Osmanlı imparatorluğu döneminde köle olarak Anadolu’ya getirilen Afrika kökenlilerin yaşadıkları tek gelenekleri, İstanbul’da ‘Arap Düğünü’ denilen, İzmir ve çevresinde ise ‘Dana Bayramı’ dedikleri etkinlikleri Mayıs ayı içerisinde yapılıyor. Uzun yıllar kendilerinin kökenini inkar ederek yaşamış insanlardan bazıları, ‘biz de varız’ diyerek bir dernek kurdular. 2006 yılında Ayvalık’ta kurulan Afrikalılar Kültür Dayanışma ve Yardımlaşma (Afro-Türk) Derneği  şimdi faaliyetlerini İzmir merkezli sürdürüyor.

 

Afrikalılar Kültür Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği (Afro-Türk) Başkanı Mustafa Olpak Afrika kökenliler hakkında Türkiye’deki tek yayın olan ‘Kölekıyısı’ kitabının da yazarı. Mustafa Olpak ile Türkiye’de ki Afrika kökenlilerin genel hikayeleri, yaşamları, yaşama biçimleri ve görenekleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

Yurtsuz.net

 

Derneğin kısa adında genel adın kısaltması yerine neden Afro-Türk olarak belirttiniz?

Mustafa Olpak – Bizi tarif eden en iyi terimin o olduğunu düşünüyoruz. Afro sözü ile kökenin Afrika olduğunu belirtiyoruz. Tüm Dünya’da hangi ülkenin vatandaşı ise kökenini belirtmek için Afro kelimesi kullanılıyor. Mesela Amerika’da yaşıyorsa ‘Afro-Amerikalı’ denir. Afro-Kanadalı, Afro-İranlı, Afro-Hindistan gibi bir anlamı var.

 

Anadolu’ya geliş hikayenizden başlasak mı?

Biz Afrika’dan gelme değiliz, hep yanlış terim kullanılıyor. ‘Ne zaman geldiniz’ gibi sorular da çok soruluyor. Bizimkiler, kendi topraklarını ve atalarını bırakıp gelmediler, getirildiler. 200 – 300 yıl önce nereden bilsinler Ayvalık’ı, İzmir’i de kalkıp gelsinler. Zorla getirildiler. Arşivlere bakıldığında, araştırdığımızda Osmanlı İmparatorluğu döneminde 1500’lü yıllarda, sarayda Sultan’ın bir Arap soytarısı olduğu bilinir. Bu da gösteriyor ki bu insanlar 1500’lü yıllardan itibaren bu topraklara getirilmiş. Osmanlı İmparatorluğu’nun yok oluş sürecine kadar, İmparatorluk coğrafyasında çok sayıdaki tebaa içerisinde insan tacirliği yapan birçok insan var. Buraya getirilişin birincisi insan tacirleri yoluyla köle ticareti şeklinde. İkincisi Libya’nın 1912 İtalya işgalinden sonra bu tarafa kaçanlar var, onlar getirilme değil. Bir de Hidiv Abbas (Hidiv; Padişah izniyle Mısır Valileri için kullanılan ‘büyük vezir’ anlamına gelen Farsça kelime, Kavalalılara mensup Mısır valilerine babadan oğula geçmek üzere 1867'de verilen resmi unvan. Hidiv Abbas 1892 – 1914 arası Mısır Hidivi idi.) ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki anlaşma ile Abbas’ın Dalaman (Muğla) çevresinde edindiği topraklara çalıştırılmak üzere Mısır ve Sudan yöresinden getirilenler var. Şu anda Devlet Üretme Çiftliği olarak bilinen topraklar Hidiv’in arazileridir. Dernek olarak yaptığımız araştırmalarda bir başka ilginç sonuca ulaştık. Uzun yıllar önce Hac’ca giden Müslümanlar, Hac’ca gittiğinin kanıtı olarak, siyah çocuk kaçırıp getirirmiş. Böyle bir getiriliş yıllarca sürdüğü için on binlerce insandan bahsediyorum. Özetle bu topraklara gelişi rıza dışıdır.

 

Afrika’nın tek yerinden getirilmemiş olduğunu anlıyoruz.

Genellikle ‘Sahra Altı’ denilen bölgelerden, eski adıyla Habeşistan, şimdi Etiyopya denilen yerlerden. Mısır, Sudan ve şimdiki adı Kenya olan eski adı Zenzibar Sultanlığı olan yerlerden, Nijerya gibi küçük ülkelerden de getirilmişler.

