İnsanlığın on binlerce yıllık bilgi hazinesi, yok olan dillerle birlikte kayboluyor. Gezegenimizin doğasının korunması, Türkiye’de ve tüm dünyada dilleriyle birlikte kültürel çeşitliliğin sürmesine bağlı.

ATLAS 2011 EYLÜL SAYI / 222 / Yazı: SELCEN KÜÇÜKÜSTEL

Yalova’nın bir dağ köyünün ormanındaydık. “Ne zaman bu yolları yaptılar, buraların eski tadı kalmadı be kızım,” diye söyleniyordu Saadettin Amca yürürken. Dile kolay, tam 75 yıldır burada yaşıyordu. “Biz çocukken bu ormanda saatlerce yürür, burada yaşayan her ağacı, her canlıyı tanırdık. Şimdi hale bak! Bir yerden araba yolu geçti mi, artık orayı unutacaksın zaten. İnsanın girdiği yerden hayır gelmiyor.”

Bir yandan sohbet ederken, bir yandan da yolda karşımıza çıkan meyve ağaçlarının başında durup tatlarına bakıyorduk. Topladığım böğürtlenler yüzünden morumsu renge dönmüş parmaklarımla tanımadığım bir ağaca dokunup sordum:

-Bu ne ağacı?
Cevap vermeden önce bir an duraksadı Saadettin Amca.
-Hımm.. Şey, ‘‘totori çuhuli’’ işte...

Şaşkın bir ifadeyle bakakalmıştım.
-Totori tuçili mi?
-Hayır, totori çuhuli.

Daha gırtlaktan çıkarıyordu sözcükleri, tam uygun bir harfle karşılayamadığım sözcüklerdi.
-Totori çuhuli, Lazcada bir armut çeşidi.
Nasıl desem, asma kabağı gibi uzun ve büyük bir ağacın meyvesi gibi, armut demek. Böylece konumuz ormandan geçen yoldan, Lazcaya gelmişti işte. Saadettin Amca devam etmişti: -Lazcada armut çeşitleri saymakla bitmez ki kızım, niye şaşırıyorsun?

Haçaçuri çuhuli, puçuri çuhuli, kalam sapi tçuhuli, mektasi çuhuli, dundu çuhuli, ceronori çuhuli…

Daha bu aklıma gelenler, armutların yarısı bile değil. Hepsini görünce tanırım ben, adlarını da iyi bilirim ama Türkçe’de tam aynısını söylemek zor oluyor.

-Bu köyde herkes Lazca biliyor mu?
-Tabii buradaki herkes Laz, hiç kimse yok dışarıdan köyde. Biz kahvede hep Lazca konuşuruz. Ama gençler anlasalar da, pekiyi konuşamıyorlar. Okulda Türkçe konuştukları için unutuyorlar Lazcayı.

-Daha neler vardır kim bilir Lazca söylenip Türkçe söylemesi zor olan değil mi Saadettim Amca?
-Olmaz mı kızım! Nena, gurişi nek’na ren!
-Ne demek o?
-Dil, yüreğin kapısıdır.



O gün Kurtköy’ün ormanında sadece eski günlere ait anıları değil, artık gençlerin konuşmayı bıraktığı, öğrenmeye değer bulmadığı dillerin zenginliğini de hatırlamıştım. Zaten o Laz atasözü her şeyi özetlemiyor muydu? Dil yüreğin kapısıdır

Dilbilimciler 1992 yılında Tevfik Esenç’in sesini almak üzere Hacı Osman köyüne akın ediyordu, çünkü Esenç vaktiyle Kuzeybatı Kafkaslar’da konuşulan Ubıhçanın bilinen son konuşanıydı. Esenç’in ölümüyle Ubıhça da soyu tükenmiş diller listesine katıldı. Tam 81 ünsüz, 3 ünlüden oluşan sıra dışı ses dizgesiyle Ubıhça ünsüz sayısında dünya rekorunu uzunca bir süre elinde tutmuştu.

Tevfik Esenç kendi toplumunda tek başına üstlendiği, yaşayan bir dilin son temsilcisi olma görevini dünyanın farklı yerlerindeki birçok insanla paylaşıyordu aslında. Kuzey Amerika yerli dillerinden Kupenyo dilinin son konuşanı Roscinda Nolasquez 1987’de 94 yaşında, Vapo dilinin son konuşucularından Laura Somersal da 1990’da ölmüşlerdi. Onların ölümleri bile gelecek tehlikenin boyutlarını anlamaya yetmemişti.

