Bisikletinin arkasında iki çanta... 4000 kilometre yol gitti.  İstanbul'un karmaşasından çıkıp yollarda kendine yeni bir hayat çizdi. Geri döndüğünde yepyeni bir bakış açısı ve yepyeni bir yaşam onu bekliyordu.

Ayzen Atalay Durmuşoğlu / ntvmsnbc


Sinek Sekiz Yayınevi'nin kurucularından İrem Çağıl... Ekolojik yaşam ile ilgilenenler Sinek Sekiz Yayınevi'ni bir yerlerden duymuşlardır mutlaka... Çünkü Türkiye'de bu konuda kendini geliştirmek isteyenler için okuyabilecek çok fazla Türkçe kaynak yok... İşte Sinek Sekiz bu yüzden önemli. Kendi yağı ile kavrulan, "yaşama" gönül vermiş bir avuç genç insan Türkiye'deki bu eksikliği gideriyor, sessiz sessiz... Ekoloji Rehberi, Permakültüre Giriş, Slow Food Devrimi.... Bunlar bir solukta çıkardıkları kitaplar...

İrem Çağıl ile bir bisiklet yolculuğu ile başlayan hikayeyi konuştuk... Büyük şehirdeki yaşamdan bunalan ama bir çıkış yolu bulmakta zorlananlara bu haberi okumalarını öneririz...

- Nasıl başladı her şey?
Ben aslında bir mimarım. Mimarlık, tasarım alanlarında eğitimler aldım. Mimarlık okudum. Grafik üzerine mastır yaptım. Ama idealist bir öğrenciydim. Okulları bitirip kendime ideal olarak, hedef olarak koyduğum şeyleri yapmaya başladığımda, piyasanın pek de işimi yapmaya ve ona saygı duymaya yönelik olmadığını gördüm. Şunu da gördüm ki, mimarlık ya da mühendislik, aslında yaptığınız her neyse onu yapış şeklinize dair bir etik değeriniz yoksa hepsi aslında birbirine benzemeye başlıyor. Bunu farkettim. Patrona değil orada o işi yapan marangoza daha çok saygı duyduğumu farkettim. Çok hızlı bir tempo içinde iş yaparken bir yandan da bunları düşünüyordum. Ama farkettim ki, herkes işlerin peşinde, herkes basamakları tırmanmaya çalışıyor. Ben bazı  şeyleri sorguluyordum niye böyle oluyor diye. Ve böyle olmayacak diyerek ben işi bıraktım.

O sırada çok da iyi bir yerdeydim, çok da iyi projeler yapıyordum ama hiç saygı duyamıyordum. Bırakmaya karar verdim. Ve böyle bir altı ay sonra bir yolculuğa çıkma fikri oluştu. İnsanların hayatlarında dönüm noktası olur. Hayatınız gidiyordur ama bir şey olur neredeyse beş on senesi tahmin edilecek şekilde giden o hayat bir anda  başka bir yöne gider. Kaderinizin döndüğü bir an vardır. Benim de öyle oldu. 7 sene okulunu okuduğum, böyle yetiştirildiğim, böyle şeyler yapacağımı düşündüğüm bir şeyden bir anda, onu eleştirerek, onu sorgulayarak bir anda bırakmaya karar verdim. Bu çok sevdiğiniz, güvendiğiniz, annenizi babanızı “ha ben onun üvey evladıymışım” gibi bir anda farketmeniz gibi... Öyle bir şok gibiydi.

Bu olduktan sonra gündelik ritimden uzaklaşıp biraz düşünmeye karar verdim. Bir yandan da bu işlemediğini düşündüğüm sistemin bana has ya da bu sektöre özel bir durum olmadığını da farkettim. Bu aslında bu hayata bakış açısıyla ilgili bir şey. İşler daha profesyonelleştikçe insanların bütüncül bakışı kaybettiklerini farkettim. İnsanların birbirlerine olan güveni ve saygıyı kaybettiğini farkettim. Tek bir sektörle ilgili değil...

