Cemalettin Efe / Demokrat Haber
 
Bir yıllık aradan sonra neredeyse aynı tarihler arasında Kürdistan’daydık. Bu sefer biraz daha hatırı sayılır bir heyetle bölgede çeşitli kurumlarla görüşüp yerinde gözlemlerde bulunacaktık. Ayrıca İsviçre’de yapılan kampanyadan toplanan para da bu vesile ile Rojava Derneği'ne iletilecekti.
 
Heyet İsviçre Ulusal Meclisi’nin Yeşiller Partisi Grup Başkanı Balthazar Glätli, WOZ gazetesi muhabiri Andreas Facetti , eğitmen ve insan hakları savunucusu Bernadette Bachman, Zürich Üniversitesi kliniğinde pedagog Gülşen Çelikkol, Türkiye’den Kadir Kaçan, Gül Yüksel ve benden oluşuyordu.
 
Diyarbakır, Şengal Kampı, Cizre ve Şırnak’a yakın Kumçatı’da (Dergûle) (Dêrgûlê) çadırlarda yaşayan insanları ziyaret edip gözlemlerde bulunacaktık.
 
DİYARBAKIR
 
Yıllardır Diyarbakır’a gidip gelen biri olarak ilk defa kendimi bu bölgede ciddi anlamda huzursuz hissettim. Çok yoğun bir asker ve polis denetimi, kontrol noktaları ve kamusal alanın neredeyse halka kapatıldığına şahit olmak insanın ruhunu karartıyor.
 
Goya sarayın ressamı olduğu halde Fransız Devrimi’nin etkisiyle sarsılan Avrupa’da yıkılma korkusu altındaki asiller ile kilisenin engizisyon dahil her türlü baskı aracına nasıl en vahşi bir şekilde geri döndüklerini gözlemlemiş ve sanatında bu vahşi süreci en güçlü şekilde bir tarih tanıklığı düzeyinde yansıtmıştı.
 
Yaşasaydı hiç şüphesiz bir büyük gözaltı yaşayan ve neredeyse nefessiz bırakılan buraları en çarpıcı bir şekilde resmederdi.


 
Diyarbakır’a gelir gelmez polis tarafından takip altına alındığımızı tahmin ettik. İlk gözlemimiz; şehrin her yerinde zırhlı araç, kobra, TOMA ve benzeri araçların mevcut olduğuydu. Tüm önemli binalar polis barikatları ve uzun namlulu silahları ellerinde güvenlik güçleri ile sarılıyken, Diyarbakır’ı Diyarbakır yapan güzelim surlarına çıkmak bile yasaklanmış. Şehrin tüm yüksek noktaları, giriş çıkışlar, tüm önemli yol ve geçiş güzergahları asker ve polis denetiminde bulunuyor. Her yerde her an kontrol edilebiliyorsunuz.
 
12 Eylül’ü yaşamadım ama o dönemi o kadar çok kişiden duymuş ve okumuştum ki o atmosferi tahmin etmek zor değil. Diyarbakır ve daha sonra Cizre’de gördüklerimizin 12 Eylül’den daha da ağır olduğunu tahmin ettim.


 
Diyarbakırlıların, Cizrelilerin yüzlerine ve davranışlarına bakıp bir anda bazı sonuçlara ulaşmak kolay değil, çünkü herkes olağanüstü günlerin yaşanmakta olduğunun farkında. Bu durumlara çokça alışık olan Kürt halkı sanırım daha da dikkatli. Bu kadar asker ve polisin yığıldığı şehirlerde her yanı başınızdakinin sivil polis olmadığını kim iddia edebilir?
 
Eğer insanlarla ilişki kurmayı ve sohbet etmeyi becerebiliyorsanız, belki bir süre sonra göreceli de olsa bir güven ortamı oluşabilir. Ancak o zaman muhatabınızın, yüz ifadelerinden ve anlattıklarından durumun vahametini, gerilimin ve öfkenin derecesini anlayabilirsiniz. İnsanların içinde bulunduğu belirsizliği, umutsuzluğu veya “bu da geçer, biraz sabır” anlamına gelen aldırmazlığı daha iyi anlayabilir, hissedebilirsiniz.
 
