Neredeyse 20 yıl olmuş. Kayıp aileleriyle yaptığım birkaç söyleşi, Expres dergisinde çıkmıştı. Daha sonra ‘Gözaltında Kayıp-Onu Unutma’ adıyla küçücük bir kitap olarak yayımlandı. 'Afili Küçük Abim Hayri’ başlığı altında Hayrettin Eren üstüne anası güzel Elmas Hanım’dan dinlediklerimin bir dökümü vardı. Çocukluğundan kayıp edilişine kadar... Gencecik bir çocukken yaptığı yağlıboya resimlerin önüne oturup Hayrettin’den konuşmuştuk. Koyu Fenerbahçeli oluşundan... Arabalara olan düşkünlüğünden... Son bölümü aktarmak isterim:

Hayri’ye ne yaptılar?
20 Kasım 1980. Hayri’nin arabası çizilmiş. Onu yaptıracak. Bir de arabasındaki elektrik yükselticisini satmayı düşünüyor. Havalar soğumuş. Kömür parası yaparız, diyor. Her günkü gibi çıkıyor. Anası da kardeşleri de onu bir daha göremeyeceklerini bilseler... Hayri’yi dört koldan aramaya başlıyorlar. Bir hafta her yere soruyorlar. Birileri, yakalandı herhalde, diyor. Elmas Hanım kalkıp 1. Şube’ye gidiyor. Binanın önünde Hayrettin’in zincirlenmiş arabasını görünce biraz ferahlıyor. Arabanın plakası sökülmüş ama renginden, içinden tanıyor. İçeri girip oğlunu sorduğunda aldığı cevap irkiltici. “Bilmiyoruz. Biz de onu arıyoruz, bulamıyoruz.”

“Arabası burada, oğlum da burada olmalı” diyor ana. Polisler şöyle bir bakışıyorlar. Bir tanesi bir kahkaha atıp dışarı çıkıyor. Arabaya bakmaya... “Senin oğlun burada yok” diyorlar. “Çek git.” Elmas Hanım perişan. Aşağıya iniyor. Dışarıda pis bir yağmur yağıyor. Arabanın yanına gidiyor. Hayri’nin arabasını okşamaya başlıyor. Bir polis yaklaşıyor, “Ne arıyorsun burada?” diye soruyor. Elmas Hanım derdini anlatıyor. Polis, “Def ol git buradan, yoksa seni de alırlar” diyor. “Alsınlar, ne yapayım alırlarsa. Çocuğuma ne olduysa öğrenmek istiyorum.” “Git diyorum sana” diye bağırıyor polis.

Elmas Hanım direnmiş. Anlatırken “Direnmedim desem yalan olur” diyor. Polis, Elmas Hanım’ı sol kolundan tutup savuruyor. Elmas Hanım çamura yuvarlanıyor. Zorlukla kalkıyor, “Bak oğlum” diyor, “sen o çocuğun yerinde olsaydın, benim yerimde de anan olsaydı ne yapardın? Torba gibi atıyorsun beni”. Polis, “Def ol!” diye haykırıyor.

Başvurmadıkları yer kalmadı o günden sonra. Oğullarının içeride olduğunu duydular resmi olmayan kaynaklardan. Sonunda bir basın toplantısı yapmaya karar verdiler. Başta Yeni Gündem dergisi olmak üzere çeşitli yayın organlarıyla görüştüler. Hayrettin’in arkadaşları bir araya geldi. İçlerinden biri Antalya’da bir yazlıkta çalışıyormuş. Elmas Hanım’ın halini görünce dayanamadı. Onlara destek oldu. Hayrettin’in birlikte tutuklandığı 8 arkadaşı bir araya geldi. Mahkemeye müracaat edildi. Sekizi de bir hafta içeride aynı yerde kaldık diye ifade verdi. Bir sonuç alınamadı. Savcılığa başvuruldu. Eren ailesi ikide bir gidip mahkeme ne zaman olacak diye soruyor. Aldıkları cevap aynı: Soruşturuyoruz. Başlangıçta aileye büyük yakınlık gösteren savcı demiş ki: “Ben çocuğunuzun peşine düşsem beni yarın açığa alırlar ya da sürgün ederler.”

Hangi kayıp ailesiyle görüşsek savcıların, komiserlerin, milletvekillerinin, hatta bakanların aynı aczi benzer sözcüklerle dile getirmiş olduklarını öğreniyoruz.

Sonunda Cumhurbaşkanı’na dilekçe yollandı. Cevap geldi: “Oğlunuzu biz de bulamıyoruz. İstanbul polisinin kayıtlarında görünmüyor.”

En iyisi-En güzeli-En doğrusu
... Elmas Hanım, “Ne yaptıysak bulamadık, bulacağımız da yok” diyor. “Ölüsünü bulsam, yerini bulsam yetecek bana. Şurada deseler, bir dal çiçek alıp götürüp koysam, ne kadar mutlu olurum. Zaman geliyor, acaba diyorum; zaman geliyor, nereden gelecek diyorum.”
Kimsesizler mezarlığını duyunca Elmas Hanım’ın içi titremiş. Kimileri, “Öyle deme, 50 sene sonra çıkıp gelen var” diyormuş. Her şeye rağmen kör umudun güvencesine inanan, umudu iman belleyen insanlar vardır ya, işte onlar. Oysa umut insanı her zaman ayakta tutmaz. Umudun körü insanı zehirlemez mi?