 

OSMANLI’DA SADECE MÜSLÜMANLAR KÖLE SAHİBİ OLABİLİRDİ

Getirilenler hep aynı bölgeye mi toplanıyordu?

Hayır. Hangi amaçla getirildiğinle ilgili yerlere dağıtılmışlar. İstanbul ve İzmir limanlarından indirilip köle ticareti tapılmış ve pazarlarda satılmış, böyle dağıtılmışlar. Osmanlı’da Gayri-Müslümler köle alamıyor, köleyi ancak Müslüman alabilirmiş. Gayri-Müslümler köle pazarına dahi giremiyormuş. Değişik yerlerde değişik amaçla kullanmış, satmış.

 

Daha çok tarımda çalıştırılmak üzere mi satın alınıyorlarmış?

Tarımsal alanda daha çok devlet eliyle çalıştırılmışlar. 1800’lü yılların ikinci yarısında Padişah çiftlikleri olarak bilinen yerlerde – Mesela Torbalı’da 19 köye yerleştirilmiş – çalıştırılmışlar. Kişiler daha çok ev içi hizmetçiliğinde ve ‘eğreti gelin’ olarak satın alırlarmış. 

 

Anlattıklarınızdan Anadolu’daki Afrikalılar kendilerini hep köle olarak hissetmişler, yaşamışlar. Kendileri özgür hissettikleri bir zaman, dönem var mı?

Bu söylediğiniz Özgür olma meselesine iki türlü bakmak lazım. Birincisi resmi anlamda olanı, 1837, 1857 fermanları bile köleliği kaldırmaya yetmiyor. Kölelik İslam’a ters değil. Ulemalar köleliğin kaldırılmasına karşı çıkıyor. Kölelik kaldırılamıyor. Her ne kadar, ‘Ferman da olsa kölelik alttan alta sürüyor. Cumhuriyetle birlikte İmparatorluk yıkılınca köleliğin alt yapısını oluşturan sistem de ortadan kalkıyor. Medeni Kanun'un Kabulü (17 Şubat 1926) ile birlikte, bütün bu insanlara ben ‘Türküm, Müslümanım’ diyen herkese de Türkiye Cumhuriyeti kimliği veriliyor. Yasal anlamda 1926 yılında kalkmış görünüyor.

 

İkinci tarafı ise ‘Yağmur yağıyor seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor’ sözünün anlattığı, ya da siyah birini gördüklerinde birbirlerini dürttüklerini, ‘Arap, Arap’ diye kızdırmalarla yaşanan pratik var. Kültürel bir basınç var.

 

ÖZGÜRLÜĞÜ ANCAK ŞİMDİKİ KUŞAK DÜŞÜNEBİLİYOR

T.C kimliği almak kendilerini özgür hissetmelerini sağlamış mı, yetmiş mi? Ya da kendilerini özgür hissettikleri zaman nedir?

Bizim toplumumuzu üç kuşak olarak tarif edersem, birinci kuşak Osmanlı döneminde yaşayan bütün sıkıntıyı çeken kuşaktır. İkinci kuşak Cumhuriyete denk gelen kuşak, unutmak isteyen kuşaktır. Atalarını reddetme yolunu seçmişlerdi. Afrikalı olmadıklarını, Arap olduklarını ama biraz koyu Arap olduklarını inatla işlemeye ve kendilerini inandırmaya çalışırlardı. Üçüncü kuşak ise bugün tüm Dünya’da olduğu ‘ben kimim’ diye soran, araştıran kuşak olan bugünkü kuşaktır. Özgürlüğü kabul etme, hissetme anlamında daha çok üçüncü kuşağı söyleyebiliriz.

 

“KÖLELER, SİMSİYAH KERTENKELELER GİBİ SOKAKLARDA AÇLIKTAN BAĞIRA BAĞIRA ÖLDÜ”

1926’da Medeni Kanun’la kimlik sahibi oluyor, istediği yere, işe gidebiliyor. Bunu nasıl yaşamışlar?