Bir yolculuğa çıkmaya karar verdim ve 2008’de haziran ayında bisikletle bir yola çıkmaya karar verdim. Üç aylık bir yolculuk yapacaktım ve ona göre bir rota hazırladım. Bisikletimin arkasında iki çanta ile yola çıktım. Yaklaşık 4000 kilometre yol gittim... Rotam İstanbul’dan Barselona’ydı. O yolculuk benim kendimi farkettiğim bir yolculuktu. Doğduğunuz andan itibaren size bir şey diyorlar. Ve bir şeylere koşuyorlar. Sen “şu okullara gittin” “sonra şusun” “şu olacaksın” “oldun mu?” gibi... Ortaokul, lise, üniversite, mastır böyle gidiyor. Ve hiçbir zaman kendinizin aslında ne olduğunuzu düşünmeye bir vaktiniz olmuyor. Tam tersi size söylenen ve sizden beklenen şeyleri karşılayabilmek için ne kadar zamanınız ve gücünüz varsa onları ortaya koymaya çalışıyorsunuz. Ben böyle kendime hedef koyduğum bir şeyleri bıraktığım anda kendimin ne olduğunu farketmeye başladım. Yine etrafımda olup bitenleri çok dolaysız bir şekilde, yani bir şeyken yani bir sıfatınız bir yeriniz varken herşeye o gözle bakıyorsunuz. Ama bir yeriniz yokken “ haa” diye bakıp olan neyse onu görüyorsunuz. Kendinize belirlediğiniz şey herşeye bakışınızı değiştiriyor.

- Tek başına mı yola çıktın?
Gerçek bir deli cesareti aslında. Böyle bakınca farklı rotalardan İstanbul’a çok gelen olduğunu görünce yola çıktım. Burdan İspanya’ya yola çıkan yok ama İspanya’dan buraya belki senede elli kişi çıkıp geliyor. O taraftan yollar var. Ama burdan oraya gitmenin düşüncesi oluşmadığı için yol yok gibi görünüyor. Böyle bir düzen var burada, "bu düzenin içinden nasıl çıkıp gidicem?" diye düşünüyor insan. İnsan bir çıkış yokmuş gibi hissediyor. Şehirde iç mekanlar ve dış mekanlar farkını yitirmiş gibi görünüyor. Çok tasarlanmış, çok belirlenmiş yerler. Sanki bir mimar büyük bir mimar tasarlamış, kapalı bir mekan gibiydi şehir benim için. Daraldığımı hissediyordum. Belki de o yüzden böyle büyük bir güçle “Ben dağ tepe gitmek istiyorum” dedim. Bu rotaları yapan insanların yazdıklarını okuyup, nasıl yaptıklarını araştırınca aslında çok kolay bir yol olduğunu gördüm. Tuna nehri, Romanya’dan Karadeniz’e dökülen, İsviçre dağlarından doğan bir nehir. Ve bu nehri bir ucundan yakaladığınız zaman, siz hiç kaybolmuyorsunuz. Bir gösterge veriyor. Avrupa’nın diğer nehirlerine göre daha düz. Ben de o yüzden üç ay boyunca Tuna Nehri’ni izleyerek İspanya’ya kadar gittim. Çoğunlukla dışarda kaldım. Çok az kampingde kaldım. Yanımda çadırım vardı. Yolda giderken belli bir zaman sonra haritalardan bakıp hesap yapıyordum. Bir yerleşim yerine gelmeden önce oraya girmeden önce hafif yoldan sapıp, güvenli olduğunu hissettiğim bir yerde çadır kurup kurup uyuyordum. Aslında bizim tehlike olarak düşündüğümüz şey “insan tehlikesi”. İnsan olmadığı zaman, kimsenin sizi göremediğiniz bir yer olsun. Orada hiçbir hayvan gelip size zarar vermez.

