Kuzguncuk’ta Bostan Korkulukları *

Amy Mills’in Bellek Sokakları. İstanbul’da Manzaralar, Hoşgörü ve Ulusal Kimlik başlıklı kitabını okumak Kuzguncuk’la ilişkimi geri döndürülemez bir biçimde değiştirdi. [**] Kuzguncuk’a ilk gidişim 1990′ların başına denk düşer. O sıralar Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenci olan, çoğunlukla Boğaziçililerin oturduğu mahallelerden (Cihangir ve Hisarüstü) kaçmak için Kuzguncuk’a taşınan ve orada yarı komünal bir hayat sürdüren bir grup arkadaşımı ziyarete gitmiştim. O zamanlar Kuzguncuk mutenalaşma sürecinin daha başlarındaydı; kiralar öğrencilerin ödeyebileceği kadar düşüktü. Kuzguncuk’a yolumun yeniden düştüğü 1998 yılında ise kiralar artık epey yükselmişti. Bu defa Ankara’dan İstanbul’a göçmek üzereydim; İstanbul’da ev ararken Kuzguncuk’ta oturan bir arkadaşımın evinde iki hafta kaldım. Sonra Ortaköy’e taşındım, ama arkadaşımı görmek için Kuzguncuk’a gidip gelmeye devam ettim. O birkaç yıl mahallede epey vakit geçirdim: Manavından bakkalından alışveriş ettim, eskiden İcadiye Caddesi’ndeki kilisenin önünde duran (artık biraz ilerde bir lokantaya dönüşmüş olan) köftecinin köftelerinden yedim, Çınaraltı kahvesinde kahvaltı ettim, İsmet Baba’da balık yiyip rakı içtim. O sıralarda başlayan ve kalıcı olan bir alışkanlığım da var: Hâlâ Kuzguncuk’taki bir kuaföre saçımı kestirmeye gidiyorum.

Amy Mills’in de kitabında yazdığı gibi, Kuzguncuk’un “fark”ından, oradaki eski mahalle atmosferinden, herkesin birbirini tanıdığından, bunun ne hoş olduğundan orada yaşayan dostlarımla aramızda bol bol söz ettiğimizi hatırlıyorum. Şimdi bakınca, bu söylemi dillendirmiş olduğum için kendi kendimi biraz yadırgıyorum. Anlaşılan Perihan Abla ve diğer mahalle dizileri aracılığıyla yaratılan ve yaygınlaştırılan “hayal edilmiş mahalle” söyleminden payımıza düşeni almışız diye düşünüyorum. Manavla bakkalla selamlaşmak, sıcak yaz akşamlarında her daim esen rüzgârında serinlemek için Çınaraltı’nın önündeki denize açılan küçük meydana inmek gibi nice güzel hatıralarım var Kuzguncuk’ta. Ne var ki, Mills’in kitabını okuduktan sonra bu latif hatıralara mahalleye dair hiç de latif olmayan başka hatıraların gölgesi düştü ve Kuzguncuk’a bakışım değişmeye başladı.

Beni kitabı okurken ilk irkilten şey İlya’nın bostanıyla ilgiliydi. Ortaköy’den Kuzguncuk’a sık sık gidip geldiğim dönemde bostanda yapılaşma olacağı söylentileri yayılmıştı çoktan. Kuzguncuklular Derneği kurulmuştu; yapılaşmaya karşı eylem hazırlığı içindeydi ve “Bostan bizimdir, vermeyeceğiz” nevî bir şiarla Kuzguncuklulara destek çağrısında bulunuyordu. Oysa yıllar sonra Mills’in kitabından şunları öğrendim: Derneğin “bizimdir” diyerek yapılaşmadan korumaya, yeşil alan kalmasını sağlamaya çalıştığı bostan aslında bir Rum ailenin özel mülküydü, ve devlet 1977’de bostana el koymuştu. Dahası, Mills’in alan araştırmasını yaptığı 2000-2002 döneminde, söz konusu mülkün sahibi Rum ailenin bir üyesi hâlâ İstanbul’da (ama Kuzguncuk’ta değil, Avrupa yakasında başka bir mahallede) yaşıyordu ve sorulduğunda bostana sahip çıkıyordu. Kuzguncuk’taki bostan mücadelesine de, hayalî mahalle söylemine de kuşkuyla yaklaşmaya başlamama sebep olan bunları öğrenmem oldu.

