Edmondo De Amicis (1946-1905) 1870’li yıllarda Türkiye’ye, İstanbul’a gelip gayet orijinal ve tarafsız gözlemlerini kitaplaştıran bir İtalyan edebiyatçı ve seyyah. Türkiye’de daha çok “Çocuk Kalbi” adındaki çocuk kitabı ile tanınıyor. Bugün Edmondo De Amicis’in 1874 İstanbul’una dair izlenimlerini aktardığı “İstanbul” adlı eserinden bazı ilginç bulduğum alıntılara yer vermek istiyorum:

Aşk ve tütünden sonra, en fakir Türklerin teselli kaynağı, kahvedir. Kahve, Galata ve Serasker kulelerinin tepesinde, bütün vapurlarda, mezarlıklarda, berber dükkânlarında, hamamlarda ve çarşılarda içilir. Kendinizi İstanbul'un hangi bölgesinde bulursanız bulun, başınızı bile çevirmeden "Kahveci!" diye seslenmeniz yeterlidir; üç dakika içinde dumanı tüten fincanı önünüzde bulursunuz...

(Elhamra Tiyatrosunda) Çoğunluğu şişman Türklerden oluşan, uzun sıralara yerleşmiş seyirci topluluğu, müstehcen jestler ya da kışkırtıcı espriler karşısında, sarsılarak kahkahalar atarlar. Her zamanki vakur maskeleri düşmüş, gerçek doğaları ve fena halde şehvete meraklı hayatlarının sırları ortaya dökülmüştür. Aslında, Türkler doğalarının ve varlıklarının bedensel hazlara düşkünlüğünü hiçbir şeyi saklamadıkları kadar büyük bir özenle saklarlar. Sokaklarda asla bir kadınla birlikte yürümez, kadınlara bakmaz, ancak mecbur kalınca bir kadınla konuşur, birisinin eşlerinin hatrını sormasına neredeyse alınırlar. Görünüşlerine bakınca onları dünyanın en namuslu ve en ağırbaşlı insanları sanırsınız. Ama bütün bunlar sadece görüntüde kalır...

Diğer Doğu insanları gibi, Türkler de çocuklara benziyorlar; birkaç yemekle yetinmek yerine çok sayıda çeşitten küçük miktarlarda yemeyi tercih ediyorlar. Artık şehir insanları oldukları için, tarımsal kökenlerini küçümser ve beslenmedeki basitliği, görgüsüz bir pintilik olarak algılar gibi bir halleri var...

Her halükarda, isteklerinin ve bütün varlıklarının oluşturduğu çemberin dışında kalan şeyleri anlamak için herhangi bir çaba harcamazlar. Hakkında bir şey bilmedikleri bir şeyle karşı karşıya kalınca, İranlılar keşfetmeye, Araplar meraklanmaya başlar. Ancak Türkler tamamen kayıtsız kalırlar...

Ne Avrupalılardan, ne de sonu gelmeyen ince tartışmalardan keyif alırlar. Türklerle Avrupalılar arasında hiçbir zaman tam bir aşinalık oluşmaz...

Bununla birlikte, bütün bu vasıflar, Türk ruhunun yüzeyinde, günlük varlığının rahatsız edilmemiş sükûnetinde süzülmektedir. Oysa derinlerde, tahrik edildiği zaman yüzeye çıkan ve onu bambaşka bir varlığa dönüştüren, vahşi Asyalı doğası, fanatikliği, askeri kana susamışlığı, barbar gaddarlığı, derin uykudadır. Türklerin, başka halkların kafalarını koparmakla meşgul olmadıkları zamanlarda, dünyanın en yumuşak insanları olduğunu ifade eden bir özdeyiş vardır...

... En küçük bir lütuf karşısında bile duydukları minnettarlık, ölülere gösterdikleri saygı, misafirlerine sergiledikleri nezaket ve hayvanlara besledikleri şefkat gibi belli bir ruh asaletini simgeleyen başka duygularını da unutmamak gerekir. Bütün sosyal sınıfların eşitliğine inanmaları hayranlık uyandırır; karakterlerinin ciddi anlamda ılımlı olduğu da inkâr edilemez. Bu ılımlılık, bilgelik ve temkini yücelten sayısız atasözü ile ifade edilmiştir. Bayağılığı ve yerleşmiş bir umutsuzluğu dışlayan bir yalnızlık ve melankoli eğilimleri, ataerkil bir basitlikleri vardır...

Bu halkın doğası, felsefesi ve varlığının tamamı "kef" diye tabir edilen ve en yüksek derecede keyfi simgeleyen, özel bir zihin ve vücut durumuyla özetlenebilir. Az yemek yemiş, bir bardak arı su içmiş, namazını kılmış olmak, vücudunuzun dinlenik, vicdanınızın huzurlu olduğunu hissetmek, bulunduğunuz yerden, mesela bir ağaç gölgesinden, geniş bir ufku uzun uzun seyredebilmek, göz ucuyla, yamacın aşağısındaki mezarlıktan havalanan güvercinleri, uzaktaki gemileri, elinizin dibindeki böcekleri, gökyüzündeki yıldızları, nargilenin dumanını görebilmek, dalgın dalgın Tanrı'yı, ölümü, dünyevi şeylerin boşluğunu, ebedi istirahatin tatlılığını düşünmek, işte "kef" budur... Dünyanın büyük tiyatrosunda aylak bir seyirci olmak; Türklerin en büyük arzusudur...

İstanbul’a girerken hissettiğim duygu, bana, Messina’nın boğazlarından Boğaziçi’nin girişine kadar süregelen on günlük yolculuk boyunca gördüğüm her şeyi unutturdu. Bir göl kadar durgun Yanya Denizi, Mora’nın güneşin ilk ışıklarıyla gül pembesi bir renge bürünen uzak dağları, gün batımında kor gibi parlayan Yunan takımadaları, Atina’nın harabeleri, Selanik Körfezi, Limni, Bozcaada, Çanakkale Boğazı, yolculuk boyunca beni eğlendiren ve ilgimi çeken pek çok insan ve olay, Haliç’in manzarasında silinip gittiler.