Bilinen dünya dillerinin yaklaşık yarısı son 500 yıl içinde ortadan kalktı. Dilbilimciler bugün yeryüzünde 5 bin ile 6 bin 700 arası dil bulunduğunu hesaplıyor. Bunların en az yarısı, belki de daha çoğu gelecek yüzyıl içinde ortadan kalkmış olacak. Avustralya’da, Avrupalılarla ilişkiye girilmeden önce belki 250’den çok dil vardı. Şu an ise 50’den azı konuşuluyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin kapladığı alanda, Kristof Kolomb’un ayak bastığı tarihte konuşulan tahmini 300 dilden bugün yalnızca 175’i konuşuluyor. Ancak bunlar da ucu ucuna yaşayabiliyor.

Evde ana baba tarafından çocuklara doğal yollarla aktarılmaktan çıkan diller tehlikededir. Öyleyse kilit soru şudur: Bugün konuşulan dillerden kaçı çocuklar tarafından evde öğrenilmiyor? Dünya nüfusunun yüzde 90’ının en çok kullanılan 100 dili konuştuğu hesaplanıyor. Bunun anlamı, yeryüzündeki insanların yaklaşık yüzde 10’u tarafından konuşulan en az 6 bin dil bulunduğudur. Dilbilimci Michael Krauss, 100 binin üzerinde konuşucusu bulunan bütün diller hesaba katıldığında “güvende” olan ancak 600 dil bulunabileceğini ileri sürüyor.

Peki bu dillerin ölmesi neden kaygı verici? Hepimiz aynı dili konuşup, kolayca anlaşsak çok daha iyi olmaz mı? Eğer bir dili sadece dilbilgisi olarak görüp, diğer dillerin de kendi dilimizle aynı olduğu yanılgısına kapılırsak bu sorular mantıklı olabilir. Oysa her dil, kendi içindeki sözcükler, deyişler, atasözleri ve masallarla binyıllardır biriktirilmiş çok değerli bilgileri taşır. Bir dilin ölmesiyle sadece sözcükler değil, bir yaşam biçimi ortadan kalkar. Yüzyıllardır biriktirilen bütün bilgiler bir daha geri gelmeyecek ve bulunmayacak şekilde kaybolur.

Örneğin Kuzey Kutup Bölgesi’nde yaşayan İnuitler (Eskimolar), bu soğuk iklimde sağ kalma yolları geliştirmek zorundadır. Dolayısıyla insanın, köpeğin ya da bir “kayak”ın yani kanonun ağırlığını hangi çeşit buz ve karın taşıyacağı, İnuitlerin hayatta kalması için çok önemli bir bilgidir ve bu kar çeşitlerinin her birine ayrı isim verilmiştir.

Büyük Okyanus’ta yaşayan Palaulu geleneksel balıkçı 300’den fazla değişik balık türünü adlandırabilir ve ay takvimine göre yumurtlama çevrimlerini bildiği balık türlerinin sayısı, bütün dünyayı kapsayan literatürdekinin birkaç katı kadardır.

Sibirya rengeyiği çobanı Todzular rengeyikleri hakkında her türlü bilgiye sahiptirler. Bir Todzu sürü içindeki bir rengeyiğini ayırt etmek için “döngür” dediğinde, “ikinci bahardan üçüncüsüne geçmiş, ilk çiftleşme döneminde olan ama henüz çiftleşmeye hazır olmayan evcilleştirilmiş erkek rengeyiği”nden söz etmektedir. Veya bir Todzu, “mıyındzak” dendiğinde, “ilk çiftleşme baharında olan evcilleştirilmiş dişi rengeyiği” olduğunu hemen anlayabilir. Başka hangi dil acaba rengeyikleri hakkında bu kadar işlevsel olabilir ki?

Brezilya’da yaşayan ve dünyanın en büyük barajı projesiyle yaşam biçimleri tehdit edilen Kayapolar, belki de dünyadaki en iyi arı ve karınca gözleyicileridir. Yaklaşık 56 arı türünü uçuş şekilleri, davranışları, ortamları, sesleri, şekilleri, bıraktıkları izler, kovanlarının şekli, ballarının miktarı ve kalitesi, larvalarının yenip yenemeyeceği ve hatta kokularına göre 15 aileye ayırarak tanımlayabilirler!