Özel mülkiyeti savunacak değilim. Bostan hâlâ Rum ailenin mülkü olsaydı da belki o aile, kent toprağı katlanarak değerlenen İstanbul’da bütün şiddetiyle süregiden arazi spekülasyonuna direnemeyip bostanı çoktan elden çıkarmış olacaktı. Kuzguncuk’un mutenalaşması düşünüldüğünde, bostanın iyi para kazandıracak bir yatırıma dönüştürülmesinin gayet imkân dahilinde olduğu görülebilir. Bütün bu varsayımlar bir tarafa, şunu söylemeden geçmek de mümkün değil: Derneğin bostanın neden korunması gerektiğine dair dillendirdiği, mahalle aidiyetini vurgulayan söyleminde Kuzguncuk’un kozmopolit geçmişi, çok-kültürlü ve çok-dinli mahalle hayatı önemli bir yer kaplıyordu. Ancak Mills’in Bellek Sokakları‘nı okuyunca, bu söylemin aslında çok önemli bir yerel sosyal tarihi, Kuzguncuk’un gayrimüslim geçmişini görünmez kıldığını fark ettim. Dernek benimsediği çokkültürlülük söylemiyle yüzeysel olarak Kuzguncuk’un kozmopolit geçmişini kucaklıyordu belki; ancak bu söylemi idealize ettiği, romantikleştirdiği ölçüde, mahalleyi terk etmek zorunda bırakılan gayrimüslim Kuzguncukluların sosyal tarihini hiçe saymış oluyordu aslında. Bu yolla kolayca yenilir yutulur kılınan, gayrımüslimlerin mülksüzleştirilmesi ve yerinden edilmesinin, yani Türkiye Cumhuriyeti tarihinde karanlık sayfalar işgal eden “mülkiyetin Türkleştirilmesi” süreciydi.

Mills kitabında, şimdiki Kuzguncukluların mahalle anlatılarının yanına mahalleyi terk etmek zorunda bırakılan gayrimüslimlerin Kuzguncuk anlatılarını koyuyor; Müslümanlarla evlenerek mahallede oturmaya devam eden gayrimüslim kadınlar ile 6-7 Eylül 1955 sonrası Anadolu’dan İstanbul’a göçen ve mahalleye yerleşen Müslüman kadınların gerilimli ilişkisine değiniyor; ve İstanbul’da yaşamaya devam eden gayrimüslimlerin kendilerine nasıl otosansür uyguladıklarını anlatıyor. Bu anlatıları yan yana koyması, mahalleye hangi perspektiften baktığımızın ne gördüğümüzü nasıl belirlediğini çok güzel gösteriyor. Yine Mills’in kitabından öğrendiğime göre, Kuzguncuklular Derneği’nin bir üyesi vaktiyle bostanın sahibi Rum ailenin İstanbul’da yaşayan mirasçısına Vakıflar’a mal iade davası açması için yardım etmiş. Ayrıca 2002’de, İlya’nın bostanının Rum aileden Vakıflar’a nasıl geçtiğinin hikâyesini ayrıntılarıyla anlatan, Behice Özden imzalı bir yazı Radikal gazetesinde yayınlanmış. [***] Bunlara rağmen bostanın hikayesinin rahatsız edici kısımları derneğin söyleminde yer bulamamış.

