19 Aralık 2000 tarihinde 18 hapishaneye yapılan ve 28 tutsağın katledildiği operasyonu anlamak için önce bugünü anlamak gerekiyor.

Bugün her yere hakim olan şiddetinin ve sessizliğin tek nedeni yirmi yıl önce yaşanan hapishaneler katliamı olmasa da, en önemli sebeplerinden biri olarak görülmelidir.

Bu öyle 2000 yılında birdenbire ortaya çıkan bir politika değildi. Her dönem dışarıya hakim olabilmek ya da çıkarılan baskı ve sömürü yasalarını kolayca hayata geçirebilmek için ilk önce hapishanelere hakim olunmaya çalışılmış, tutsaklar sessizliğe mahkum edildiğinde dışarıya daha kolay hakim olunacağının hesabı yapılmıştır. Bu nedenle Türkiye hapishaneler tarihi baskı ve yasaklar tarihidir.

12 Eylül yıllarında yaşanan hak gaspları, işkenceler ya da tek tip elbise dayatması gibi bazı uygulamalara karşı başta Metris ve Diyarbakır hapishanelerinde yaşanan direnişlerde yaşamlarını yitiren tutsaklar olsa da, hapishanelerdeki katliam politikası asıl olarak doksanlı yılların ortasından itibaren hayata geçirilmeye başlandı.

21 Eylül 1995 yılında Buca Hapishanesinde üç tutsağın öldürülmesiyle başlayan katliamlar dönemi 4 Ocak 1996 yılında Ümraniye Hapishanesi’nde dört tutsağın, aynı yılın eylül ayında Diyarbakır Hapishanesi’nde on tutsağın, 25 Eylül 1999 tarihinde Ulucanlar Hapishanesi’nde on bir tutsağın katledilmesinin ardından 19 Aralık 2000’deki hapishaneler katliamına gelindi.

Tecrit politikası da 2000 yılında açılan F tipi hapishanelerle gündeme gelen bir politika değildi. 12 Eylül’de bazı hapishanelerde yaşanan işkence politikalarına, özellikle de tek tip elbise dayatmalarına karşı ortaya çıkan direnişleri geriletmek için bazı tutsaklara karşı tecrit politikası uygulanmıştı, ama bu konudaki en önemli adım 1991 yılında Eskişehir tabutluğunun açılması ile atıldı. 1991 yılında atılan bu adım tutsakların direnişi sayesinde boşa çıkartılmıştı.

1996 yıllının başlarında dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar’ın yayınladığı bir genelge ile siyasi tutsaklar ellişer kişi olarak çeşitli hapishanelere dağıtılıp birbirlerinden yalıtılarak teslim almak istediler. Yayınlanan bu genelge 12 tutsağın yaşamını yitirdiği 1996 ölüm oruçlarıyla boşa çıkartıldı.

Bu tarihten sonra Amerika her yıl yayınladığı terör raporlarının Türkiye bölümüne hapishaneleri ekleyerek “Türkiye’de terörün kaynağı cezaevleri” demeye başladı.

Yine 1996 yılında hapishanelerde yaşanan ölüm orucu direnişinden sonra Türkiye’deki hapishanelere heyetler gönderip incelemeler yaptıran Avrupa İşkence ve Kötü Muameleyi Önleme Komitesi yayınladığı raporda hapishaneleri eleştirerek hücre sistemine geçilmesini “tavsiye” etmişti.

Bu raporlardan da anlaşılacağı gibi hücre sistemine geçmek esas olarak Amerika ve Avrupa Birliği’nin talebiydi. Bu talepler doğrultusunda devlet hızla F Tipi hapishanelerin yapımına başladı.

F Tipi hapishaneler bitmeye başladığında televizyon ve gazetelerde “Hapishanelere hakim olamıyoruz”, “Gardiyanların can güvenliği yok”, “hapishaneler örgütler hakim. Bu nedenle hapishaneye düşen biri örgüt üyesi olarak çıkıyor”, “Koğuşlar yetersiz. Tutuklular üst üste kalıyorlar” türünden, halkı manipüle etmeye yönelik yalan yanlış haberler yaptırılarak kamuoyu operasyona hazırlanmaya çalışıldı.

Devletin uygulamaya koymaya çalıştığı tecrit – izolasyon politikasına tutsakların cevabı 20 Ekim 2000 tarihinde başlayan süresiz açlık grevi oldu.

İlk başlarda basının hapishanelerde başlayan direnişe sesiz kalması bir yana, devletin tecrit politikasını hayata geçirebilmek için yalan yanlış haberler yapmaya devam etmekten de çekinmediler.

Direnişin ilerleyen günlerinde hapishanelerde yaşanan soruna duyarlı bazı köşe yazarlarının yazdıkları yazılar ve dışarıdaki kamuoyunun duyarlılığı nedeniyle devlet tutsaklarla görüşmek zorunda kaldı.

Yapılan görüşmelerde tutsakların tavrı, F Tipi cezaevleriyle yaşama geçirilmesi düşünülen tecrit – izolasyon politikasının tümden ortadan kaldırılması yönündeydi.

Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk tutsaklarla yapılan görüşmeler sürerken “F Tipi hapishanelerde yeni bir düzenleme yapılmadan, bu hapishaneler için görüş birliği sağlanmadan açılmayacak” diye bir açıklama yaptı.

Bu açıklamayı yapan Adalet Bakanı değilmiş gibi, birkaç gün sonra Bayrampaşa Hapishanesi’nde tutsak temsilcileri, Aydınlar, Avukatlar, Milletvekilleri ile hükümet yetkilileri arasında yapılan görüşmeler birden hükümet tarafından tek yanlı olarak bitirildi.