1926 öncesi olarak, Osmanlı’da siyah kölenin 9 yıl hizmetinden sonra azad etme geleneği var. Azad etme bir yasa değil, gelenektir. Azad etmeyene de Kadı’lar (mahkeme) herhangi bir işlem yapmıyordu. Azad edilene ise kadılar tarafından ‘itikname’ denilen bir belge, azadlık belgesi veriliyordu. O azadlık belgesiyle dolaşım serbest, istediğin yere gidebilirdin. İtikname olsa bile renklerinden ötürü ve maddi imkanları olmadığı için gidecek hiçbir yerleri yoktu. Çoğu için bağlı bulunduğu ev kurtuluştu. En azından karınları doyuyordu. Azadlıkla birlikte Reşat Nuri Güntekin’in anlattığına bakarsanız, “köleler, simsiyah kertenkeleler gibi sokaklarda açlıktan bağıra bağıra öldü” der. Hangisi iyi. Özgürlükten önce yaşamak zorundaydılar. Köle olarak çalıştığı ev karnını doyururken can güvenliğini de sağlamış oluyordu. Azadlık, ‘sokağa atılma’ demekti.

 

ATA MESLEĞİMİZ HİZMETÇİLİK

İş olarak ne yaparlar?

En iyi bildiği iş hizmetçilik. Ata mesleği hizmetçiliktir. Büyükşehirlere kaçıp, herhangi bir mesleğe atılma üçüncü kuşaklarda başlamış. Son 30 – 40 yıldır devlet memurluğu özellikle postacı ya da askeriyenin mızıka bando bölümlerinde çalışmaya başladık.

 

Çoğunluk köylerde yaşıyordu. Ne iş yaparlardı?

Irgatlık yapıyorlardı, hala da çoğu bu işe devam ediyor. Üniversite mezunu da var ama çok az. Mesela İzmir’de en fazla on kişi üniversite mezunudur.

 

Türkiye’de Afrika kökenli olarak kaç kişi var, bir tahmininiz var mı?

Tahminimiz var ama sağlıklı sayı yok. Parti kursak, ‘%10 sorunumuz yok kadar’ bir sayı mümkün. Fakat üçüncü kuşağa kadar renginden utanan yüzlerce genç kızımız, kendi çektiklerini ‘çocuğu çekmesin’ diye bir beyaza kaçar. Kaçtığı beyazdan da bir yıl sonra bir çocukla annesinin evine tekrar döner. Böylece melezleşmiş kuşaklar ortaya çıktı. Rengini koruyan üniversite mezunu genç kızımız da şimdi aynı şeyi düşünüyor. Çünkü o yaşa kadar çekmiş. Resmi anlamda çekmemiş olsa da, mahalle baskısıyla, ayrımcılık olarak çekmiş. İşin açığı bu.

 

“İÇKİDEN ÖLÜR BİZİMKİLER”

Erkeklerde durum nasıl yaşanıyor?

Onlarda durum daha vahim. İyi bir şey söyleyemiyorum. Biz de trafik kazasından ölen siyah neredeyse yok. İçkiden ölür bizimkiler. İçmeyen bir tek siyah varsa o da benim. Bana da ‘bizim yüz karamızsın’ derler. Sosyal yaşamla bağlantı kuramayan, içe kapanık, aman bizi görmesinler, aman bizi bilmesinler, ‘aman… aman… aman’ diye diye eve kapanmışlar. Hepsi içerek ölür.

 

KÖKENİMİZ BİLİNMİYOR, RENGİMİZDEN HORLANIYORUZ

Amerika gibi yerlerde daha açık görülen ötekileştirme, dışlama gibi -‘mahalle baskısı’ dediniz onun dışında- somut sorunlar yaşanıyor mu?

 

‘Atlantik kölelik’ dediğimiz, Amerika, İngiltere köleliği ile Osmanlı köleliği gerçekten farklıymış. ‘Atlantik köle’liğinde köle ölünceye kadar köle yaşarmış. Köle olmamak gibi bir şansı yok. İslam köleliğinde ise azadlık sistemi yaygın ama bu yasa değil, ölünceye kadar köle de kullanabiliyor. Azadlıkla birlikte itikname ile birlikte vatandaş oluyorsun. ‘Atlantik köle’liğinde kafası, kolu kesilerek, nefretle öldürülen siyahlar var. İslam köleliğinde ise bu kadar ırkçı, vahşi, nefret içeren vaka yok. Ayrımcılık anlamında, rencide anlamında, kızdırma anlamında hala yaşanıyor. Bir siyah çocuğu ilkokula İzmir’in göbeğinde bile babası götürür, babası alır. Tek nedeni var, okula gidinceye kadar, çocuklar arkasında toplanır, ‘Arap, Arap’ diye kızdırırlar.