- Peki “insan tehlikesinden” nasıl korundun?
Türkiye’den çıkarken geçirdiğim dört gün bana bu konuda hayli bilgi verdi. Bir kere görünmez olmanız gerekiyor. İstanbul’dan Avcılar tarafından giderken o dersi almıştım. Hiç bisikletçi gibi görünmüyordum. Sanki o gün ordan ordaki evinden arkadaşına giden biri gibi görünüyordum. Yanımda hiç kıymetli birşey yoktu. Fotoğraf makinem bile çok eskiydi.
Bu yolculuk çok içe döndüğünüz ve çok fazla şey keşfettiğiniz bir yolculuk. Korku ve tedirginlik olursa keşfedebileceğiniz şeyleri keşfedemiyorsunuz. O yüzden korku ve tedirginlik yaratacak şeyleri eledim.
Bu yolculuk sırasında şehirde yaşarken bastırdığım bir sürü duyum gelişti. Mesela şunu farkettim. Kafanız bisikletle giderken orda olmazsa, normalde iş yaparken kafanız başka bir yerde olsa bile hiçbir şey olmuyor- mekanik olarak yapıyorsunuz ama bisikletle öyle değil. Bisikletle giderken tüm kontrol sizin kollarınızda. Aklınıza birşey geldiğinde “mesela düşer miyim” diye düşündüğünüz an düşünüyorsunuz. O yüzden sadece o ana fokuslanmanız gerekiyor. Medidatif bir durum gibi geldi bana. O anı görmek, neyse onu olduğu gibi kabul etmek... 
Böyle olunca istediğiniz kadar kafanızda bir kask olsun, kafanız başka bir yerdeyse, düştüğünüzde o kask sizi korumuyor.

"MEDENİYETE DOĞRU GİTTİKÇE ÇOK FAZLA ŞEY KORKUNÇLAŞTI"

Bir yayınevi kurmaya inanmamı sağlayacak bir takım şeyler oldu bu yolculukta.
İstanbul Barselona rotasını seçtim. Bu bir yandan nehrin sağladığı bir rotaydı ama bir yandan da bir şey daha görmek istiyordum.. O da şu;
Orta üst sınıf bir ailenin Fransız lisesinde okuttuğu, ne kadar çok dil bilerse o kadar iyi olacağı düşünüldüğü bir ailede yetiştim. Bana “batı” hep bir şey olarak sunulmuş, kendim deneyimlememiştim. Genel olarak da “iyi” olarak sunulmuştu. Ama ben kendi rotamda adım adım ilerlerken, yani Bulgaristan, Romanya şeklinde giderken... Şöyle bir şey oldu, ben medeniyete doğru gittikçe aslında çok fazla şey korkunçlaştı. Uçakla gittiğinizde, diyelim İsviçre’nin bir şehrine gidiyorsunuz. Uçaktan indiğinizde herşey sizin hayatınızı kolaylaştırmak üzere yapıldığı için gerçekleri göremiyorsunuz. Bisikletle giderken göremeyeceğiniz bir çok şeyi görebiliyorsunuz. Yan yollardan, tarım arazilerinden, köylerden gidiyorsunuz. O zaman da medeniyet için birşeyleri yapılandırırken nelerin yokolduğunuzu görüyorsunuz. Bana bunları gösterdi yol. Herkes bana “Aman Romanya’ya dikkat et, seni öldürürler” dedi. Oysa Romanya’da hala beraber hasat yapan köylüler var. Onlar sadece fakir. Fakir olma sebepleri de belli. Çok verimli toprakları var. Macaristan daha zengin bir ülke ama tüm tarlaları tek tip mısır yetiştirilen, GDO'lu tohumlarla dolu Macaristan’ın... Yol boyu yukarılara gittikçe, köyler azaldı. Çeşmeler azaldı. Romanya, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan’a kadar çeşmeler vardı. Bu benim ve benim gibi bir sürü hayvanın da hayatını kolaylaştıran bir şeydi. Suyun temiz ve bedava ve içilebilir olmasının ne denli önemli olduğunu çok net farkettim.  Şu anda su ile ilgili bir sürü şey olup bitiyor. Değil ki bir çeşmenin olması HES’lerle bir su kaynağını kapatmak istiyorlar. Ben seyahatim sırasında çeşme olan ülkede çeşme olmayan bir ülkeye geçtiğimde bile ne kadar zorlandım...
Medeniyete doğru ilerledikçe, çeşmeler azaldı, atlar, hayvanlar, tarlalar azaldı, fabrikalar çoğaldı... Daha da gittikçe nükleer santraller arttı. İnsanların mutsuz olduğunu gördüm. Bunu bir gerçeklik olarak gördüm. Neyin için neyi feda ettiklerini gördüm... Bunu farkedince aslında hep hayatta sevdiğim “ağaca çıkmak istiyorum” “hayır çıkma”, “hayvanım olsun istiyorum” “hayır tüyü iyi değil”diye çocukken istediğim ve yapamadığım şeylerin doğru olduğunu farkettim ve çok mutlu oldum. Ve çok güçlendim...