Ben İsviçre'den gelecek heyetten bir gün önce şehre vardığımda ilk etapta çatışma bölgesi olan Sur ilçesini görmek istedim. Böylece olan bitene ilişkin bilgisizliğim de bu vesileyle ortaya çıkmış oldu; meğer uzun bir süreden beri Sur’un altı mahallesi tamamen boşaltılıp kapatılmış ve halen yıkılan ev, kilise ve diğer tüm binaların molozları taşınıyormuş. Devlet molozların hafriyatını yandaş şirketlere vermiş, onlar da bir taraftan o molozları taşırken diğer taraftan içinde çıkan çeşitli eşya, mobilya vesaireden kâr sağlamaya çalışıyorlarmış.
 
Gerek Diyarbakır gerekse Cizre’de öğrendiğimize göre yıkım esnasında, evleri yıkılmadan içindeki özel eşyalarını almak isteyenlere bile en ufak bir tolerans gösterilmediği ve çok insafsızca davranıldığını öğreniyoruz.
 
İlk gün Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Hatip Dicle’yi makamında ziyaret ettik. Heyetimizde Bulunan Balthazar Glätli, Hatip beyi ceza evinde ziyaret etmiş ve onunla tanışma fırsatı bulduğunu hatırlatarak konuşmasına başladı. Daha sonra Dicle önemli değerlendirmelerde bulundu: “Hepimiz her an tutuklanmayı bekliyoruz. Eğer müzakereler devam edilseydi DTK şimdi Kürtlerin en önemli halk meclisi olacaktı, ama AKP Kürtlere karşı savaşı tercih etti. Biz o zaman da açık ve net şekilde barışı savunduk, barıştan yana olduğumuzu söyledik, şimdi de aynı tutumumuzu devam ettiriyoruz.”
 
Sorulan bir soru üzerine Hatip Dicle Avrupa-Türkiye ilişkilerini değerlendirerek: “Benim kanımca Avrupalılar PKK’yi teröristler listesinden çıkarmayana kadar Kürt Sorunu çözülmez, Avrupalıların PKK’yi teröristler listesine hangi gerekçeyle aldıklarını Avrupa Parlamentosu başkan yardımcısına sormuştum, bana; ‘İstihbarat kurumlarımız PKK’nin El Kaide ile ilişkisini tespit etmişler’ dediler, tabi güldüm ve bunun hiçbir gerçekçi yanının olmadığını söylemiştim. Aslında Türk Devleti Avrupa’dan aldığı bu icazetle Kürt toplumunun her türlü demokratik mücadele ayağını rahatça terörizme bağlamış oluyor” dedi.
 
Suriye’deki savaşla ilgili olarak da: “Eğer Cerablus YPG’nin eline geçmiş olsaydı Türkiye’nin Sünni Arap müttefikleri ve DAEŞ ile ilişkisi kesilmiş olacak ve Kürt kantonları birleşmiş olacaktı. DAEŞ anlaşmalı olarak tek kurşun atmadan Cerablus’u terk etti. Çünkü DAEŞ’in hedefi Tükiye ile YPG’nin karşı karşıya gelmesiydi” dedi.
 
Heyetin “umarız bir dahaki sefere sizi yine burada tutuksuz halde görürüz” temennisiyle Demokratik Toplum Kongresi’nin bürosundan ayrılıyoruz.
 
İkinci ziyaretimizde Samer’in binasında (Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) Yüksel Genç ve HDP Diyarbakır milletvekili Sibel Yiğitalp ile görüştük. Yüksel Genç yaptıkları araştırmalarına binaen bir buçuk ay öncesine hala barış görüşmelerine dönme umudu varken bile Kürtlerin % 85.3’nün ne olursa olsun barışı tercih ettiklerini söylüyor.
 
Yiğitalp Sur ablukaları sırasında yaşadıkları trajedileri, insan hikayelerini anlatırken, kendisinin bizzat çektiği IŞİD tiplilerin abluka alanındaki fotoğraflarını bize gösteriyor.
 
