Yaz hükmünü yitirdi artık mavinin anayurdunda. Geçti, hüzünlü şarkılar söyleyen zamanın keskin çığlığındaki anılar. Sıcacık küçük dokunuşlarla son şarkılarını söylüyor güneş; dallara, perdelere, umuda.

Okaliptüs ağacının dallarındaki kumru, aylar oldu uçurdu yavrularını başka göklerin seyri seferine. Kanat oldular yürek yüreğe yaralı iklimlerin uzaklaşan düşsel beklentisine. Şimdi boşalan kumsalların gece mesaisinde dip sulara savrulan çocukların yürek akıntısında geziniyorlar özgürlüklerinden utanıp.

Asmalar ağırlığını silkindi biriktirdiği kırmızılıkların içinden, salkım saçak sepetlere doldurdu kekremsi güz yalnızlığını. Oluk oluk akarak köpürerek dolduruyor taş oyuklardan, bakır bakraçları asmaların ağrıyan memesi toprağın öz suyunu. Ağrı yayılıyor sızıyor evrenin ve halkların eklem yerlerinden ateşli yoksul kentlerin kuşatılmış şafaklarına.

Bahçedeki duvarın kirecine kahverengi dilini işleyen kertenkele esneyerek gerindi boşalmış yayların ucundan, avlunun içindeki sessiz bekleyişe dokundurdu küt kuyruğunu. Sessizlik uzadıkça uzadı, sıkıntıdan çatladı dalında ağırlaşan nar, gözünü kırptı sararan ayva. Unuttu unutuluş gri bir düzlemde yazın baskın renklerini. Pastel bir ormanın günlüğü tutulmaya başlandı huzurunun iç odalarında daralan granitte.

Kertenkelenin unuttuğu kuyruğu yakaladı en küt yerinden, bahçenin efendiliğine soyunan sarı benekli kedi. Sürükleyerek taşımaya yeltendi nar ağacının dallarının altına doğru onu.

Kertenkele tepindi, güneş gerindi, bahçe delindi gökyüzü bölündü en ince yerinden. Kedi nar ağacına kaçtı, kertenkele gövdesini gölgesine sürükleyerek yel olup aktı geçti yan evin böğürtlen dikeni kaplamış dağınık loşluğundan içeri. Kedi gözleyerek izledi kertenkeleyi put gibi uzun süre oracıkta. Elinden gelse gözleriyle yakalayıp getirecekti çalılıkların içinden biraz önce kaçırdığı noktaya onu. Bekledikçe bıyıkları döküldü kedinin bahçenin yaz boyu hararetinden kuruyan küçük havuza.

Komşunun kümesine hapsettiği üç beş keklik takımı tavuklardan öğrendiği makamla dillendiriyor tutsaklığın ağrısını, mor dağların sisli şarkısını güz bahçelerinin içinde. Ağır ağır damlıyor toprağın rahmine dut ağacının altındaki artezyenden ritmik damlalar. Kekliklerin bozkır suskunluğuna dönüşüyor sonra musluktan akan damla ve gecenin iç yorgunluğu.

Arı kuşları alçalıp yükseliyor, ormanın üzerinde bir top bulutun içine dalıp çıkarak, gölün üzerine biriktiriyor gecelerden artan senfonik ses yükünü. Sesler bölünerek düşüyor yoksul evlerin suskun pencerelerinde göğü kucaklayan sardunyalara. Sardunyalar renklerin diliyle göğe işliyor içine çöreklenen güz sıkıntısı sismik boşluğu.

Yaz geçti, elde var güz!

Güz sarhoşluğunda bir bozkır sabahına yürüyor on binler. Ülkemin tepelerinden dağlarından nehirlerinden, bütün yaz bahçelerinden çoğalarak gelmişler bozkır kentine, barışın şarkılarıyla yeşertmek için düş yüzünü. Narların barışa hazırlanan ayinine gelmişler, sararan yapraklarla küçük kalp mesafelerinden.

Pankartlar, simitçiler uzaklara uğurlanan, uzaklardan gelen trenlerin sesine karışan patlamanın alazıyla tarumar olan sıcacık bizden olan gülüşler. Küçük Veysel’in bize emanet olarak bıraktığı yemyeşil gözlerinden çoğalan o sımsıcak gülüşleri gibi ülkemin geleceğine yazılmış umut şarkıları.

Yaz geçti, ayak izlerini sürükleyerek ölülerimizin üzerinden.

Yaz geçti, soluklarımızda serçe adımlı güz.

Bir başka bahara hazırlanıyoruz, korkmuyoruz!