 

İşe girmede renginden dolayı ayrımcılığa uğrayan var mı?

Bir süpermarkete eleman alınacaktı. Bir kızımız koydukları bütün sınavları geçti. İşbaşı için gittiğinde ise ‘kusura bakma, renginden ötürü alamayız’ demişler.

 

Fabrika veya atölye gibi işyerlerinde yaşanıyor mu?

Bildiğim yok. Resmi olarak ta 1926’dan bugüne bir sorun yok, resmi kurumda hiç yaşanmadı. Pratikte özel işverenin kendisiyle ilgili bir sorun var.

 

Dağınık yerlerde yaşıyorsunuz. Toplu yaşam alanları çok az. Buralar nereler?

Dalaman, Ayvalık, İzmir, İstanbul, Antalya, Burdur/Bucak, Denizli’de var. Sahile yakın ve bir de ‘İpekyolu’ dedikleri, kervan yollarının geçtiği yerlerde (Konya/Karaman gibi), devletin toplu çalıştırdığı yerlerde toplu yaşanan yerler var.

 

KENDİMİZİ İNKAR EDEREK YAŞADIK

Afrikalılar Kültür Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği (Afro-Türk)’e ilgi var mı? Anlattığınıza göre geçmişini, kökenini unutmak isteyen bir kültür oluşmuş. Böyle kültürle biçimlenmiş topluluğa hatırlatma, yüzleşme anlamına gelen bir derneği anlatma, ona üye olma zor olsa gerek?

Değil tabi. Bizimkilerin en çok yaşadıkları Tire’nin Yeniçiftlik köyünde simsiyah insanlar yaşar. Onlara dernekleşmeyi anlatmak için gittiğimde üç defa beni köye sokmadılar, taşladılar.

 

Neden?

‘Ne Afrikalısı, biz Afrikalı, mafrikalı değiliz, arabız ama biraz rengimiz koyu o kadar’ diye tepki gösteriyorlardı ama sonra aştık. Bir tür kendini inkar etme tepkisi. Toplumda yok sayıldıkları için benim onlardan olduğum bilinmesin istendi.

 

İmparatorluk döneminde İstanbul ve İzmir gibi yerlerde, imparatorluk polisi her Mayıs’ta bizlerin geleneklerine hoş bakmışlar, herhangi bir yasaklama getirmemişler. Hatta Kadı mahkemeleri şikayetlerde zaman zaman bu insanların doğal liderleri olan Godya’ları dinlemiş. İmparatorluk döneminden bu yana bu insanların temsilcileri olan resmi kurum bu dernektir. Afrikalılar Kültür Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği (Afro-Türk) 2006 yılında kuruldu.

 

‘DANA BAYRAMI’ GELENEKSEL BAYRAMIMIZ

Mayıs ayındaki gelenek dediniz, bu gelenek nedir?

İstanbul’da ‘Arap Düğünü’ denilen insanların kendi geleneklerini sürdürdükleri gelenek, İzmir’de ise ‘Dana Bayramı’ dediğimiz gelenek.

 

Dana Bayramı nasıl bir gelenek, biraz anlatabilir misiniz?

Dana Bayramı’nda Afrika kökenliler birleşip sıska bir dana alırlar. Bu danayı oturdukları muhitte ev ev gezdirerek yiyecek, para ve giysi toparlarlar. Amaç, azad olan kölelerin, bunların çocuklarının, annesi babası olmayan çocukların – ki Godya bakar onlara – senede bir gün et yemesini sağlamak. İşte bu gelenek senede bir gün et yeme günü olur, o sıska danayı kesip yerler. İzmir ve çevresinde yaşayanlar buna Dana Bayramı der. Bu gelenek, bugünkü Nijerya’da Yoruba (Yoruba, Nijerya'daki en büyük etnik topluluktur) geleneğidir. Afrika’da insanlık tarihinin en eski kültürlerinden biridir, bugün de Afrika’nın bazı ülkelerinde Togo’da, Senegal’de, Kenya’nın iç taraflarında, Güney Sudan’da bu gelenek devam eder. Her yıl tekrar edilmezse Tanrı’nın yaşadıkları yerlere kıtlık ve açlık getireceği inancını taşıyarak, Afrika’da bu gelenek sürdürülür. Bir yılın bol, verimli ve bereketli geçmesi için yapılır. Anadolu’da azad olan insanların senede bir gün et yiyebilmesi yanında bir başka önemi de Godya vasıtasıyla da kimin kim olduğunun izini sürmek amacındadır.