Güney Sibirya’da yaşayan Tuvalı göçer çobanlar yıllık göç sırasında hayvanlarıyla birlikte yüzlerce kilometre derin vadilerin arasında ilerler, bir sürü dağı aşıp sayısız nehri geçerler. Bu esnada onlara yön gösterecek hiçbir aygıtları yoktur. Doğayla olan yakın ilişkileri pusuladan daha güvenlidir Tuvalı çobanlar için. Geçtikleri yerlerdeki her dereyi, dağı, ağacı, hatta ufak tepeleri, çayları bile tanırlar ve adlandırırlar. Eteklerinden geçilen bir dağın adı “beyaz baş”, “ayı kafa”, “siyah bacı” olabilir. Tuvalı çobanlar hiçbir zaman kaybolmaz, çünkü geçtikleri yerlerdeki en ufak doğa olayını bile izlerler. Ağacın hangi tarafının yosun tuttuğu, karınca yuvalarının hangi tarafının daha dik olduğu ya da örümcek ağlarının yönü Tuvalı çobanlar için bir pusuladır. Çevreleriyle olan bu yakın ilişki Tuvalıların dilini de etkilemiştir elbette. Örneğin, “çizi-çizi” sözcüğü, “ayıların ağaçları pençeleriyle çizmesi ya da sırtlarını kaşımak için ağaca sürtünmesi sırasında ağacın üst dallarının çatırdaması, hışırdaması” demektir. Ya da “daldıyır” büyük bir atın tırnak sesi; “dıyıldır” büyük bir kuşun kanatlarını çırpma sesi; “koyurt” ise insanın kara bastığında çıkardığı ses demektir. “Hir-hir” sözcüğü ateşin çıtırdaması ya da orman tavuğunun ani kıpırdaması sonucu çimenin hışırdaması anlamına gelir. “Şülür” suyun hemen hemen kurumuş bir nehir yatağında çıkardığı sestir. Bütün bu çevresel, biyolojik, estetik ve yöresel bilginin ifade edilmesi ancak Tuvalıların kendi dilleri ile gerçekleşebilir.

Bugün bilim insanlarının Kuzey Kutup iklimi konusunda İnuitlerden, deniz kaynaklarının kullanılması konusunda Büyük Okyanus adalarında yaşayanlardan, hayvanlar hakkında Kayapolardan, topografya konusunda Tuvalılardan öğrenecekleri çok şey vardır. Ne yazık ki şimdi diller yok olurken bu bilgi de unutuluyor. Bir dilden bir başkasına geçilirken, dilde kültürel olarak ayırt edici olan ne varsa, mesela bitki ve hayvan varlığına ilişkin sözcük dağarı, bunların hepsi yitiriliyor. Hem de bir daha asla yeri doldurulamayacak üzere. Bu bilgilerin yok olması, dünyadaki ekosistemlerin korunmasında yararlı olabilecek bilgilerin yaşatılması açısından da ölüm kalım sorunlarına yer açacaktır. Yerli dillerde saklanan bilginin toprak kullanımı, deniz teknolojisi, hayvancılık, değişik yaşam çeşitleri gibi çeşitli konulara yönelik ölçülemeyecek değerde bakış açılarını sakladığını biliyoruz.

Dilsel ve Biyolojik Çeşitlilik
Kültürel çeşitlilikle biyolojik çeşitlilik birbirinden ayrılamaz. Yani bu demek bakımından en zengin ülkeler, aynı zamanda biyolojik olarak da aynı zenginlikte olan ülkelerdir.

En büyük dilsel ve biyolojik çeşitlilik, dünya nüfusunun yüzde 4’ünü oluşturan, fakat buna karşılık dünya dillerinin yüzde 60’ını konuşan yerel halkların yaşadığı bölgelerdedir. Bu da demek oluyor ki biyolojik ve dilsel çeşitliliğin korunması aslında yerli halkların yazgısına bağlıdır. Fakat ne yazık ki yerli halkların da çoğu tehlikededir.