Zaten Elmas Hanım da “Öyle çocuk değildi. Kardeşlerine çok bağlıydı. Öyle olsa ne yapar eder, bir yolunu bulur, bir haber yollardı” diyor. Yine de gözlüklü bir şoför gördü mü içi hop ediyormuş. “Sanki oğlum geziyor. Öyle hissediyorum.”

Elmas Hanım çok ağlamış, çok dövünmüş. Bir gün kayınpederi tarafından azarlanıncaya dek. Sert bir adammış. “Ağlayacaksan git başka yerde ağla, gözüm görmesin seni” diye azarlamış Elmas Hanım’ı. O günden sonra gözyaşlarını çocuklarına bile göstermemiş. Hayri’nin şimdi öğretmen olan küçük kız kardeşi, anasına çok destek olmuş. Ona oyalanabileceği işler çıkarırmış. Bir sabah evden çıkarken anasına, “Şu kazağımın lastiğini örer misin?” demiş. Maksat, anayı oyalamak.

Ana evde yalnız kalınca oturmuş. Şişe ilmekleri atmış. Dalmış gitmiş. İlmekleri, “En iyisi-en doğrusu-en güzeli” diye sayıyormuş. Saymamış olduğunu fark ediyor. Haydi baştan. Dalıyor, yine en iyisi-en güzeli-en doğrusu... Üç şiş aynı şey. Sonra kalkmış, elini yüzünü yıkamış. “Ben kendine bakan, kendini kollayan bir kadındım. Çok yıprandım” diyor Elmas Hanım. “Biri geliyor, ‘Oğlunu copla vura vura öldürdüler’ diyor. Biri geliyor, ‘Elektrik verip öldürdüler’ diyor. Allah kimseye evlat acısı göstermesin. Çok yıprandım. Eski Elmas değilim.”

Hayri’yi aramak için tek katlı evlerini satmışlar. Ablası işten çıkmış. Küçük kızın Ankara’ya tayini çıkmış. Faruk içeri girmiş. Kaç kere Köşk’e kadar çıkmışlar. Elmas Hanım, “O zaman iki lafı üst üste koyabiliyordum, şimdi sapıttım” diyor.

Babası kendini toparlayamamış. Her akşam içiyormuş. Bazı akşamlar, “Arabayı iyi ki almışız. Oğlumun içinde kalmadı. Almamış olsak şimdi yazıklanacaktık” diye ağlıyormuş.

Küçük abim Hayri’yle bir akşam oturup şimdiki arabalardan konuşmak istiyorum. Fenerbahçe’nin halinden... Ferah şeylerden... Elmas Hanım içini çekiyor. “Çok tatlı bir çocuktu. Fakat işte hayatı... gençliği böyle oldu...”

Gözaltında kayıplara karşı
İHD Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon, Cumartesi Anneleri’nin iki haftadır andığı, anmamız için çağrıda bulunduğu Hayrettin Eren üstüne bir bildiri yayımladı. Bir kısmını birlikte okuyalım:

“Anne Elmas Eren, baba Kemalettin Eren 31 yıldır Hayrettin’i arıyor. 05.02.2011 tarihinde Başbakan’la görüşen kayıp aileleri içinde 85 yaşındaki Elmas Eren de vardı. Başbakan’a ‘30 yıldır çiçeklerle donatacağım bir mezarın peşindeyim, oğlumun tek bir kemiğine bile razıyım. Senden oğlumun mezarını istiyorum’ dedi. Bu görüşme üzerinden 9 ay geçti. Başbakan, Hayrettin Eren’in akıbetinin açığa çıkarılması için girişimlerde bulunmak yerine darbecilerin insan hakları ve hukuku hiçe sayan zihniyetini devam ettirmeyi seçti. Başka ülkelerin diktatörlerine ‘Zulm ile abad olunmaz’ diye tavsiyede bulunan Başbakan’a soruyoruz:

Kendi yönettiğiniz topraklarda hüküm süren zulümle ne zaman yüzleşeceksiniz? Evlatlarının akıbetini öğrenememenin sonsuz matemine mahkûm edilen annelere yaşatılan zulmün devamcısı olmaktan ne zaman vazgeçeceksiniz? Evladının kemiğine hasret bırakılmaktan daha büyük zulüm var mı? Evladını, anne-babanı, eşini, kardeşini sonsuza kadar beklemeye mahkûm edilmekten daha büyük işkence var mı?

Acılarımızı siyasi polemik malzemesi yapmak yerine, hakikatleri araştırma komisyonu kurulması talebimizi yerine getirin. Yıllardır ısrarla istediğimiz Cumhurbaşkanlığı, Genelkurmay, İçişleri Bakanlığı, Özel Harp Dairesi arşivlerini açın. İnsanlık suçlarını sıradanlaştırmak üzerine kurduğunuz politikadan derhal vazgeçin. Laf değil, icraat bekliyoruz.

Biz de kibrin gözlerini kararttığı Başbakan’a; zulm ile abad olunmaz, yaşarken de öldükten sonra da sevgi ve saygı görenler, zulüm politikalarının devamcıları değil, zulme boyun eğmeyenlerdir tavsiyesinde bulunuyoruz. 9 yıldır ülkeyi 12 Eylül hukuku, kurumları ve zihniyetiyle yönetenler bilsinler ki susmayacağız, yaptıklarını unutmayacağız, onları asla bağışlamayacağız.”