Sultan Kılıç / Demokrat Haber

Deniz ne kadar güzel olsa da bizim için dağlar bir başkadır. Denizin değişmez mavi çarşaflığıyla kıyaslanamayacak kadar değişkendir, ilginçtir, hareketlidir dağlara yürüyüş. Malatya’dan Hopa’ya vardığımdan itibaren yönler karıştı biraz. Benim için güneş, batıdan doğup doğudan battı bir zaman. Kuzeyle güneyse hiç olmadı sanki.

Hopa’nın ilk yerleşim yerindeki çay fabrikasının arkasındaki iki yanı ağaçlı geniş yoldan dağa doğru yöneliyorum. Yokuş dikleştikçe evler de azalıyor. Solumdaki tek katlı yapının pencerelerinde dizili olan pek çok ahşap el yapımı ürün dikkatimi çekiyor. Çevrede birilerine sormak üzere bakınırken aracına bir şeyler yükleyen beyaz pala bıyıklı, sakallı beyefendiyi fark ediyorum. Ahşap el oymalarını hızlı geçerek kendini tanıtıyor Ali Yılmaz. Mesleğinin demircilik olduğunu, şu sıralar Artvin tünelinin üst yanında alabalık üretimiyle uğraştığını söylüyor. Eşiyle tanıştığımızda eşinin, doğa harikası denen alabalık üretim tesisinin bulunduğu yeri insansızlığından dolayı hayatından çıkardığını öğreneceğim.

Kapıdan içeriye, evdekilere seslenerek çay koymalarını istiyor. Beni eşi ve kızıyla tanıştırmak için çaya davet ediyor. Gidişini ertelediğini anlıyorum. Bundan huzursuz olsam da kıramıyorum, merakım da ağır basıyor. Ali Yılmaz’ın ardından yürüyorum, ayvandan basık tavanlı salona geçiyoruz.

Eşi ve kızı da hayat yorgunu görünüyorlar Ali Yılmaz’ın enerjisiyle kıyaslanınca. Eskilerden laf açılıyor. Eski halılarımızı, eşyalarımızı bilinçsizce eskicilere verdik. Üç tane eski bakır tabaktan başka eski eşyamız kalmadı, diyorlar. Kızları, ayran ikramının ardından bakır tabakları getiriyor. Gümüş rengi eski bakırları özenle inceledikten sonra iyi korumalarını söyleyerek geri veriyorum. Ali Yılmaz, o tabaklardan birini bana armağan ediyor. Eşi Fikriye Hanımla birlikte tabak ellerindeyken fotoğraflarını çekiyorum. Hopa’nın tanıştığım diğer insanları gibi bu insanlarının iyiliği de beni, masal ülkesinde mi dolaşıyorum, diye düşündürüyor. Yılmaz ailesiyle vedalaşarak kıvrılan, ıssızlaşan, daralan yollardan Hopa’nın yemyeşil dağlarına yürüyorum.

Biraz ilerleyince tepenin başında tek katlı bir evin önündeki teştler, sepetler dolusu kırmızı, kara üzümleri görüntülüyorum. Ayvanda oturan amcayla selamlaşıyorum. Sevimli bir kızın fotoğrafını çekmek mümkün olmuyor, kaçıyor kız. İçeriden çıkan delikanlı, azıcık beklememi söyleyerek içeri giriyor. Elinde koca bir tepsi dolusu üzümle geliyor. Yıkanmış, dolaptan getirdim diyerek bir poşete koyuyor ve elime tutuşturuyor üzümleri. Vedalaşarak dağın Arhavi tarafına yöneliyorum.

Sık ağaçların arasından deniz oldukça aşağılarda, masum mavilikte kıpırtısız duruyor. Evler tek tük, dağ yamaçlarında olunca aile bireylerinin mezarları da hemen kapı önlerine kondurulmuş. Hopa’nın merkezinde mezarlıklar var; ama dağ yamaçlarında herkes aile bireylerini kendi bahçesine defnetmiş.

Koluna bağladığı atmacasına yumurta yediren, kır saçlı, hafif sakallı, çay fabrikasından emekli olmuş Salih amcayla selamlaşıyoruz. L şeklinde germiş iri gözenekli teli. Bu L alanının bir yanına da gözüne meşin kapatarak bir sopanın üstüne ayaklarından bağlayarak yerleştirdiği yavru kuşu gösteriyor.