Dillerin tehlikeye düşmesinin türlerin oluyor ki dünyada dil çeşitliliği tehlikeye düşmesiyle birlikte gitmesi tesadüf değildir. Bu tehlike aslında dünyamızın karşı karşıya olduğu çok daha büyük bir tehlikenin habercisi gibidir. Dillerimizde, bütün insanların birikmiş bilgeliğinden oluşan zengin bir kaynak yatmaktadır. Her dil yaşayan bir müze, dünyaya açılan yeni bir penceredir. Geleneksel bilginin insanlık için değeri ne yazık ki maddi bir getiri sağlamadıkça bilinmiyor. Oysa ABD’deki reçeteli ilaçların dörtte bir kadarı yağmur ormanlarında yetişen bitkilerden üretiliyor.
Burada yaşayan bitkilerde belki de daha birçok hastalık için çarelerin saklı olduğunu biliyoruz. Ancak yağmur ormanları ve burada yaşayan halk, dolayısıyla onların dilleri yok edildikçe bu bilgileri geri dönüşü olmaksızın kaybediyoruz.

Yeryüzündeki dillerin sayısını kesin olarak söylemek zordur. Ancak dil çeşitliliği dağılımının eşit olarak bölünmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Dünya üzerindeki ülke sayısının yaklaşık 25-30 katı kadar dil vardır, ki bu da çokdilliliğin bütün ülkelerde olduğunu gösterir. Ancak resmi dillerin sayısı oldukça küçüktür ve bu dillerin sayısı 100’ü geçmez. Örneğin İngilizce, Birleşmiş Milletler’ce tanınan 185 ulusal devletin 60’ından çoğunda resmi dildir. Demek oluyor ki, dünya dillerinin çoğu yazısızdır ve resmen tanınmamıştır. Sadece yerel topluluklarda ve ev içi kullanımla sınırlı kalmışlardır.

Dünya dillerinin yüzde 85’inin konuşucu sayısı 100 binin altındadır. Dil yoğunluğu ve sayısının iki büyük kuşak çevresinde toplandığını görebiliriz: Batı Afrika kıyısından başlayıp Kongo Havzası üzerinden geçerek Doğu Afrika’ya ulaşan kuşakla, Güney Hindistan’dan başlayarak Endonezya, Yeni Gine ve Büyük Okyanus adalarına uzanan diğer bir kuşak. Dünya dillerinin çoğu bu iki kuşaktaki 17 ülke arasında bulunmaktadır. Ve 137 dil ile Malezya, 380 dil ile Hindistan, 670 dil ile Endonezya, 270 dil ile Kamerun bunlardan bazı örneklerdir. Papua Yeni Gine ise bilinen 860 dil ile en çok dile sahip ülke olarak rekoru elinde tutmaktadır. Diğer üç dev olan Avustralya, Meksika ve Brezilya’yı da eklersek, bilinen bütün dillerin yüzde 70’inden fazlası sadece 20 ülkede konuşulmaktadır. Bu bölgelerin aynı zamanda dünyanın canlı türlerinden çoğunu barındıran ormanlara ev sahipliği yapması tesadüf değildir. Bu ormanlar, dünya dillerinin çoğunluğuna olduğu gibi, türlerinden yüzde 50- 90’ına sahiptir. Yani bu bölgelerin korunamaması, dünya üzerindeki canlı türlerinin ve yerel halkın binlerce yıldır biriktirmiş olduğu bilginin, yani dillerinin kaybolmasına neden olacaktır.

Bugünlerde canlı türlerinin ortadan kalkma hızı yılda 60-90 bin tür arası olarak hesaplanabiliyor. Bu hız, insan müdahalesinden önceki, yani zemin hızı denen hızın 50 bin katıdır! Bu türlerin ortadan kalkmasıyla, civarında yaşayan yerli halkın yaşam alanı tehlikeye girdikçe, gitgide daha fazla dilin kaybolduğuna şahit oluyoruz. Bugün televizyonun karşısında, bize sadece sıradan rakamlar gibi gelen bu tür ve dil katliamının sonuçlarının nasıl bir felakete yol açacağını anlayamamamızın nedeni belki de kendi ekosistemimize artık tamamen yabancılaşmış oluşumuzdur. Örneğin, ünlü bilim adamı E. O. Wilson, yaşayan hayvanların yüzde 85’ini oluşturan böcekler yok olacak olsa, insanlığın birkaç aydan fazla devam edemeyeceğini söylüyor. Ekosistemdeki her şeyin birbirine ne kadar bağlantılı olduğunu anlamamızın zamanı geldi artık!

