Gülsen Feroğlu

Gula mın; bak ! gündelik hayatı çekilmez kılan; hileli gıda, işsizlik, sansür, adaletsizlik, ..., .., vari onlarca sorunu çözmeden geride yalnızca ölüm, mutsuzluk bırakan bir gün, bugün; yine kayıp gitti işte; çok güzel olabilecekken.

Sorry... sorry... X, Y, Z kuşağı; duyamadım “tatlım Carpe diem (anı yaşa) mı” dediniz...şa.ha.ne.siniz. Televizyonda ne mi var bu gece? “Ufak tefek cinayetler”i beğenmeyen Çukur’a mı buyursun?

Evet! evet! buyurun Çukur’a. Çünkü asırdır bilinmezliğiyle ürküten dipsiz bir Çukur’a atılmış Türkiye; Vartolu Sadettin’i İdris babanın varlığından habersiz oğlu yaparak talihini değiştiren senaristlerden yoksun kaldığından; bir başına ve de boşuna çırpınıp duracaktı Çukur’dan çıkmak için.

Daha çukur nedir bilmeyen Yağız da, doğduğunuz ülkenin konumu, gelişmişlik düzeyi kaderiniz olduğundan ‘kaç çocuk yaşar bunu, Ortadoğu’da doğmasa’ denilecek bir trajedinin pençesinde, eğer İsveç’te, Norveç’te doğsaydı; adı belki Benard, belki John olup babası Alex’le Louvre müzesinde Mona Lisa’nın hikayesini dinleyecekken, 6 aylıkken babası er Umut Bulut (21)’u savaşta yitirecekti.

Ne M.Ö, M.S ne orta, yeni ne milenyum ne de Mars çağının topraklarında savaşı sonlandıramadığı Ortadoğu’da; her gün onlarca insanın ölümüne de tanıklık edecek yetim Yağız; 3,5 yaşında sünnet elbisesiyle getirildiği mezarlıkta; beyaz bir mezar taşındaki renkli fotoğrafı gösterip “anne babam bu mu”nun olmaması gereken “evet“ yanıtını duyacaktı.

Yağız’ın elini tutan, saçını okşayan bir baba yerine; mezar taşındaki bir fotoğrafın “babası” olmasını “tamam” la kabulleniş ânında, gözbebeğinden sıyrılan kırılganlığına neden savaşla yatıp kalkan Türkiye’de, kim Yağız’ın derdinin dermanıdır ki?

Zira ısrar ve inatla onlarca Yağız’a, onlarca er Umut Bulut’a, onlarca gerilla Yusuf Yaşar (Armanç Fırat )’a aynı sonu getirecek savaş güzellemesi yapanların kılını dahi kıpırdatmayacaktır; çağıl çağıl “savaş’a hayır” akıtması gereken savaş mağduru Yağız’ın mezardaki toprağı eşelerken “ nerde babam, nerde konuşuyor”, “böyle yaparsam babamı mı görürüm” konuşmaları.

Yağız, şayet vatanında rutinleşmiş savaşta, trafik, iş kazasında, çocuk istismarında, ..., ölüme yakalanmadan büyüyebilirse, yıllarca süren iç savaşın sebebi Kürt sorununun diyalogla, siyasetle çözümü için silahların sustuğu; 2010 referandumunda HDP’nin evet demesi için bir Bakan’nın İmralı’dan yazı getirdiği “açılım sürecini“ tarafların nasıl boş yere harcadıklarını öğrenecek; babasının, onlarca askerin, gerillanın hayatının niye bu kadar kolay gözden çıkarıldığına akıl, sır erdiremeyecektir.

Bugün hâlâ savaşa, ölüme doymayanların kendine yazdığı kaderden kaçamayan biçare Türkiye’de; bir çocuğa “baban” diye bir mezar taşının gösterileceği bir gelecek sunmanın günahından, ölen masum çocuklardan daha mı önemliydi kahrolası savaş bahaneleriniz demenin; vatan hainliği kapsamına alınması onca Yağız’a savaş mirası hayatın, enkazını gizleyecek mi sanıyorsunuz?

Ki ulusal, uluslarası hangi savaş üzerinden bakarsanız bakın değişmeyen şey; “vatan...millet... toprak bütünlüğü” kisvesiyle ardı arkası kesilmeyen onca “kimyasal...nükleer silah depoları var”, “IŞID’le mücadele“, “teröristlerden temizlenecek” bahaneyi yaratanların savaşı da çıkaranlar olduğudur. Demek ki yeter ki savaş istensin! O savaşa meşru zemin kazandıracak bir bahanenin; düşmanın yaratılacağının kanıtı da Tony Blair ‘in “IŞİD’i biz çıkardık’, Trump ‘ın “Obama DEAŞ’ı kurdu” itiraflarıdır.

Dünde, bugünde elde silah savaşmayacakları savaşı çıkaranlar da komşu ülkeleri işgal etmenin, ölümün kara sevdalısı “benim gibi düşün, davran, yaşa “ dayatmalı faşizmin ağababaları adı ..., Hitler, ..., Miloseviç...,Saddam, ..., ..., olacak onlarca diktatörden başkası değildir.

İşin acıtan yanıysa, tercih hakkı tanınmayarak savaşa yollananların; savaştıkları tarafından öldürülebilecekleri her günün; bu dünyadaki son günleri olma ihtimali karşısında, göz kırpmadan insan canı almak zorunda bırakılmalarıdır.