İsviçre Yeşiller parlamento Grup Başkanı Balthazar Glätli ile Sibel Yiğitalp arasında uluslararası diplomaside ve nasıl kalıcı bir ortak çalışma sağlanacağına dair önemli bir tartışma gerçekleşti. Özellikle son bir buçuk yıl içinde yaşanan abluka ve sivil yerleşim yerlerine devletin saldırısı ve yoğun insan hakları ihlalleri ile ilgili ortak çalışmanın gerekliği ve sürekli iletişim içinde olunması gerektiği vurgulandı.
 
Diyarbakır’da kaldığımız süre içinde çeşitli sivil toplum örgütleri ile görüşüldü. İsviçre’deki kampanyadan elde edilen bağışlar Rojava Derneği’ne iletildi. Şehir dışında bulunan Şengal Kampı ziyaret edildi. Ayrıca göçmenler, savaş mağduru insanlarla çalışan önemli STK’lar ve yardım kuruluşlarıyla bir açık forum düzenlendik. Karşılıklı bilgi alışverişi ve bölgedeki sorunlar, zorluklar gündeme getirilerek nelerin yapılması gerektiği enine boyuna tartışıldı. Özellikle de ebeveyni olmayan çocuklar ve çocukların eğitimi konusunda vahim koşulların bir parça da olsa rahatlatılması ve nasıl atlatılması gerektiği tartışıldı.
 
ŞENGAL KAMPI
 
Yerel halkın dilinde Şengal Kampı olarak anılan Ezidi Kampı Diyarbakır’dan 10 km uzaklıkta ağaçlıklı geniş bir alanda bulunuyor. IŞİD’in Şengal’e saldırdığı sıralarda Diyarbakır bölgesine 35 bin civarında Ezidi mülteci gelmiş. Zamanla bir çoğu tekrar Şengal’e dönerken, önemlice bir kısmı da Avrupa’ya gitmiş.
 
Uzun bir söyleşi yaptığımız Ezidi mülteci Ali: “Sağ olsunlar buradaki Kürt insanları ve kurumları bizim her türlü ihtiyacımızı gideriyor, ama ne olursa olsun sonuç itibariyle burada mülteciyiz ve bir çadır yaşamı sürdürüyoruz. Bu anlamda gerçek anlamda mutlu olduğumuz söylenemez” diyerek mülteciliğin en zor yanını bize özetlemiş oldu.


 
Türkiye’ye gelen Şengalli Ezidiler’i diğer Arap göçmenlerden ayıran en önemli farklılık kendilerini hiçbir şekilde buraya ait ve güvende hissetmemeleri. Ezidiler Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve yörenin Kürtlerinin çok yönlü dayanışmada bulunmasına minnettar olsalar da, Müslümanlardan ve kendi soydaşı Kürtlerden tarihsel korkuları hala içlerinde yer etmeye devam etmekte. Çoğunlukla Osmanlı döneminde “şeytana taptıkları” gerekçesiyle Ezidiler katliama uğradılar. Ezidi tarihindeki en büyük katliamları yapanlardan biri de, Revandız Beyi Kürt Mir Muhammet’tir. Mir Muhammed’in Şengal ve Şeyhan yöresinde 75 bine yakın Ezidi’yi katlettiği iddia edilir.


 
Ezidiler Araplar, Farslar, Türkler, Hıristiyanlar ve hatta soydaşları Müslüman Kürtlerin katliamlarına uğradılar. Êzidilerin kutsal şehri Laleş, onlarca kez yerle bir edildi; kadınları, kızları hep pazarlarda esir olarak satıldı, katledenlerin cariyeleri oldular. Bu nedenledir ki nüfusları hep azaldı. Milyonlarla ifade edildikleri coğrafyada şimdi ancak birkaç yüz bin Ezidi kalmış görünüyor.