Dillerin Yok Oluşu

Bir dilin varlığının son bulmasının ilk biçimi, o dili konuşan insanların varlığının son bulmasıdır. Örneğin Avrupalılar, Amerika’ya yayıldıklarında yerlilerin yüzde 50 ile yüzde 90’ı arasındaki bir bölümünü öldürdüğü tahmin edilebilen salgın hastalıkları başlatmışlardı. Orta Meksika nüfusu, 1519’da muhtemel 25 milyondan 1580’de 2 milyona düştü. Avustralya yerlilerinin de başına benzer katliamlar gelmiş, Avrupalı istilacılar tarafından avlanmış, öldürülmüş, hapsedilmiş ya da topraklarından sürülmüşlerdi. 1788’de 750 bini geçen yerli nüfusu 1888’de 60 bine düşmüştü. Bu durumda konuşucuları ölen diller de onlarla beraber kaybolmuştur. Bunun benzeri durumlar hâlâ birçok küçük yerel topluluğun başına gelmektedir.

Günümüzde çoğu dilin ölümü başka bir dil ya da kültür tarafından kuşatılmaya maruz kalışı sonucu yavaş yavaş gerçekleşiyor. Yani kendi dillerinden bir başka dile geçiş sonucu oluyor. Kaynak denetiminin yabancılara kaptırılması gibi küçük bir değişiklik, dil ve kültür anlamında korkunç sonuçlara neden olabiliyor. Egemen topluluklar azınlıkları köleleştirerek, onları bağımlı bir role zorlayarak ve topluluklarının bağlı olduğu kaynaklara el koyarak kendi dillerine geçişi zorunlu kılıyor. Bazen bu geçiş gönüllü de olabiliyor çünkü baskın olan kültür, ekonomik ve sosyal açıdan gençlere daha çok avantaj sağladığı için, gençler kendi anadillerini öğrenmemeye başlıyor. Sibirya dillerinden biri olan ve şu an sadece 30 kişinin konuştuğu Ös dili konuşucularından Vasya Gabov, gençken yerli olmaktan ve dillerini konuşmaktan nasıl utandıklarını ve bu şekilde öz dillerini konuşmayı bırakıp Rusçaya geçtiklerini anlatmıştı. Ama şimdi, artık son konuşucularından biri olarak Ös dilini çocuklarına öğretmemenin pişmanlığını yaşıyor.

Tabii gençler kendi dillerini konuşmaktan her zaman gönüllü olarak vazgeçmez, çoğu zaman buna zorlanır. Diğer bir Sibirya dili olan Tofa dilinin son konuşucularından Marta Kongaraev, hükümetin zamanında Tofaca konuşmayı yasaklayıp sadece Rusça konuşmaları konusundaki baskılarını anlatmıştı. El Salvador’da 1932’de bir köylü ayaklanmasının ardından, kılık kıyafetinden yerli olduğu anlaşılan herkesi askerler toplayıp öldürmüştü. Bu şekilde 25 bin insanın öldürülmesinden sonra tanınmamak için yerliler dillerini konuşmaktan vazgeçmişti. Bu gibi baskılar hemen hemen tüm ulus devletlerinde olmuş ya da olmaktadır.

Bir dilden diğerine geçerken, bu geçiş bazen uzun bir zamana yayılabilir. Dil birdenbire kaybolmaz ama gençler anadillerini basitleştirmeye, diğer hâkim dilden kelimeleri içine katmaya başlar. Örneğin Avustralya’da gençlerin konuştuğu Dyirbal diline ilişkin bir çalışmada, yeni neslin havayla, coğrafyayla, törenlerle, akrabalıklarla ilgili kültürlerine özgü adları yitirmekte oldukları görülmüştür. Dyirbal dilinde, İngilizce “uncle”a karşılık gelen dört sözcük vardır: Muku “annenin ağabeyi” anlamına gelir, kaya “annenin küçük erkek kardeşi”, himu “babanın ağabeyi”, nukuma ise “babanın küçük erkek kardeşi” demektir. Ancak genç konuşucuların tüm bunların yerine “uncle” sözcüğünü kullanmayı tercih ettiği görülmüştür. Birçok geleneksel terim böyle yavaş yavaş kaybolurken, sonunda dil bütünüyle yitip gitmekte, hiç konuşulmamaktadır.