"PEKİ NİYE BU KADAR SIKILMIŞIZ, BUNALMIŞIZ"
Bu kas gücü değil. Hedefe vardığınızda inanamıyorsunuz. Çünkü ben basit bir insanım, sporcu değilim, bisikletçi değilim. Hayat aslında herşeyi yapabileceğiniz muhteşem birşey. Bu çok iyi bir şey. Peki niye bu kadar sıkılmışız, bunalmışız... İnsan bunu keşfediyor ve çok iyi geliyor. Bunu sadece kendim için değil, sanki tüm insanlar için keşfetmiş gibi hissettim. Sonra dedim ki, insanın aslında doğadan ayrı bir yaratık olmadığının farkına varmamız gerektiğini anlamamız gerekiyor. Doğadan ne kadar ayırırsak kendimizi o kadar mutsuz oluyoruz. Bunu farketmek gerek. Ve bunu böyle teker teker insanlara anlatarak, ya da yolculuğun kitabını yazarak olmayacağını farkettim. Ben yolculuğun kitabını yazsam, “ben böyle birşey yaptım” olurdu... İnsanların anlaması zor gibi geldi. O yüzden doğa ile ve onunla olan ilişkimizle ilgili bir farkındalığa ihtiyacımız olduğunu farkettim. Ben yolculuk sırasında deneyimlediklerimde bildiğim diller sayesinde anlayabiliyordum. Benim bu yola çıkmama sebep olan, okuduğum ve daha da derinleştirerek okuduğum literatürün Türkiye’de olmadığını farkettim. İnsanların bu kitaplardan alabilecekleri ilhamla birşey yapabilecekleri birşey yapmak istedim.
Sinek Sekiz Yayınevi böyle doğdu. Ben sadece “bunu kuralım” diyen kişi oldum. Bu konularda kafa yoran, olup bitenleri sorgulayan ve yeni bilgileri araştıran, bir sürü kabiliyeti olan bir sürü arkadaşım vardı. Her biri bir şeye destek oldu. Kimi ile yayın listesini tartıştım, kimi çeviri yaptı, kimi web sitesine yardım etti. Böyle böyle çok farklı kişinin desteği ve yardımı oluştu. Ateşi ben yaktım ama onun yanmaya devam etmesini sağlayan bir sürü kişi oldu.

"YAPILACAK ÇOK ŞEY VAR"

Yayıncılık sektörünün ne kadar zor olduğunu görüyordum aslında. Ama yolculuğum sırasında şunu gördüm. Bisikletli olarak anayolda gitmeye çalışırsanız. Otoyolda mutlaka yıpranıyorsunuz. Çünkü orası size göre değil. Asfalt, yol ne kadar düzgün olursa olsun, yanınızdaki çok büyük araçlar o kadar hızlı geçiyorsunuz ki, çok fazla duman yutuyorsunuz ve gidemiyorsunuz. Yolda gördüm ki aslında herkese göre çok fazla yol var. Kamyon otoyoldan gidebilir. Bisikletli patikadan gidebilir, atlı araba tarladan gidebilir... Aslında yollar arttıkça bir yere ulaşma biçimi de değişiyor. İnsanlar tek tip değil, yollar da tek tip değil. Ama tüm farklı yolları yokedip, herşeyi 90 km. ile gidecek araç için yaptığımız zaman olmuyor. Bunu görünce, “biz küçük bir yayınevi kurarsak, tıpkı bisikletle otoyola girmemem gibi, açıp haritadan küçük yolları bulup gitmem ve bu sayede kimsenin rahatsız etmediği daha hızlı bir yolculuğum olması gibi... Demek gibi bizim de böyle bir yol bulmamız gerekiyor. Öbürüyle yarışmamız lazım” dedim. Ve bence bu işliyor...

