Eskiden hükümetlerin görevlerini asker sonlandırır, başbakanların istifalarını isterdi. 27 Mayıs 1960 ile başlayıp 1961 Anayasası hazırlandıktan sonra da girişilen ve önlenen darbe girişimleriyle devam eden süreç; 12 Mart 1971’de “özgürlükçü” olarak anılan anayasanın iğdiş edilmesiyle, 12 Eylül 1980’de “faşist darbe” ile ve sonrasında 28 Şubat’larla, e-muhtıralarla devam etmişti.

Askerin, seçilmiş hükümetleri gerekli gördüğü lüzumlar üzerine alaşağı etmesi, yalnız anayasal parlamenter sistemin rafa kaldırılıp indirilmesi değil, demokrasinin kelimenin tam manasıyla darbe almasıydı.

Doğrusu liberal demokrasi biçimini kabul eden Türkiye’de demokrasi ağır aksaktı ya, seçim yapılsa da son sözü söyleyen asker oluyordu! Siyasetin sınırlarının belirleyen de…

Gelelim bugüne… Şimdi yine seçim yapılmasına ve hattâ seçimler “tekrarlanmasına” rağmen hükümetin başında kimin bulunacağını Saray belirliyor. Şöyle demek yanlış olmayacaktır: Dünkü askeri darbeydi, bugünkü Saray darbesi!

10 Ağustos 2014’te cumhurbaşkanı koltuğuna oturan Erdoğan, “yeni Türkiye”nin teamüllerini (davranış, tutum) oluşturacağını söylemişti. Bu teamüllerin parlamenter sistemin bekleme odasına alınması ve onun meydan meydan gezerek gönlünde yatan başkanlık sistemi için 400 milletvekili istemesi olduğunu hep birlikte görmüştük. Zira 7 Haziran, olağan bir genel seçimden çıkararak başkanlık sisteminin oylamasına dönmüştü. Tabiî ters tepmişti onun teamülleri oluşturma arzusu, ihtirası, hırsı…

7 Haziran seçimleri sonrası Başbakan Davutoğlu katıldığı ilk canlı yayında 12 Eylül rejiminin çarpık bir sistem kurduğunu, paylaştırılan yetkilerin parlamentonun dışında kaldığını belirterek “Başkanlık sistemine geçmek istedik ama buna halk izin vermedi. Şu anda yeni bir tablo var, herkes bu tabloyu var olan sistem içinde yönetmekle zorunludur” demiş ve eklemişti:

“Sistem değişmediğine göre artık taşların yerine oturtulması lazım.”

Hâl böyleyken “başkanlık” adı altından kendi rejimini kurmaya giden Erdoğan’ın başbakanlık koltuğa oturmasına “izin verdiği” Davutoğlu’nun üzerini çizmesi, yürütme erkinin üzerinde oluşturduğu vesayetin açık örneği. Bu bilinmeyen bir şey değil. Cumhurbaşkanı olduktan sonra ne Erdoğan’ın daha çok otoriterleşmesinin ne de ileride anayasal krizlerin yaşanmasının sürpriz olmayacağını söylememiz bundandı.

Bugün Erdoğan’ın, bir zamanlar genel başkanı olduğu partinin başına getirdiği “uyumlu” başbakana darbe yapacak kadar şirazesinden çıkması, “yeni Türkiye”nin teamüllerini oluşturma sürecinde ortaya çıkan krizin en büyüğünden biri.

Davutoğlu’nun başbakanlığı bırakacak olmasıyla ayyuka çıkan krizin ilk anında bu yüzden Erdoğan “Başbakan’ın kararı” derken, Başbakan Davutoğlu “4 yıllık sürenin daha kısa sürmesi benim tercihim değildir. Zarurettir” dedi.

NASIL BİR REJİM?

Şimdi ne olacak?

Sistem “teamüller” doğrultusunda artarak bir baskı rejimine dönüşmeye devam edecek.

“Olağanüstü” durum için Erdoğan’ın Saray’a topladığı milletvekillerinden Aydın Ünal yeni başbakanın düşük profilli olacağını söyledi.

