınır dışı edildi. Sadece Yunan vatandaşları gitti sanmayın. Sonuçta onlar aile reisiydi, beraberlerinde Türk vatandaşı Rumlar da İstanbul’dan ayrıldı. Rum nüfusu 1965’te 90 binden fazlayken 18 ay sonunda 60 bin Rum İstanbul’u terk etmek zorunda kaldı.

“AZINLIKLAR TALİ KOMİSYONU, MİT VE MGK’NIN EMRİNDEYDİ”

Yani 6-7 Eylül’de dahi gitmeyenler 1964’te zorunlu yolculardı.

Evet, 6-7 Eylül’de de, 40’larda yaşananlarda da gidenlerin sayısı çok azdı. Rumların başına ne geldiyse 1962’de kurulan Azınlıklar Tali Komisyonu’ndan geldi. İçişleri Bakanlığı’na bağlı görünse de aslında MİT’in, MGK’nın emrindeydi. Oradan çıkan kararlarla bu baskılar her geçen gün artırıldı. Bizim toplumumuz böylece üç binin altına düşürüldü.

Siz de uzun bir yargı sürecinden geçtiniz. Milli birliği bozacak şekilde Rumluk propagandası yaptığınız iddia edildi.

1958’de Peyami Safa’nın zehir zemberek yazıları vardı. Nefret söyleminde Nobel alacak yazılardı. “Rumların boğazına basıp nefes borularını tıkayalım” gibi ifadeler kullanıyordu. Ben ona cevap verdim.

Soruşturma süreci nasıl başladı?

Rum Ortodoks Kilisesi’ni vurmak için Türk Ortodoks Kilisesi kurulmuştu. Eftim’in annesi vefat edince onun cenazesine giden Rumlar oldu. Ben de bunun üzerine “oraya giden gerçek Rum olamaz” dedim. Bu, bölücülük kabul edildi. Ondan sonra on yıllık dava süreci başladı. Gazetenin sahibi Yunanistan’a kaçtı, orada da Türk düşmanlığı satarak hayat geçirdi. Bense 24 yaşımdaydım, töhmet altında kalıp gitmek istemedim. Mücadele ettim. On sene sonra, 1975’te, üç kere arka arkaya çıkan beraat kararıyla dava sonuçlandı.

Söz gazetecilikten açılmışken, 1964’te Türk medyası bu olaylar karşısında neler yapıyordu?

Ses seda yoktu. Herkes bu olayları destekledi. 1955’te 6–7 Eylül’ü kınayan mı oldu ki 1964’te bunu kınayan olsun? İki kadın, Dilek Güven doktora teziyle (“Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları”), Tomris Giritlioğlu da filmiyle (“Güz Sancısı”) bu olayları gündeme getirdi.

“ETKİN KALEMLER 50 SENE BOYUNCA NEREDEYDİ?”

Duygulandınız mı bu sürecin konuşulur hale gelmesinden?

Duygulanmadım. Tiksindim. Elli sene boyunca bir satır yazılmadı. İki kadının başına bela gelmediği görülünce yazmaya başladılar. Ertuğrul Özkök gibi etkin kalemler elli sene neredeydi? 1964’te yediğimiz altın vuruş tamamen öldürmedi. Biz hala akıllanmadık, burada kaldık. Çok da iyi ettik burada kalmakla. Hala mücadele ediyoruz. Ama zaten bugüne kadar kaybettiğimiz kanla ölmek üzereyiz. Ona kurşun sıkmasanız da yaşamasını sağlamaz. Kaybettiği kan için acele kan aranıyor. Kapanması gereken 1964’teki yaradır.

Bu yara nasıl kapanır?

Madem ki sürekli “Bizim mozaiğimizsiniz” deniliyor, ben buna inanmak istiyorum. O zaman 13 bin kişi nasıl sınır dışı edildiyse onun karşılığında Rum Ortodoks olan – ister Yunan ister Finlandiya vatandaşı – 13 bin kişiye Türkiye’de oturma ve çalışma izni verilsin.

“NÜFUSUMUZ ÖLÜMLE EKSİLMEDİ Kİ DOĞUMLA YERİNE GELSİN”

Son dönemde medyada çok yer aldı. Ekonomik kriz sonrasında Yunanistan’dan gelen olur mu?

Yunanistan’da asgari ücret düşürülse de Türkiye’dekinin iki misli. Ayrıca ellerindeki pasaport bütün Avrupa ülkelerinde geçiyor. Gidenler gelmez. Gelse de başarısız olan gelir. Bu sefer onlar da gelirse hep beraber batarız. Atina’dan, Selanik’ten gelmezler de belki taşralardan gelirler. Biz vakıf mallarımızı restore edip onlara imkan sağlarsak burada otururlar, çocukları okullara gider. Başbakanımız bizim de çocuk yapmamızı istedi ama bizim yaş ortalamamız 60’ın üzerinde. Nüfusumuz ölümle eksilmedi ki doğumla yerine gelsin. Türkiye Cumhuriyeti’nin Rum toplumuna karşı böyle bir borcu olduğuna inanıyorum. Nasıl ki bu baskıları yaparken kendine de zarar verdi, bunu yaparsa hem bize nefes aldırır hem de imajını değiştirmiş olur.

* Bu röportaj Express dergisinin Haziran sayısında yayınlanmıştır.