 

Godya kimdir?

Godya bu insanların doğal liderleri. Genellikle kadın bir kişidir. Her bölgede bir Godya olur. Çünkü bütün aile parçalanmış, dağılmış, kim kim olduğunu bilmiyor. Herkes, annesini, babasını, kardeşini, çocuğunu arıyor. Tüm bu bilgiler Godya’da toplanır ve Godya, kimin kim olduğunu tespit eder. Senin kardeşin şurada, senin amca şu, senin annen şu gibi parçalanmış aileleri bulmaya çalışır. İzmir’de ilk olarak bugün Bayramyeri olarak denilen yer, Dana Bayramı’nın yapıldığı yerdir. Bayramyeri’nin adı o gelenekten gelir. Gel gör ki hiçbir yerde yazmaz. Hiçbir arşivde belirtilmez, hiçbir belediye sahip çıkmaz. Bana göre bunun sebebi de köleliği hatırlattığı için, kölelik sistemi inkar edildiği için sahip çıkılmaz. Bayramyeri’nden önce Ballıkuyu’da Kireçlikaya’daki meydanda yapılırmış. Hala orada bir meydan vardır ve oranın eski adı da Dana Meydanı’dır. Tamamen unutulmuş, unutturulmuş, kimse de bahsetmez.

 

KENDİ VARLIĞIMIZLA YENİ TANIŞIYORUZ

Şimdi de Bayındır/Çırpı’da yapıyorsunuz. Neden Bayındır’da yapıyorsunuz?

O yörede de insanımız çok. Bir başka nedeni de Bayındır Belediyesi bu geleneğe sahip çıkıyor.

 

Tire Çiftlikköy’de bu taşlamayı kendilerini inkar ettikleri için yapıyorlardı dediniz. Onlar da dana Bayramı’nı kutluyorlar mı?

2006 yılından önce ben o köyleri dolaştım, bunları yaşadım. 2006‘da hepsi Ayvalık’a derneğin açılışına geldiler. İl olarak 2009 yılında Konak Belediyesi’nin düzenlediği Basmane Şenlikleri düzenlenmişti. Bu insanlar ilk defa bu şenlikte bir resmi yürüyüşe katıldı. Yürüyüşte herkes sim siyah insanlardan oluşuyordu. Bu yürüyüşe katılanlara çevreden ‘Afrika’nın neresindensiniz?’ diye soruluyordu. Oysa hepsi buranın insanıydı.

 

Ege Bölgesi ya da İzmir çevresinden herkes Bayındır’da kutladığınız Dana Bayramı’na katılıyor mu? Yoksa kendi bulundukları yerlerde mi kutluyorlar?

Birçoğu kendi bulunduğu yerde kutlarmış eskiden. Mesela Torbalı’da, Subaşı’da, Hasköy Yeniçiftlik’te kendileri kutlarmış. Çünkü buralarda nüfus çok. Dana Bayramı 1925 yılında resmi olarak yasaklanmış. 1925 yılındaki “Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması” yasası ile yasaklanmış. Yasakla birlikte İzmir için konuşuyorum, Bayram etkinliği kaybediliyor, unutuluyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra tamamen unutulup gidiyor. 2007 yılında bir dernek olarak bunu kutlamaya karar verdik ve kutlamaya başladık. Bu yıl altıncısını kutlayacağız. Hiç ara vermedik.

 

Gelenek hemen yasakla ortadan kalkmaz, gizlice hiç kutlanmıyor muydu?

1940’lı yıllarda kimsenin görmediği dağların tepelerinin arkasında inatla kutlamışlar. Çünkü geleneği yok etmek için o insanın yok edilmesi gerekir.

 

“ATALARIMIZIN DANSLARINI, OYUNLARINI, GİYİMLERİNİ ÖĞRENMEK İSTİYORUZ”

Daha buradaki akrabalarını bulamamış insanlar vardır mutlaka ama Afrika’da ki akrabalarını merak edip bulan var mı?