 
Ama diğer taraftan da kampta yaşayan Ezidiler kurtuluşlarını, hâlâ yaşıyor oluşlarını her fırsata PKK’ye borçlu olduklarını belirtmekten de geri durmuyorlar: “Şu anda ben ve ailem buradaysak tamamen PKK’nin sayesindedir, onlar olmasaydı ben dahil yaşayan hiçbir aile ferdim yaşamıyor olacaktık” gibi cümle kuran çokça Ezidi’ye rastlamak mümkün. İleride burada kalma ihtimali oluşmaması için çocuklarının eğitim görmelerini istemiyorlar. Şengal Kampı’nda çocuklarına eğitim verilmesini engellemek için iki konteynır bile yakılmış ve şu anda bu konteynırların işlevsel hale getirilmesi için gerekli tamir masrafı olan 200 bin lira aranıyor.


 
Hâlen 1250 civarında kampta yaşamaya devam eden Ezidi’nin çoğunun gönlünde Avrupa’ya gitmek olsa da sürekli fiyatı yükselten insan kaçakçılarına para tedarik etmek veya BM üzerinden oralara gitmek o kadar da kolay değil. Bu nedenle önemli bir kesiminin ileride Şengal’e döneceği öngörülüyor. 
 
CİZRE
 
Diyarbakır’da yoğun görüşme ve ziyaretlerle geçen ikici gün polis sanırım dinlenen telefon görüşmeleri üzerinden Cizre’ye gideceğimizi öğrenmişti. Biz de artık bu saatten sonra sürekli izleniyor ve gözleniyor olduğumuzun bilinciyle hareket etmeye başlamıştık.
 
Cizre girişinde sivil polis, çevik kuvvet ve özel harekat polisleri tarafından ciddi bir arama ve kontrole tabi tutulduk. Cizre girişinde polis bizi bekletirken ilçede sokağa çıkma yasağının başladığı gece saat 11’e sadece bir saat kalmıştı. Güvenlik güçlerinin bu aşırı ilgisi üzerine misafir kalacağımız kişilerin de gece boyunca rahatsız edileceğini göz önünde bulundurarak, otel arama gereği duyduk. Hepimiz gerilmiş ve biraz da tedirgin olmuştuk. İlçede sadece iki otel ve öğretmenevi var. Bunların hepsinin de dolu olduğunu telefonla öğrenince geriye tek seçenek Belediye Başkanı Leyla İmret’in evine gitmek kaldı. Leyla İmret bir yıl önce belediye başkanlığından azledilmişti. Bu yetmezmiş gibi kısa bir süre önce de başkanı seçildiği belediyesine kayyum atanmıştı.


 
Sonuçta Leyla İmret'in kuzeninin evinde ağırlanıyoruz. Donatılan yer sofrasında ev sahibinin teklifini memnuniyetle kabul edip, pek de alışkın olmayan Avrupalılar olarak, zorlanarak sofraya oturduk. Uzun uzun daha çok siyasi ortamla ilgili öfke ve üzüntü içeren duygu yoğunluklu bir sohbete girişiyoruz. Leyla İmret anlattıkça bizim şaşkınlığımız hep büyüyerek geceyi adeta dolduruyor. Belediye başkanı olma serüvenini bize anlatırken, babasının bu şehirde öldürüldüğüne değinip geçiyor, biz de daha fazlasını sormaya cesaret edemiyoruz. Yüzümüzdeki ifade sanki devamını hissetmiş ve biliyormuşuz gibi susuyoruz. Dışarıda Polisin gerekli gereksiz zırhlı araçla geçişleri bir tür taciz halini alıyor.


 
Ertesi gün şehrin Nur Mahallesi yıkıntılarını ve insanların durumunu gözlemlemek amacıyla sokaklara çıktığımızda adeta olağanüstü bir hal yaşadık. Bizi 40-50 adım geriden zırhlı araçlarla takip eden polis adeta nefes aldırmak istemiyor ve şehir içi gezimizi yarıda bıraktırmak istiyordu. İnsanların bize yaklaşmasını, bizimle konuşmalarını engelleme amaçlı bu tutuma rağmen insanlar hâlâ çok sevilen Leyla İmret’le selamlaşıp sohbet etmekten çekinmiyorlardı. Onunla konuşanlar bize de sık sık dönüp, “Lütfen bir şeyler yapın, halimiz ortada, kalacak yerimiz yok, insanlarımız, evlerimiz yıkıldı, öldürüldü. Avrupa buna neden sessiz kalıyor?” gibi cümleleri ardı ardına sıralıyordu.