Unutulmuş gibi yapılan, veya tercihan hatırlanmayan, veya çokkültürlülük söylemiyle üstü örtülen bu yerel tarih, gayrimüslimler açısından acılı bir tarih. Fakat bugünkü Kuzguncukluların bunu kabullenmesi zor, çünkü işin içine vicdan muhasebesinden mal mülk meselesine kadar bir sürü farklı şey giriyor. Açık açık konuşulamayan bir diğer konu ise Kuzguncuk’ta bostan dışında pek çok başka gayrımüslim mülkünün hikâyeleri ve bu hikayelerin bostanın hikâyesiyle olası benzerliği. Mills’in kitabından öğreniyoruz ki, özellikle 6-7 Eylül sonrası mahalleyi terk etmek zorunda kalanların geride bıraktığı gayrimenkuller, ya bir şekilde o yıllarda Anadolu’dan İstanbul’a göçen ve Kuzguncuk’a yerleşen Müslüman Türk göçmenlere geçmiş ya da devlet bunlara el koymuş ve vakıf arazisine dönüştürmüş. İşte yenilir yutulur olmayan soru bu: “Kimlerin mülkleri üzerinde  oturuyoruz ve ne pahasına?”

Aralık 2010’da, Kuzguncuklular Derneği yine bostanda yapılaşmaya karşı çıkmak üzere bir yürüyüş ve festival düzenledi; ben de oradaydım. Yarım günlük program Çınaraltı’ndan bostana yürüyüşle başladı. Yürüyenler ellerinde, bostanı yapılaşmadan koruma arzularına işaret etmek üzere yaptırılmış birörnek ahşap bostan korkulukları taşıyorlardı. Tepelerinde çarpı işaretleri olan haçlar şeklindeki bu bostan korkulukları, yürüyüş sona erdiğinde bostanın girişine yan yana dizildi. Bu arada festival başladı, konuşmalar yapıldı, yiyecekler ikram edildi. Bense o sırada bostan korkuluklarına bakıyor, durdukları yerde bir gayrimüslim mezarlığı görmekten kendimi alamıyordum. O gün, o şenlikli protestoya yürekten katılamadım, kâbusa benzeyen o görüntü de uzun zaman gözümün önünden gitmedi.

Bostan korkuluklarını yeniden Şubat 2011’de, on yılı aşkın bir süredir gittiğim kuaföre doğru yürürken gördüm. Bu defa korkuluklara elbiseler giydirilmişti; böylece haça benzemekten kurtulup insansı bir hal almışlardı ve bu insansı korkuluklar İcadiye Caddesi’ndeki ağaçlara iliştirilmişti. [****] Benim içinse hala, Kuzguncuk’u terk etmek zorunda bırakılan gayrimüslimlerin hayaletleriydi onlar.

Mayıs 2011′de bu yazıya son noktayı koymadan hemen önce yine yürüyorum İcadiye’de. Korkuluklar ağaçlarda yok artık. Gözüme çeşitli dükkan camlarına yapıştırılmış “Bostan bizimdir!” posterleri takılıyor. Üzerinde “Bostan İlya Soro’nundur,” veya “Bostan Soro ailesinindir!” yazan bir poster tasarlamayı, bu posterden her “Bostan bizimdir!” posterinin yanına birer tane koymayı hayal ediyorum. Biliyorum, çekilen acılara merhem olmaz bu, ama belki bu posterleri yan yana gören şimdiki Kuzguncukluların kafasında sorulara yol açar. Daha önemlisi belki, posterleri görenlerin, maddî ve hayalî mekânların inşasında hepimizin oynadığı rollerin ayırdına varmasına, mahalleyi de tarihi de “iyi” ve “kötü” diye ikiye ayrılmış bizim dışımızdaki soyut güçlerin değil, kendi ellerimizle bizatihi bizim yaptığımızı anlamasına yarar.

Var mısınız bir dahaki bostan şenliğinde mahallede yüksek sesle “Bostan İlya Soro’nundur,” veya “Bostan Soro ailesinindir!” demeye?


[*] Bu yazı Post-Express dergisinin Agustos 2011 sayısında yayınlandı.

[**] Amy Mills, Streets of Memory. Landscape, Tolerance, and National Identity in IstanbulNew Perspectives on Turkey dergisinin 44 nolu Bahar 2011 sayısında yayınlandı.

[***] Behice Özden, “Hrisokeramas’tan Kuzguncuk’a” Radikal, 9 July 2002.

[****] Bu görüntüyü merak edenler http://www.kahramanbostan.org/korkuluk.asp adresindeki fotoğraflara bakabilirler.