Üstelik Kilis’te,..., Rajo’da, ...., hepsi huzurlu bir hayat isteyen, birbiriyle alıp vereceği olmayan insanları hayatından edeceğini bile bile; 40 yıldır TV’larda , radyolarda duyulan Şırnak’a Efrîn’in eklendiği “’ Afrin’de ..... terörist etkisiz hale getirildi” haberlerini “Reis bizi Afrin’e götür”le kutlayanlar da bilir; savaşta atılan her bombanın, merminin; kalkan her helikopterin sadece silah tüccarlarının cebini doldurduğunu.

Sonrası her gün onca er Halis Koca‘nın, onca YPG’li Mihemed Hadi (Başûr Soran)ın gençliklerinin konulduğu tabutlar... “ahhhh ... yavrum... ahhhh“ ağıtlarının ardında evlat acısının kavurduğu kalbin dile getiremediği “neden.. ne için...değdi mi; bu savaş senin hayatından olmana” döngüsünü asla silmeyecek “şehitler ölmez” , “şehid namırın” sloganları.

Her şehit haberi de “şerefsizler... Allahsızlar...nasıl kıydılar...” öfkesini bileyerek “daha... daha intikamı” kabartırken; onlarca er Miraç Gürhan(23)’nın annelerine “...o teröristleri, o pislikleri yok et babam... izleri kalmasını” dedirtecek, evladıyla savaşanın annesinin yüreğinin de aynı acıyla dağlanmasını istetecektir.

İşte bir anneye, başka bir annenin evladının bedeninin lime lime edilmesini istetecek gaddarlığını herkese bulaştıran savaş; taraftarlarına ÖSO’nun YPJ üyesi Barin Kobane’nin cansız bedenine işkence etmesinden, YPG’nin üsteğmen Oğuz Kaan Usta, er Mehmet Muratdağın naaşlarını sergilemesinden; zevk aldıracak kadar merhameti de ayak altında çiğnetecektir.

İster işgalci T.C askeri, ÖSO çetesi, ister terörist YPG/PKK/SDG tanımlayın; o tanımların arkasındaki insanı öldürme isteğinin “Kızıl Elma...Münbiç”, “ölümüne direniş”le sürekli kılınmasının çekinmeden ifşası; lanet olası savaşın hepimize ne yaptığının, insanlığımızı nasıl çürüttüğünün göstergesi değilse nedir?

Türkiye’yi, Kurdistan’ı dalga dalga saran bu ”ölelim, öldürelim”li cinnet hali; ..., II. Dünya savaşında, ..., ..., Vietnam’da , ..., ..., Bosna’da , ..., ..., Irak’ta , Suriye’de, her savaşta yaşanırken, ‘benim savaşım haklı, ama onun yaptığı savaşa hayır” ikilemine düşürmeyecek duruşa sahip savaş karşıtları da hep ihanetle suçlanarak, terörist ilan edilecekti.

Ama hiç bir savaşta da yoktur ki sonsuza dek sürsün. O yüzden belki yarın, belki az sonra Suriye’de, Efrîn’de olacak olan da, tüm savaşlarda binlerce insan ölmeden de yapılabilecekken yapılmayan ancak o insanlar öldürüldükten sonra yapılan barıştır.

Ey Türkler, Ey Kürtler! kaçınılmaz sonun Barışın, illaki bir gün, devletlerin el sıkışmasıyla sağlanacağını bilmenize rağmen vazgeçemediğiniz; kötülüğüne, yıkıcılığına dair her şeyin de yazıldığı, söylendiği savaşta daha kaç neslinizi heba edeceksiniz?

Hem niye Türkiyeli Yağız’ları, Suriyeli Alya’ları umursamayan; çıkarları için strateji üstüne strateji belirleyen, barıştan, demokrasiden, hoşgörüden uzaklığınızın suçunu dahi üstüne attığınız egoist “emperyalistlerin oyuna” gelerek, asırlardır yalnızca aynı toprağı değil aynı yaşanmışlıkları; acıyı, yoksulluğu paylaşan Türk, ..., Kürt, ..., Arap’ları birbirlerine kırdırtıyorsunuz?

Kim dost, kim düşman bilinmeyen Ortadoğu’da “benim borum ötsün” temalı kirli satranç oyunlarında halkları piyon kullanan emperyalist ülke vatandaşlarının kanının dökülmediği bu topraklarda; iktidarından, ana muhalefetine savaşı kutsayarak cehennemin kapısını açanlar; her şeyin saat 12’yi beklemeden bal kabağına döndüğününse; farkında bile değillerdir.

Ve halklara yoksulluktan başka bir şey getirmediği ispatlı savaşta ölenleri çözümsüz, öngörüsüz siyasetlerine alet eden parti liderlerinin “... kanını yerde bırakmıyoruz,.... bak 18. günü geçti, bini aştı ...” diyerek öldürülen insan sayısının çokluğuyla insanları teselli etmesinin hangi vicdana, hangi ihlal edilmemiş savaş hukukuna sığdığı mı? Bu kan gölünün ortasında basit bir teferruattan öteye geçmeyecektir.

Dakılâ mın; söylenmiş, söylenmemiş her şeyi, belki kimsenin okumayacağı bu satırları da anlamsız kılan; tek farkın üzerine örtülen bayraklardaki renklerin olduğu sıra dizili tabutların bahar sessizliği; çoktan kaybedilen doğruları da yanına katıp götürürken artık “ ne dökecek yaprağımız, ne patlayacak tomurcuğumuz kaldı.....”

Halbuki hani biz yetiştiğimizde gözyaşları dinecek Ey vatan da; hani savaş da “bize gurbet” olacaktı, hani...