 
Polisin adım başı takibi bizi hiç istemediğimiz halde olağanüstü kişiler haline getirirken şehir sakinlerinin de kendilerini kötü hissedecekleri izlenimi gözlemlerde bulunmaya devam etmemizi anlamsız kılıyordu. Asıl en çok hasar gören Cudi Mahallesini görmek istiyor olsak da, Belediye Başkanı Leyla İmret'in önerisiyle gezimizi yarıda bırakmak zorunda kalıyoruz. Nur Mahallesini bir sene önce birinci ablukadan hemen sonra görmüştüm. Geçen yıla göre daha az hasarlı ev vardı çünkü hasarlı evlerin neredeyse hepsi yıkılmıştı. O yıkılan evlerin boşluğu mahalle ve sokak aralarında kocaman boş çakıllı alanlar yaratmıştı.



Yıkılıp yerleri dümdüz edilen evlere rağmen hâlâ sayısız hasarlı bina mevcut ve bu binaların bir çoğunun halkın kendi inisiyatifi ile onarılmış ya da yamanmış olduğu da ayrı bir gerçek. Nur Mahallesi gezimiz kesintiye uğramamış olsaydı ardından asıl görmek istediğimiz Cudi Mahallesi olacaktı. Lakin polisin bize ve çevreye uyguladığı baskılar nedeniyle o mahalleye gitmekten vazgeçmek zorunda kaldık. Çünkü anlatılanlara göre Cudi mahallesinin yüzde 60’ı tamamen yerle bir edilmişti.
 
Cadde ve sokakları gezdiğinizde sık sık zırhlı araçların caddelerden, kavşaklardan geçtiğini veya saldırıya hazır halde bekletildiklerini görüyorsunuz. Tam teçhizatlı polisler, özel harekatçılar adeta bir işgal gücü gibi şehri kontrol altına altında tutuyor ve attığınız her adımda bunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
 
DERGÛLE
 
Leyla İmret’in ayarladığı bir arabayla halkın Kürtçe olarak Dergûle dediği resmi adı Kumçatı’daki çadırları görmek için yola koyuluyoruz. Sağımızda Cudi, solumuzda Küpeli Dağı, Kasrin Boğazı'nda bir süre yol alarak HDP-DBP’nin lokaline geliyoruz. Bizi bekleyenlerle karamsar bir atmosferde sohbet ediyoruz.
 
Şırnak Belediyesi Eşbaşkanı Avukat Serhat Kadirhan bir yıllık süreçle ilgili gelişmeleri bize özetliyor ve çadırda kalan insanlara ilişkin belediye olarak ne tür yardım etmek istemişlerse polis ve diğer il-ilçe yöneticileri tarafından nasıl engellendiğini birçok örnekle anlatıyor. Şırnak belediyesi ve halkın yardımlarıyla evleri çökertilenlere yönelik her türlü konut projesinin vali tarafından iptal edildiğini, en azından kışı geçirmek için geçici prefabrik konutlar için atılan diğer adımların da aynı şekilde polis tarafından durdurulduğunu ama yetkililerin de bu tür acil ihtiyaçların giderilmesi doğrultusunda hiçbir şey yapmadıklarını söylüyor. “Yapmayacakları da ortada” diyor, “Çünkü onlar halkın buraları kolay kolay terk etmeyeceğini biliyorlar, onun için kış koşulların dayanılmazlığının da getirdiği başka zorluklar nedeniyle buraları terk etmelerini bekliyorlar” diyor.


 
“Göçertilen bu inanların yerine Arap mülteciler mi yerleştirilecek?” diye soruyorum. “Duyumlar o yönde ve sanırım yetkililer bunu gerçekten hedefliyorlar” diyerek sözlerini bağladı.
 