Hükümet yetkilileri yaptıkları açıklamalarda kendilerinin sorunu çözmek istediklerini, tutukluların uzlaşmaz tutumları nedeniyle görüşmelerin sonuçsuz kaldığını söylediler. Aslında görüşmelerden tek taraflı bir şekilde çekilerek çözümsüzlüğü dayatan kendileriydi. Görüşmelere kamuoyunu yanıltmak için başlamışlardı. Bir süre görüşmelere katılıp sonra çekilerek “Biz sorunu çözmek istedik, ama tutuklular buna yanaşmadı. Operasyon yapmaktan başka çaremiz kalmadı” demek istiyorlardı.

Sorunu çözmek gibi bir niyetlerinin olmadığını, asıl amaçlarının operasyon yapmak olduğunu hükümet yetkililerinin daha sonraki açıklamalarından anlamak mümkün.

19 Aralık katliamından sonra dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve İçişleri Bakanı Sadettin Tantan yaptıkları ortak açıklamada bu operasyona bir yıldır hazırlandıklarını belirttiler. Yani devlet görüşmeleri zaman kazanmanın ve kamuoyunu operasyona hazırlamanın bir aracı olarak görmüştü. Sorunu çözmek gibi bir niyetleri yoktu. Görüşmelere katılan dönemin Fazilet Partisi Milletvekili Mehmet Bekaroğlu devletin tek taraflı görüşmelerden çekilme tavrı için: “Devlet bizi kullandı” demişti.

Beklenen operasyon 19 Aralık günü, henüz gün ağarmamışken sabahın dördünde kimyasal gazlar, bombalar, ağır silahlar, iş makineleri, kompresörler, helikopterler, yapmayı düşündükleri katliam için eğitip donattıkları askerler ile geldi.

O gün yaşanan sadece bir hapishaneye yapılan bir operasyon değildi. Devletin 1974 yılında Kıbrıs’a yaptığı işgal harekatından sonra 18 hapishaneye aynı anda gerçekleştirdiği en kapsamlı hareketti demek mümkün.

Özel hazırlanmış 10 binin üzerinde askerle yapılan bu operasyonda büyük bir katliamı göze aldıkları belliydi. Ağır silahlar, kimyasal gazlarla çok şiddetli bir saldırı ile başlayan operasyon on altı hapishanede ilk gün biterken, Çanakkale Hapishanesi’nde üç gün, Ümraniye Hapishanesi’nde dört gün sürdü.

Bayrampaşa Hapishanesi Kadınlar koğuşunda altı kadın tutsak atılan kimyasal gazlarla yakılarak katledildiler.

Bu operasyonda 28 tutsak katledildi, yüzlerce tutsak çeşitli yerlerinden yaralandı, binlerce tutsak bu operasyon için hazırlanmış özel birlikler tarafından yoğun işkencelerden geçirildiler.

Tutsakları katletmeye gelmelerine rağmen operasyona “Hayata Dönüş” adını vermeleri de sorunu çözme konusundaki samimiyetsizliğin diğer bir kanıtı olsa gerek. Operasyon sonrası yapılan yargılamalarda 19 Aralık 2000 tarihinde yapılan bu operasyonun gerçek isminin “Tufan Harekatı” olduğu ortaya çıkmıştı. Yani tutsakları katletmek ve sonucu ne olursa olsun hapishanelerde tecrit politikasını hayata geçirmek için gelmişlerdi.

Operasyon sonrası F tipi hapishanelere yapılan sevkler yoğun işkenceler altında gerçekleştirildi. Ellerin arkadan ve çok sıkı kelepçelenmesi sonrasında şişen bileklerde ortaya çıkan acıya ringlerin içinde on saat, on beş saat dayanmak kolay değildi. İşkence yaptıktan sonra hücrelere aldıkları için ringlerden indirilmek için saatlerce beklemek gerekiyordu ve geçen her dakikada kelepçelerin sıktığı bileklerde ortaya çıkan acı dayanılmaz oluyordu.

Sadece operasyon için değil, sevk için de özel birlikler hazırlanmıştı. Askerler ringlerden indirdikleri tutsaklara işkence yapmak için yarışa tutuşmuş gibiydiler ve sadistçe yaptıkları işkenceden zevk alıyorlardı.

Yapılan işkencelerden sonra yan taraftaki bir odada Hipokrat yeminini unutmuş doktorlara çıkartılan tutsaklara, vücutlarının her yerinde belli olan işkence izlerine bakmadan sağlam raporu verildikten sonra sıra gardiyanların işkencesine geliyordu.

F Tipi Hapishanelerin kendisi de ayrı bir işkence. İzolasyon – tecrittin bir insanlık suçu olduğunu unutmamak gerekiyor.

Bu suç bugüne kadar artarak devam etti. Hatta bu suç hukuksuz bir şekilde hapishanelere konulan ve yıllarca mahkemeye çıkartılmadan bekletilen, mahkemeye çıkartıldığında ise sahte delillerle, çoğu zaman bir belgeye, kanıta ya da bir suça gerek duyulmadan hukuk dışı bir şekilde ağır cezalara çarptırılan avukatların, gazetecileri, milletvekillerinin, belediye başkanlarının, aydınların hapishanelerde yıllarca bir rehin gibi tutulmasıyla daha çok artmıştır.

Ülkeye gerçek anlamda bir adalet gelmediği sürece bu suç işlenmeye devam edecektir. Bu nedenle ülkedeki hak ve özgürlük mücadelesinin en önemli ayaklarından birinin hapishaneler olduğu unutulmamalı. Yine bu nedenle bugün daha çok adalet ve hukuk demek gerekiyor.