Çevre ile ilgili konularda dünyayı insan olarak sizin ne kadar mahfettiğinizi anlatan kitaplar var. Bu kitapları okuduğunuzda “onlar çok büyük, ben çok küçüğüm, herşey bitti, sonumuz geldi. Ben yatağıma girip yorganımı çekeyim” diyorsunuz. Oysa iyilikle kötülüğün sayısı karşılaştırılamaz...
Şu sarmaşığa bakın. “Ben burda bitmeyeyim, bana göre bir yer değil” demiyor, tüm binayı sarıyor. Tıpkı onun gibi böyle kitaplar var. Size birşey yapabileceğinizi gösteren, sizi doğayla çatıştıran değil de yeniden anlatan kitaplar var.

Bana yol gösteren çok insan oldu. İnandığım, yaşama şeklini gördüğüm insanlara kulak verdim. Mesela Permakültüre Giriş kitabını bana ilk Buğday Derneği’nden Güneşin Aydemir verdi. Bu konuda çalışan insanlar birbirlerini destekliyor. Böyle bir görünmez bir ağ var sanki.

Bütün bu şeyler “şurdaki kuşları öldürelim, şurdaki çiçekleri yokedelim” diyerek başlamıyor. Tüm amaç “kendimizi varetmek”. Aslında bisikletle giderken “ne kadar az şeye ihtiyacımız olduğunu farkettim”. Bazı şeyler boş ve hiçbirşeye yaramıyor. Mesela yolda bir muz yediğimde bana iki saatlik enerji veriyordu, ama uyduruk bir çikolata yediğimde bana enerji vermiyordu. Besin çok önemli ve iyi besine ihtiyacımız var. İnsan olarak çok az şeye ihtiyacımız var. Benim üç ay boyunca hiçbir şeyim yoktu. İki çantam vardı o kadar. Kendimi çok özgür hissediyordum. Çok iyi oksijen alıyordum.

Bu konuda yazılmaya başlanmış literatür, yetmişlerde yani çevre hareketinin güç kazandığı yıllarda ortaya çıkıyor. Yani birşey yok olduğunda onun mücadelesi başlıyor, yetmişlerin başında modernleşmenin getirdiği bozulmanın farkedildiği yıllar. O zamanlar literatür oluşmaya başlıyor. Yeşil politika, yeşil mücadele, ekoloji ve sürdürülebilirlik kavramları ortaya çıkıyor.
Kitaplar burda sizin bir şey yapmanızı sağlıyor. Ancak siz şunun yerine şunu yaparsanız birşeyler değişecek. Kitaplar da buna ağırlık veriyor.

Dünyanın bir çok yerinde ekosistemler bozulduğunda ona  bağlı yaşayan insanlar, yerli kültürler yokoluyorlar. Şehre göçetmek zorunda kalıyorlar. Çevre hareketinin en çok önem verdiği şey o insanların hayatta kalmasını sağlayabilmek.

Şimdi artık şehirden köye geri dönenler var. Neo çiftçiler var. Bizde çok yeni. Ama mesela Bodrum’a yirmi sene önce gelmiş bir çift var. Amerika’da hiç köylünün kalmadığını farkedip Bodrum’a gelmişler. Şehirde bunalan ama ne yapacağını bilmeyen çok fazla insan var. İstanbul’dayken burdan çıkış yokmuş gibi görünüyor ama öyle değil... Yapılacak çok şey var...