Fazla gecikmeden çadırlara gitmek için tekrar yola çıkıyoruz. Kısa bir süre sonra çadırların bulunduğu alanın girişine varıyoruz. İlerideki tam teçhizatlı askerler, daha tam yaklaşmadan bir hışımla el kol hareketlileriyle durmamızı işaret ediyorlar. Biri kimliklerimizi isterken diğeri arabayı gözden geçiriyor, bir başka asker de elinde kamerayla toplanan pasaport ve kimliklerimizi videoya alıyor. Kimliklerimizi alan kasklı ordu mensubu ezberlenmiş hissi veren kelimelerle seri şekilde konuşuyor: “Yollara mayın döşeli, operasyon var, giriş yasak!”
 
İnandırıcılıktan uzak sözlerle bize aynı şeyi tekrarlarken, az önce giren arabaların bir kısmının gittiğini gözlemliyoruz. Pasaport ve kimliklerimiz geri verilirken, aynı kişi: “Hadi, hadi geri dönün, operasyon var” diyor.


 
Kumçatı HDP Eşbaşkanı Dursun, "Biraz bekleyelim o zaman, belki açılır yarım saat sonra?” diye zorluyor.
 
Asker hışımla, “Yok, uzun sürer, ne zaman yolun açılacağı hiç belli değil hadi dönün” diyor.
 
Şoförümüz sessizce “Bunlar sadece bizim için kapattılar” diyor, “Biz burada beklersek bu kuyruk maazallah Cizre’ye kadar uzar.”
 
İsviçreli milletvekili çaktırmadan birkaç fotoğraf çekmeye çalışıyor ve birkaç dakika bekledikten sonra geri dönmek durumunda kalıyoruz.
 
Tekrar HDP-DBP binasına geliyoruz ve ardından yapılan telefon trafiği ile bizim için özel kapatılan yolun tekrar açıldığını duyuyoruz.
 
Bizim için ısmarlanan yemeği yemek üzere küçük plastik oturaklar masa haline dönüştürülürken biraz önce yarıda bıraktığımız sohbetimizi devam ettiriyoruz.

Avukat olan Serhat Bey'in 12 dairesinin olduğu bina ve avukatlık bürosu çatışma bölgesinde olmadığı halde özel harekatçılar tarafından yakılmış ve şimdi kendisi, dört çocuğu ve eşi ile Kumçatı’da dostlarının evlerinde kalıyor.
 
“Bu şartlar sizi zorlamıyor mu?” diye soruyorum, “Bizim halimiz yine iyi, durumu bizden çok vahim olanlar var, onlara nasıl yardım ederiz diye kara kara düşünüyoruz” diyor gülen yüzüyle. Yemekten sonra bu hüzünlü ama insanlıklarını ve kararlılıklarını yitirmemiş insanları geride bırakıp Cizre’ye geri dönüyoruz.
 
Cizre girişinde asker ve polis noktasında yine bize şehirde eşlik edecek aynı polislerle karşılaşıyoruz. Burası Diyarbakır’a geldiğimiz günlerde Cizre’ye patlayıcı yüklü kamyonla girilip polis ve özel harekatçıların kaldığı binanın havaya uçurulduğu yer. Artık orada olmayan binanın bıraktığı kocaman boşluk alan ve çevresinde yoğun bir düzenleme çalışması yürüyor. Çok sayıda zırhlı araç ve ellinde uzun namlulu silahlar bulunan güvenlik güçleri tetikte. Şoförümüz: “Birkaç ölü ve birkaç yaralı dediler ama 112 kişinin cenazesi çıktı bu binanın enkazından” diyor. Bir daha dönüp insana bir şey ifade etmeyen boşluk alana bakıyoruz.
 
ŞEHİR İÇİNDE KÜÇÜK BİR KOVALAMACA
 
Daha güz sıcağının kendisini hissettirdiği bölgede HDP-DBP binasını gezdikten sonra bahçede çay eşliğinde halktan insanlar ve partililerle sohbet ediyoruz. Heyet olarak hala Cudi Mahallesini gezmekten vazgeçmediğimizi ve mümkünse birinci ve ikinci abluka altında yaşayan bir-iki aile ile görüşmek istediğimizi bildiriyoruz. Bize olumlu cevap veriliyor ve görüşeceğimiz kişilerle telefonlaşılıyor.
 