Ama şimdi asıl şu soru gündemde: Davutoğlu bu “zaruri” durum karşısında Demirel gibi şapkasını alıp gitmeyi tercih etti. Erdoğan’a bu durumda bile Anayasanın 101. maddesinde ifadesini bulan “Cumhurbaşkanının varsa partisi ile ilişiği kesilir” ibaresini hatırlatamayacak kadar “dava”sına bağlı biri ile bu iş olmadıysa, başka biri ile nasıl olacak?

Bu sorunun yanıtı “Nasıl bir rejim?” gibi başka bir soruyu doğuruyor. Cumhurbaşkanının yetkileri artırılarak 2007’deki referandumdan sonra cumhurbaşkanını halk seçtiği için zaten “yarı başkanlık” sistemine geçildiği söylenerek meşrulaştırılan totaliter sistem “başkanlık/tek adam rejimiyle” pekiştirilecek mi yoksa gerçek bir demokratik sistem mi inşa edilecek?

Nasıl bir devlet sisteminde yaşamak istiyoruz? Yargı bağımlılığı, basın ve ifade özgürlüğü ihlalleri, medya kuruluşlarının kapısına kilit vurulması, üniversitelerin sistemin kuklası hâline gelmesi, merkezin yerel yönetimler üzerinde kurduğu tahakküm, eğitimde din derslerinin zorunlu hâle getirilmesi, anadilde eğitim hakkının tanınmaması, yaşam tarzına müdahaleye yönelik uygulamalar, yolsuzluk dosyalarının kapatılması, yargı kararlarına rağmen kaçak sarayların inşa edilmesi… Demokratikleşmenin önündeki bu sorunlar yine bahaneler ileri sürülerek ötelenecek mi?

Demokrasiyi gidebildiği yere kadar gidip vardığı yerde ineceği bir tramvay olarak gördüğünü son yıllarda her faaliyeti, söylemi, tutumu ile kanıtlayan Erdoğan, uzun zamandır anayasal başkanlığı ilan etsin istiyor.

Parlamenter sistem bekleme odasında belki ama Meclis’teki aritmetik durum şu an referanduma gitmesine de izin vermiyor. Siyasî oyunlarla, başka partilerden vekil aşırmakla, erken seçimlerle, MHP ve HDP’nin baraj altına itilmesiyle Erdoğan istediği rejimi tesciller mi bilinmiyor ki; CHP ve MHP’nin de desteğiyle dokunulmazlıkların kaldırılmasına yönelik Anayasa değişikliği teklifinin kabulünü bu minvalde değerlendirebiliriz. Özellikle de HDP’nin parlamento dışı bırakılmak istendiği bu “formüle” dönük bir grup aydın şöyle diyor:

“Dokunulmazlıkların topluca kaldırılması cezaların şahsiliği ilkesiyle kesin olarak çelişir ve kolektif cezalandırmaya yol açması kabul edilemez. 1994’te DEP Milletvekillerine yapılanların ve sonrasında yaşananların demokrasi ve barış alanında yarattığı tahribat Türkiye kamuoyunun hafızasında canlılığını korumaktadır. Bugün de demokratik muhalefeti susturmayı, Meclis’i çoğunluk tahakkümü ile etkisizleştirmeyi amaçlayan bu teklif siyasal bir linçi hedeflemektedir.”

Ezcümle “tek adam” rejimini kurmak için her şeyi göze alan “Reis”, 1980 rejiminin ruhunu taşıyan Anayasanın, cumhurbaşkanını olağan üstü yetkilerle donatarak yönetim biçiminin nasıl olması gerektiğini muallakta bırakan maddelerinden faydalanarak ve hattâ Anayasayı askıya almak pahasına ağır aksak yürüyen parlamenter sistemi değiştiriyor hızla.

Çevresindekiler “Reis”e “Biatsa biat, itaatsa itaat. Ölümüne arkandayız!” havasında. MHP’nin durumu malûm…

Ancak asıl önemlisi, yargının böylesine bağımsızlığını yitirdiği bir dönemde sosyal demokrasi iddiasında olan CHP’nin, anayasaya aykırı olmasına rağmen “dokunulmazlıkların kaldırılmasının önünün açılması” ile Erdoğan’ın arzu ettiği rejimi “dindar bir anayasa” ile tescilletmede biraz daha yol aldığını görememesi.