Şükrü Hatun / Birikim

 

Tayfun’la ilgili bende kalan en uzak anılar/görüntüler Hacettepe Merkez Yurdu’nun önünde annesi olduğunu daha sonra öğrendiğimiz bir kadının “Tayfunum nerede? gördünüz mü?” diye canhıraş Tayfun’u arayıp sorması, bazen de Tayfun’un annesini oralardan uzaklaştırmak için gösterdiği, o zaman bana üzücü gelen çabalara ait ( Aslında o yıllarda analarımızın neler çektiği, yaşadığı pek anlatılmadı. Mesela benim anam da 1 Mayıs gibi gösteri yapılacak günlerden birkaç gün önce babamı Ankara’ya gönderir ve benle zaman geçirmesini isterdi. Babam bir süre kalır sonra Haydar Tepe’ye güvenip geri dönerdi. Uzun yıllar anam bütün hastalıklarım senin yüzünden oldu dedi bana o yılları kast ederek. Tayfun’un annesinin de erken öldüğünü duyduğumda aslında o yılların oğulları analardan çaldığını düşünmüştüm). Sanırım Tayfun okula/derslere uğramadığı gibi (onla ilgili efsane buydu: “derslere hiç girmez ama notlara şöyle hızlıca bakarak sınavları geçer”, diğer efsane ise teorik tartışmalarda ona karşı gelmenin imkansızlığı idi), o zaman PDA olarak bilinen grubun içindeki politik çalışmaları nedeniyle yurda da pek uğramıyordu. Yani biraz nerede nasıl yaşadığı pek bilinmeyen, çok zeki, ağzında hep Üçüncü sigarası, düşmek üzere olan pantolonunu çeken, saçı başı bakımsız, belki biraz “serkeş” ama çocuk gülüşü ile ortalıklarda dolaşan Tayfun, o zamanki Hacettepe ortamının vazgeçilmez kişilerindendi. O zaman da bana saçma gelen sol içi fraksiyon kavgaları sırasında onun vurmayı bilmeyen çocuk acemiliği ile kavgalara karıştığını, onun hallerinin beni hep hüzünlendirdiğini, herkesin biraz “politik militan” olduğu o yıllarda onun esas olarak “Çocuk/insan” olarak durduğunu hatırlıyorum.

 

Hepimiz 12 Eylül sonrası bir yerlere savrulmuş, çoğumuz hekimlik mesleğinin imkanlarına tutunarak bir yaşam kurmaya çalışırken bu kez onun sesini “vicdani retçi” olarak duymuştuk ve şaşırmamıştık. Yani mesela ben onun bu sıra dışı duruşunun, biraz “delilik” gibi algılanabilecek tutumunun gerisinde dünyevi olan her şeye uzak bir Tayfun portresi görmüştüm ve zihnimdeki eski resimlerle uyumlu idi bunlar. Uzunca bir süre ondan haberim olmadı; bir kez Antalya’da kale içinde dolaşırken deri satan bir dükkanda rast gelmiştik ve “oradan buradan” konuşmuştuk biraz. O ise Cengiz Erçin’i görünce “sen yurttaki nabız Mehmetsin” diye ısrar etmiş, Cengiz ise o kişi olmadığına ikna edememişti onu. Yıllar sonra ise Kocaeli’nde iş yeri hekimliği ararken, yaparken sonra da hastane koridorlarında Cengiz ya da Kürşat’ı beklerken gördüm onu; bir defasında ise akciğer kanseri olmadığını öğrendiğimizde sevindiğimizi hatırlıyorum.

 

Bu sabah bir toplantı sırasında Kürşat Yıldız, belki de ölümü hiç önemsememiş birisinin ölümünü haber verir gibi, yani olağan bir haber gibi “Tayfun öldü” deyince, onun ölümünün de benim Hacettepe’de hatırladığım Tayfun resimlerine benzediğini düşündüm. Belki de Tayfun aramızda “kozmik önemsizliğinin” en çok farkında olandı ve sanırım bir çocuk gibi masum olarak, iyi bir insan olarak ve bize yaşamla, varoluşumuzla ilgili sorular bırakarak öldü. Şimdi onun ardından belki bu soruların bir kısmını konuşabiliriz diye düşünüyorum onun gülüşünü hatırlayarak.