Kısacası, insanların yaklaşık 10 bin yıl önce eşitlikçi olan avcı derleyici yaşam tarzından tarıma geçmesiyle mülkiyet sistemi başlamış ve topluluklar arasındaki eşitlik ilk defa bozulmuştu. Bu durum kimi dilleri hâkim konumuna geçirdi (örneğin Afrika’da Bantu dili). Son yüzyıllarda ise sanayi devrimi ve sömürgecilikle birlikte ekonomik olarak güçlü toplumlar iyice öne çıkmış, böylece yerli halkları kendilerine bağımlı kılarak dillerini, kültürlerini yavaş yavaş bırakmaya zorlamıştır. Oysa kendi küçük gruplarında, yaşamlarını dışa bağımlı olmadan sürdürebilen topluluklar dillerini rahatça koruyabiliyorlar.

Yitirilen Bilgi

Küçük insan topluluklarınca konuşulan diller hakkında, bu dillerde ancak birkaç yüz sözcük bulunduğu gibi birçok basmakalıp önyargı var. Oysa örneğin, 1778’de Kaptan Cook, Hawaii Adası’na ayak bastığında, Hawaiililer adalardaki balıklar hakkında büyük olasılıkla bugün bilim insanlarının bildiğinden daha fazlasını biliyorlardı ve deniz yaşamı hakkında yüzlerce sözcüğe sahiptiler.

Uzak, küçük köylerde yaşayan sözde ilkel kültürlerde konuşulan dillerin o kadar karmaşık ve eklemli olabilmesi birçok Batılıya şaşırtıcı gelmiştir. Sömürge yönetimleri ve misyonerler, yerli dillerin daha az değer taşıdığı yönündeki kanılarını her fırsatta haklı çıkarmaya çalışmıştır. Oysa bir dilin, teknolojik olarak ya da politik olarak karmaşık olmayan bir toplumda konuşuluyor diye basit bir yapısı olacağını varsaymak açık bir yanılgıdır. Brezilya’da ve Kolombiya’da birçok halkın konuştuğu Tuyuko dilinde, İngilizcede ancak tek bir zamanla söylenebilecek bir cümle, beş ayrı eylem kipi getirilerek ek anlamlarla söylenebilir.

Örneğin: Diiga ape-vi: Futbol oynadığını gördüm (görsel). Diiaa ape-ti: Oyunu ve onun oynandığını duydum ama görmedim (görsel olmayan). Diiga ape-yi: Oynadığının kanıtlarını, mesela oyun alanında ayakkabısının izini gördüm ama oynadığını görmedim. Diiga ape-yigi: Haberi başka birinden aldım (aktarılmış). Diiga ape-hiyi: Futbol oynamış olduğunu kabul etmek akla yatkın.

Yirminci yüzyıl başlarındaki kimi bilim insanları ilkel dillerden çoğunda soyut terimlerin yokluğundan bahsederken, kendi dillerini bu açıdan değerlendirmekten yoksundu. Örneğin İngilizcede ve Türkçede hem eli hem kolu ya da hem ayağı hem bacağı bir dış organ olarak anlatan soyut bir terim yoktur. Oysa birçok Avustralya-Endonezya dilinde böyle terimler vardır. Benzer bir örneği, İngilizce konuşanların soyut düşünmekten yoksun olduğunu ileri sürmek için kullanmak saçma olurdu. Kayıp dilleri inceleyen yeni bilimciler, gerçekte hiçbir dilin diğerinden üstün olmadığını, özü bakımından zayıf dil diye bir şeyin bulunamayacağını söylüyorlar. Ayrıca değişen koşullar karşısında doğası gereği hayatını sürdüremeyecek bir dil de yok. Bir dilin söz varlığı, o kültürün dünyayı anlamlandırmasını yansıtır ve her bir dil, insan zihninin zengin yaratıcılığını gösterir.