“Gözünü tam kapatsak konacağı sopayı göremez. Sadece yeri görecek şekilde gözlerine meşin yapıştırıyoruz. Bu yavru kuş, meşin kapaklar sayesinde atmacanın yukarıdan süzülüşünü görmüyor, ürkmüyor. Yukarıdan bu yavru kuşu gören atmaca, kurşun gibi inerek bu yavru kuşu avlamak isterken bu iki yanda duvar gibi duran tel eleklere çarpıyor. Ava gelen atmacayı, yem olarak kullandığımız yavru kuş sayesinde yakalıyoruz. Tuzakla yakaladığımız atmacayı, bir yıl kadar besliyoruz sonra doğaya bırakıyoruz”, diyor. Bunun atalarından yüzyıllarca ötelerden süren bir spor olduğunu, Rize ile Hopa arasındaki bölgeye özgü kültürel bir öğe olduğunu anlatıyor. Yiğitlik sporu, diyor; ama erkeklik gösterisi olduğunu da ima etmeden geçemiyor.

Kültürel miraslarına devlet politikasının sahip çıkmasını pek önemsiyor. Bunun göstergesi olarak da tarım müdürlüklerinin atmaca avıyla ilgili seminer, kurs düzenliyor oluşunu olumlu bir örnek olarak gösteriyor.

KARAYEMİŞİ BİLİR MİSİNİZ?

Karadeniz’in ünlü meyvesi karayemişin altındaymışız meğer. Karayemişi bilir misiniz, diyor. Hiç tatmadığımı söyler söylemez yarım asrı geride bırakmış atmaca meraklısı Salih amca, bir maymun çevikliğiyle ağaca zıplıyor. Daldan dala uçarcasına avucunu kurumsamış kiraz benzeri karayemişle doldurmuş olarak yere atlıyor. Ekim sonu olduğundan kurumaya yüz tutsa da nefis karayemişleri sevinçle, mutlulukla tadıyorum. “Geçen yıl İsrailliler gelmişti, karayemiş ikram ettim; yemediler. Kendilerini zehirleyecek miydik? Madem çekiniyorlar, niye yanımıza geliyorlar”, diyerek ikramının geri çevrilmesinden duyduğu rahatsızlığı açıklıyor.

Hopa’da rastladığım tüm insanlar, masal ülkesinde miyim dedirtecek kadar harika, iyi insanlar. Hopa’nın doğası, hayvanları, insanları harika. Bu iyi insanlara ataları öğretmiş atmaca avcılığını. Onlar da bunu, sorgulamadan tutkuyla sürdürüyor. Atmacamı vurdilar bir avuç kani üçün, diyerek ağıt yakıyor, çocukları kadar sevdiklerini söylüyorlar. Bu sevgilerinde de samimiler. Mahalle aralarında bile kolunda atmaca ile, elinde yem olarak kullanacakları yavru kuşun sopasını sallayarak dolaşanları görebilirsiniz, hem de sıkça.

Benimse içim eziliyor. Bir çubuk üzerinde meşin kaplı gözleriyle pek masum duran, ayak seslerini duyunca sadece iki karış mesafeye kaçmak için çırpınabilen tuzak yemi yavru kuşun diğer yetişkin atmacalar için yem olarak tel duvarlar içinde tutulması… Çoğu zaman üzerine inen yetişkin atmaca pençeleriyle göğsünün paramparça edilmesi… Bu yavru kuşun da göğsünde iki derin çukur vardı, pençe izi olduğunu öğrendiğim.

Avlanmak üzere gelen diğer yetişkin atmacanın esareti de ayrı bir yürek sızısı. Dağlarında özgürce avlanıp dolaşan yetişkin atmaca, tellere takılınca başlıyor çile çekmeye. Kendisini besleyen kişiye sevgi göstermeyi bile beceremeyen, konduğu kolları pençeleriyle delen, tırmalayan atmacanın küskün yaşamı başlıyor. Her an kaçmak için çırpınan bu atmacalar, kendilerini yakalayan insanların güç ve erkeklik gösterisine dönüştürülüyor. Ata sporu yaptıklarını söyleyen bu insanların kollarında onlar övünsün diye gezdiriliyorlar.