2007 yılından sonra kutladığımız bayramlara katılan üç aile 2010 yılında akraba olduklarını orada öğrendiler. Dana Bayramı’nın bir amacı da bu bizim için. Tekrar söyleyeyim; Bizler söylentilerle tarihimizi ve kökenimizi söylüyoruz. Biz Afrikalıymışız, şuralıymışız gibi. Gelenek, görenek giysi hemen hemen hiç kalmamış.2009 yılında Amerika’dan Afro-Amerikalı insanlar akrabalarını bulmak için buraya geldiler. Söke ve Tire’de köy köy dolaştılar ama bu ancak DNA tespiti ile mümkün.

 

Ortak konuşulan, anlaşılan bir dil var mı?

Yok. Herkes bulunduğu yerin dilini kapmış. Bugünkü Etiyopya’da 85’e yakın etnik dil var. Bir uçtan birisiyle öbür uçtan birisi zaten anlaşamıyor. Burada bu mümkün değil.

 

Sizin eklemek istediğiniz başka neler var?

2009 yılında Kültür Bakanı ile İzmir’i ziyareti esnasında yüz yüze bir görüşme yaptık. 2009 yılından sonra Dana Bayramı’nı Kültür Bakanlığı’nın desteği ile kutluyoruz. Unesco tarafından yapılan bir araştırmada Dünya’da her gün bir kültür yok oluyor. BM bu yok oluşlara önlem almaya çalışıyor. Yaşatmak lazım, kültürü yaşatırsak, sevgi, saygı, hoşgörüyü oluşturabiliriz. Kültürü yaşatmadan sevgi, saygı ve hoşgörü mümkün olmaz. Anadolu, Dünyanın kültürel çeşitliliği barındıran en zengin yerlerinden birisidir. Ama şimdiye kadar her nedense bunu başaramamışız. Bence herkes, kendi kültürünü özgürce yaşamak ve yaşatmak zorunda. Yerel yönetimler, bakanlıklar, sivil toplum örgütleriyle bunun önünü açmamız gerekiyor. Bunun önü açıldığı sürece, zenginlik, renk, güzellik daha da artacaktır.

 

Biz yeni yeni 100 yıl önceki dansları, giyimleri öğrenmeye çalışıyoruz. Valiliğin 4 Mayıs’ta düzenlediği Kültürlerarası Buluşma Etkinliği’ne bizim bir kız ve erkek çocuğumuz geleneksel giysilerimizle katıldı. İşte zenginlik bu. Kendimizi ifade etmediğimiz sürece kendimizi inkar edip, aslında kendimizi yok ediyoruz. Kültürümüzü yaşattığımız sürece kendimiz oluruz. Dernek olarak bizim amacımız bu. Afrikalıların da bu topraklarda yaşadığını anlatma çabamızda çok mesafe aldık. Biz atalarımızın 100 yıl önceki danslarını, oyunlarını, giyimlerini öğrenmek istiyoruz. Kendimizi inkar ede ede biz de unutmuşuz. Öyle unutmuşuz ki bizde en iyi oynayan çiftetelli oynar. Kendisine ait olmadığı için de o da sırıtıyor.

 

Bu topraklarda barışı sağlamak için herkesin gayesi her kültürü yaşatmak olmalı. Bunu becerebildiğimiz ölçüde saygıyı, hoşgörüyü bulacağız.

 

Türkiye’de ki Afrikalılar ile ilgili sizin yazdığınız Kölekıyısı kitabınız dışında başka bir yazılı yayın var mı? Ve Afrika kökenli olmasa dahi sizlerle ilgili bir araştırma yapmış kimse var mı?

Bizden yazan yok. 1800’lü yıllarının ikinci yarısında Ahmet Mithat’ın kölelik ile ilgili Romanı var. Ama sonra yok. Bizim içimizden yazan olmadığı gibi resmi tarihin hiçbir yerinde bizden bahsedilmez. İzmir belediyelerinin kaynaklarında, yayınlarında 1900’lü yıllarda 15 bine yakın katılım olan bu ‘Dana Bayramı’ndan bahsetmez. Unutmaya başlayınca önünü alamıyorsun. Benim yazdığım Kölekıyısı kitabından TRT ‘Arap Kızı Camdan Bakıyor’ adıyla bir belgesel yaptı. İlk defa (Osmanlı da dahil) 2007 yılında resmi bir yerde kölelik işlendi. Osmanlı’da köle ticareti işlendi. Bu bence çok geç kalınmasına rağmen çok önemli, çok büyük bir adım.