Farklı dillerdeki sözcükler bize o kültürü anlattığı gibi, bu dillerdeki çeşitli dilbilgisi yapıları da bize kültür hakkında önemli bilgiler verir. Örneğin, birçok Okyanusya dilinde, sahip olanla sahip olunanın arasındaki ilişkinin doğasına atıfta bulunan terimlerle, devredilebilir ve devredilemez iyelik diyebileceğimiz iyelik türleri vardır. Bütün adlar, konuşucunun denetimi altında (devredilebilir) ya da denetimi dışında (devredilemez) olduklarına göre düşünülür. Neyin devredilebilir, neyin devredilemez olduğu ise dilden dile değişim göstererek mülkiyet, sahiplik ve benzeri kültürel inanışlar hakkında bize bilgi verir. Örneğin Hawaii dilinde toprağın devredilemez sınıfında oluşu bize, adalıların ata topraklarına derinden duydukları bağı anlatır. Ana babalar ve birtakım başka akrabalarla, vücut kısımları devredilemezken, kocalar, karılar ve çocukların devredilebilir olması bize Hawaii kültürü hakkında çok şey anlatır.

Bir başka örnek vermek gerekirse, Avustralya dillerinden Dyirbal dilinde ad sınıfları kültürel inanışlara bağlıdır. Geleneksel Dyirbal dilinde her sözcük bir sınıflamaya aittir ve o sözcük sınıfını belli edecek eklerle kullanılır. “Bayi” sınıfı erkekleri kanguruları, yarasaları, yılanların çoğunu ve Ay’ı içerir. “Balan” sınıfı kadınları kuşları, ateşle ya da suyla ilişkili her şeyi, yıldızları ve güneşi içerir. “Balam” sınıfı bütün yenebilir meyveleri ve bitkileri ve tütünleri içerir. “Bala” sınıfı ise beden parçalarını, hayvan etini, ağaçların çoğunu ve taşları içerir. Bu sınıflamanın dışarıdan birisi için tam bir anlamı olmayabilir. Oysa sınıflama içinde kuşların neden ilk ulamda hayvanlarla birlikte değil de, ikinci sınıfta kadınlarla birlikte olduğunu anlamak için Dyirballere göre kuşların ölmüş kadınların ruhları olduğunu bilmek gerekir.

Kuşlarla kadın ruhları arasındaki yakınlık Dyirballerin kültürel yansıması olarak dillerini de etkilemiştir. Ürdün’de yaşayan göçebe Bedeviler “gitmek” fiili için iki ayrı kelimeye sahiptir, “yisarrib ve yigarrib” yani doğuya gitmek ya da batıya gitmek. Çünkü Bedevilerin hayvansal ürünleri elde etmesi doğudan ya da batıdan gelecek yağmurlara bağlıdır.

Büyük Osyanus’taki Vanuatu adalarının kuzeydoğusunda konuşulan Lolovoli dilinde benzer bir şekilde “gitmek” fiili için üç ayrı sözcük vardır. Bu adalarda coğrafya çoğu zaman engebeli olduğu için “gitme” eyleminin aşağıya mı, yukarıya mı, yoksa aynı yükseklikte ileri mi olduğunu bilmek önemlidir. Aşağıya gitmek “hivo”, yukarıya gitmek “hage”, ileri gitmek ise “vano”dur. Örneğin, anneniz sizden arkadaşının evine bir sepet hindistancevizi götürmenizi isterse, onun seçtiği sözcükten gidilecek yönün yukarı doğru dik bir yürüyüş mü yoksa aşağıya doğru mu olacağını anlayabilirsiniz.

Bütün bu zenginlikler günümüzde, yerli halkların geleneksel yaşam biçimlerinden koparılıp “modernleştirilmeye” çalışılması yüzünden kaybolmak üzere. Dilleri kurtarmak istiyorsak, öncelikle geleneksel bilgiye değer vermeli ve bu çeşitliliğin açtığı kapıları görmeliyiz. Yöresel halka daha fazla güç kazandırıp, gerçek seçim hakkını onlara vererek, kendi dillerini serbestçe kullanma hakkını tanımak, bu dilleri korumanın tek çözümüdür. Kendi çevrelerinde yüzlerce yıldır yaşamış olduklarına göre, gerek duyulan pratik bilgi yerel halktadır ve üstelik ekosistemin korunması için yerel halka güvenmek dünya için de daha sağ duyulu bir seçim olacaktır. Yok olan her dil, dünyamızın ve ondan da önemlisi, yüreğimizin kapanan bir kapısıdır.