Leyla Hanım şöyle konuşuyor: “Bizim ve halkımız açısından bir sorun yok ama polisin bu izleme tutumu, insanların kendisini kötü hissetmesine ve tekrar tekrar kendilerini rahatsız etmelerine neden olabilir. İnanın ben bile daha birçok sokağa giremiyorum, çünkü abluka sırasında yaşadıklarım o kadar acı ve etkileyici ki, insan dayanamıyor.”
 
Belediye başkanının bu açıklamaları üzerine heyet olarak uzunca bir tereddütten sonra yaşadık görüşmekten vazgeçtik. Artık hazırlanıp Diyarbakır’a dönmeliydik. Bunun için önce özel eşyalarımızı almamız gerekecekti.
 
Leyla Hanım'ın evine giderken bir ara şoförümüz: “Abi, dur şunları bir başımızdan atalım” deyip polisi atlatmak amacıyla ara sokaklara daldı. Ve orada birçok sokağın hala hendeklerle kapalı olduklarına şahit olduk. Şoför bu hendeklerin “devlet hendekleri” olduğunu söylüyor bize. Daha önce hendek olan yerlerde polis duruma hakim olunca buralara polis üniformaları giydirilen IŞİD’çillerin (görünüm olarak, sakallılar anlamında) yerleştirildiğini ileri sürüyor.
 
Arada bir sokak başında ya da kavşakta zırhlı araç gördüğümüzde yakalandık hissine kapılıyorduk. Tam bu arada telefonum çalıyor, Halit adındaki polis: “Hocam nerede kaldınız? Sizi kaybettik” diyor. Şaşkınlıkla cevap verdim: “Halit Bey endişelenecek bir durum yok, sadece ara sokaklardan geliyoruz, bir-iki sokak kapalıydı o kadar” diyorum.
 
Polis gizli bir tehdidi de içeren bir tarzda konuşuyor: “Allah korusun, başınıza bir iş gelebilir. Biliyorsunuz biz sizin can güvenliğinizden sorumluyuz.”
 
Evde hazırlık yaptıktan sonra dışarı çıktık, polisler hala peşimizde, bizi uğurlayacaklarmış şehir dışına kadar. Şehir dışındaki kontrol noktalarına geliyoruz. Durdurulup kontrol edilmeyi beklememiz boşunaymış, kimse bakmıyor ve yola devam ediyoruz. Dikiz aynasından “can güvenliğimizden” sorumlu polislerin kontrol noktasına gelince zırhlı askeri araçların arasına saptığını gördük. Aklıma Halit polisle vedalaşmak geldi. Telefon ettim: “Halit Bey günlerce can güvenliğimizi sağladınız, sizinle vedalaşmadık!” İroni yapma sırası bana gelmişti.
 
Son günümüzü heyet olarak Diyarbakır’da geçirdik. Ahmet Arif’in “Ağzı var, dili yok, Diyarbekir Kalesi” dediği surlar yine öyle ağzı var dili yok, üstünde kocaman Türk Bayrakları asılı, giriş ve çıkışları polisin kontrolünde, neşesiz ve sessiz. Tıpkı nefessiz soluksuz bırakılan Kürt halkı gibi.
 
NOT: Bu yazı hazırlandığı sıralarda olumsuz haberler çoğalarak ve niteliği büyüyerek devam ediyordu. Bu haberlere göre artık Türkiye’nin Şırnak adında bir kenti neredeyse haritadan silinmiş durumda. Bu günlerde evleri yıkılanların, bombalananların kentin kıyısındaki dağların eteklerine kurdukları derme çatma çadırlar da basılıp yıkılıyor. Kentleri, evleri ortadan kaldırılmış insanların artık bir çadırları da yok. Aynı günlerde Diyarbakır’ın Büyükşehir Belediye Eşbaşkanları Gültan Kışanak ile Fırat Anlı gözaltına alındı. Ve yüzlerce insan tutuklanmaya devam ediyor.
 
10-16 Ekim 2016 / Cemalettin EFE