Delil Delali / Demokrat Haber Arjantin

Memleketten 15 bin km uzağa düşünce (Latin Amerika) giderek artan ülke hasreti gecenin bir yarısı aklıma Efo ile Gada’yı getirdi.

On yıllar önce Kürt illerine Kürtlerle haşır-neşir olsunlar diye yollanan Türkmenlerin haşır mı, neşir mi olacağını tam olarak düşünemeyen kartol kafalıların (patates kafalılar, bizim oralarda bir deyimdir) bu işin sonunu da düşünmedikleri pekala belliymiş.

Yoksa bildiğimiz Latince’den Türkçe'ye ithal edilmiş patatesin, kartol olma ihtimali ne kadar olur ki?

DSİ’den emekli olduktan sonra can sıkıntısından kahve köşelerinde dedikodu yapmayı seven Yunus amcanın, herkese “Gada gılın kartolları bê xayînin malları bê fesal bê fesal boyuyupler, aha qafam qeder oluplar, Efo gılinki bêle bêle hêk qeder kaliplar” (Gada gılın patatesleri kocaman kafam kadar olmuşken, Efo gilinkiler ise yumurta kadar kalmışlar) demişti.

O zamanlar kartoldan çok zavallı Efo’yu düşünmüştük, muhtemelen efeliğini “Birinci İzmir Savaşı” (Böyle bir savaş yok) kahramanlarından bilmem hangi efe dedesinden almıştır. Güzelim İzmir’de efe olarak kalıp güzel güzel yaşayacakken sen git Kürtlere de efelik yap. Orayı da Türk ettin mi namınız sittin sene bir yere gitmez demişlerdir. Geldiği ilk yıllarda bir hayli ısınsa da bu işe, sonradan isminin Efo’ya dönüşmesiyle, isterse İzmir’e tekrar gitsin bir daha ona geri dönemeyeceğini, o da zamanla kabul etmişti. Üstüne bir de kartolları hêk (yumurta) gibi kalınca hay beni buraya yollayanın diye sayıp içinde bıraktığı çok olmuştur.

Gada’ya gelince, o da Efo gibi başka batı illerinden Efo ile yaklaşık mazeretlerle yollanmıştı. Kartollardan yana şanslı olsa da, şikayeti yok değildi, onun da çêleki (inek) Kürt Rızo’nun baxçasına girmiş zıkına queder (karnına kadar) heriye (çamur) batmıştı.

Kürt Rızo yıllarca onun cefasını çekmişti. Sırf onun konuştuğu dili konuşamadığı, yani kendini savunamadığı için en ufak bir şikayette üç tane jandarma eşliğinde kodesi boylayacağını bildiğinden, içten içe kin besleyerek belki de zamanının geleceğini hesaplayarak sessiz kalmayı yeğliyordu.

Bir Kürt ilinde Kürt Rızo lakabı acayip kaçıyor olabilir. Ancak o dönem "Köylü milletin efendisidir" hikayesi ile şehir merkezlerine, binlerce Gada ve Efo gibi insanı yollayarak doldurmuşlardı. Tabi bunun nedenlerinden bir tanesi de yerel yönetimlerde Kürtlerin söz sahibi olmalarını engellemekti. Haliylen o dönem şehir merkezinde yerli halkı bulmak pek kolay değildi.

En sonunda Rızo’nun canına tak ettiğinde, Gada ile meydan muhaberesini andıran bir kavgaya girişip, soluğu jandarmada almışlardı. Karakolda da kavgaları devam edince Jandarma komutanı ikisini de karşısına alıp önce bir güzel azarladıktan sonra, olayı anlamak üzere önce Gada’ya söz hakkı vermişti.

Gada bildiği Türkçe’den bazı kelimeleri zamanla unutup, onun yerine Kürtçe’den aşırılmış yeni kelimelerle kendini ifade etmeye çalışırken, Rızo’da bütün kavgalardan öğrendiği ‘Türkçe’ kelimelerle jandarma komutanının kafasını iyice allak bullak etmişti. Komutan bu ikisini daha fazla dinlersem katil olabilirim diyerek, direk savcılığa sevk etmişti.

Rızo, savcı ile hakim ayrımını bilmediğinden, hakim beğ diye hitap ediyordu, tabi savcının takıntılı bir adam olması olayı daha da tirajikomik hale getiriyordu. Her seferinde bana hakim deme diyorsa da, Rızo “tamam hakim beğim hêrslenme" diyerek savcıyı da sinir küpüne çevirmeyi başarmıştı. Bu işin böyle hal olmayacağını anlayan savcı, Türkçe ve Kürtçe bilen Hint kumaşı kıymetinde bir adamı bulup getirtmiş ve meseleyi anlamıştı. Rızo ile Gada’nın kavgasına sebep olay şöyle olmuştu.

Gada’nin çêlekleri her Allah’ın günü Rızo’nun tarlasına girip, lahanalarını telef ediyordu, bu duruma artık tahammül edemeyen Rızo sinsice bir plan hazırlayıp beklemeye koyulmuştu.

Olaydan bir iki gün önce Rızo tarlasına birkaç tane kuyu açıp üstünü otla kapatmıştı, Gada’dan ve namussuz cêlekinden intikam alma zamanı gelmişti. Yağmurlu bir günde Gada’nın oğlu çêlekleri eve erken getirince kestirme yoldan Rızo’nun baxçasından geçireyim diye düşünürken, olanlar olmuştu.

Bu vahim kazada gadanın çêleki telef olmuştu. Gada, ilk önceleri ‘Rızo o çêlekin parasını odiyacax diye tutturmuşsa da, Rızo’nun bir kere gözü açılmıştı, “tek kuruş çıkmaz söyleyin avucunu yalar, haa bir de selam söle yaxında görüşürix” diye sulhi olmayan bir de tehdit yollamıştı. Üstüne haneye tecavüz davası açmaya karar verecekken, millet araya girip komşuluk hukuklarını yok saymamasını salık verince, ‘o zaman söyleyin bir yerlerini sahte kalaycılar gibi oynatmasın, yoksa onu Gada’sından vururum diyerek son noktayı koymuştu.

Sonra zamanla unuttular ikisi de, ilk zamanlarda intikam almak için fırsat kollayan Gada, bunun anlamsız olduğunu kavramaya başlamıştı, zira onu üstün gibi gösteren tek bir neden vardı o da ortadan kalktığına göre, kimse kimseden üstün değildi, hatta hiç bir zaman olmadı. Az bilenler vardı, çok bildiğini sananlar, yeri geldi az bilen ile çok bildiğini sananlar bir masada yemek yediler, birlikte ağladılar, aynı kederden kahr oldular. Bugüne kadar aramızdaki bu mesafeyi kim koyuyordu ki? Hem de hiçbir mesafe olmaksızın, artık Rızo, Gada’yı anlayabiliyordu, zira Gada, Rızo’un diline hürmette kusur etmiyordu. Derdini dert, sevincini huzur etmişti kendine.

Yunus amca artık dedikodu yapamıyordu, zira ne Gada’nın kartolları kocamandı ne de Efo’nunkiler cılız. Rızo’nun bahçesi de artık onun değildi.

İste o masal ülkesinde, Gada’yı da, Rızo’yu da, Efo’yu da aynı dili konuşuyor diye, yerinden yurdundan etmişlerdi, üçünün de “şehit” evlatları vardı, biri bu yandan ikisi o yandan.

Neden ayni dili konuştuklarına gelince, acı dediğin, din, dil, ırk ayırmaksızın herkesin yüreğine aynı ateşi bırakmıştı…