Bu yazının tüm hakları Sevag Balıkçı'ya aittir

Beril Eski / Radikal

Bazı konular vardır, bu konularda isteseniz de yeni bir şey yazamazsınız. Talep çok açıktır. Ve herkes bu talebi dile getirir. Ne kadar çok insan yazarsa konu o kadar güncellenir ve görünür hale gelir. Birileri bu kalabalık gürültüden kötü etkilenir ve sorunu çözer. Neticede işe yarayan bir yöntemdir.

Ben bu yöntemden hiç hazzetmem. Sokakta olsun, medyada olsun, o toplu sesin bir parçası olup kolektif davranarak sorunu çözme fikri bana hep sıkıcı gelmiştir. Talep bellidir, söylenecekler bellidir, yazılacaklar bellidir. Hatta bunu yazacak, söyleyecek kişiler de bellidir.

Ama bugün, bununla ilgili tüm kişisel fikirlerimi ve hislerimi bir kenara bırakıyorum. Bunu ilk Hrant Dink öldüğünde yapmıştım. O zamanlar kalem oynatmıyordum. Ama başka bir şekilde topluluğa katılmış, ilk defa bir topluluğun parçası olmuştum. Şimdiyse Sevag Balıkçı’nın davası sonuçlanınca, davayla ilgili yazılacak yazıları sadece daha güçlü kılmak istiyorum. Buradaki mesele artık benim yazıyla ilişkimi, siyasetle ilişkimi, etrafımla ve hatta kendimle ilişkimi aşıyor. Burada artık sadece Sevag Balıkçı’nın meselesini öyle ya da böyle çözdürmek tek amaç, tek çare olarak kalıyor.

Anlatacak farklı bir şeyim yok aslında. Sadece o süreci nasıl yaşadığıma dair birkaç satır var. Sevag Balıkçı öldürüldükten kısa bir süre sonra ben Agos’ta çalışmaya başladım. Henüz yeni gazeteciliğe başlamıştım. Bir bulut çökmüştü gazeteye. O malum sessizlik. “Yapılacak bir şey yok, bekleyip göreceğiz” sessizliği.

Sonra Sevag Balıkçı’nın davası görülmeye başlandı. Davadaki her delil, Sevag’ın anlatıldığı gibi öldürülmediğine işaret ediyordu. Belli ki Sevag başka bir şekilde öldürülmüş ama yeni bir senaryo uydurulmuştu. Senaryo delillere değil, deliller senaryoya uydurulmaya çalışılıyordu. Maddi imkânlar elverdiğince... Ama sırıtıyordu işte. Adaletsizlik olmadık yerlerden çıkıyor, bize ‘sus’ işareti yapıyordu.

Bir gün, yine Sevag’ın duruşmasından anlam veremediğimiz bir karar çıktığı bir gün, Baron Pakrat Estukyan’la sigara içerken karşılaştık. Baron Pakrat bana o zaman “Sevag’ın ikinci adı Şahin. Muhtemelen babası bu adı, askerde Sevag’ın başına bir şey gelmesin, Ermeni olduğu anlaşılmasın diye koymuştur” dedi. O zaman sessizliğin yükü daha da ağırlaştı. Ağırlaşan bu sessizlik, benim de söyleyeceklerimi yuttu. Ortada hiçbir kelime kalmadı.

Tesadüf, Sevag Balıkçı’nın ailesiyle tanıştım yakın zamanda. Babasını gördüm. Hayatımda gördüğüm en üzgün adam olduğunu düşündüm. Sanki gözleri değil, büyük bir hayal kırıklığı bakıyor gibiydi. Hem aynı açmazları anlatmaktan dilinde tüy bitmiş hem de aynı açmazları bir daha anlatmak için yerinde duramaz bir hali vardı. Ya hep susacak ya hiç susmayacak gibiydi. Birbirine zıt hislerin sahibiydi. ‘Şahin’ adını düşündüm o zaman. ‘Sevag’ ismini de verdiği için pişmanlık duymuş mudur acaba? “Keşke sadece Şahin koysaydım adını” demiş midir? Daha da sessiz olamadığına yanmış mıdır?

Yanmıştır. Kim bilir daha nelere de yanmıştır.

Ben bu ‘daha fazla sessiz olmak zorunda olma’ psikolojisine dayanamıyorum artık. Sevag’ın babası, Garabet Balıkçı, davadan bu karar çıkmasaydı da gördüğüm en üzgün adam olacaktı. Acısı hiç hafiflemeyecekti. Yine kendisinde suç arayacaktı. Kolay değil, 100 yıldır hep sessizliği, tedirginliği miras devralıyor bu ülkede Ermeniler. Ben Sevag Balıkçı’nın öngörülmüş kaderini bozmak istiyorum, onu korumak için verilen ‘Şahin’ adını geri almak istiyorum. Yeterince sessizlik olmadığına ikna eden her olayı, her hatırayı kalabalıklarla ezip geçmek istiyorum. Sevag Balıkçı’nın babasının sadece gözleri konuşmasın, yüreği de açılsın, konuşsun istiyorum. Onun yangınında hepimiz yanalım istiyorum.

Benim, bugün yüzlerce ve umuyorum yarın binlerce kişinin, hepimizin tek bir talebi var, Sevag için adalet. Öngörülen kaderlerle yaşamamak. İlla yaşayacaksak da bu kaderleri beraber yaşamak. Sevag’ın babasının yangınında hep birlikte yanmak.

Sevag’ı unutturmayalım.