EZGİ BAŞARAN / Radikal

İshak Alaton'la Ermeni sorununu konuşurken hiç bilmediğimiz erkek kardeşinin öyküsünü anlattı: İTÜ'de asistandı. 6 Eylül günü Taksim'de bir güruhun saldırısına tanık oluyor. Bir apartmanın girişine sığınıyor...

Neden
İshak Alaton, Türkiye’nin hem belli başlı işadamlarından hem de kurduğu TESEV ve Açık Toplum Vakfı gibi düşünce kuruluşları nedeniyle en kıymetli aydınlarından. Geçen hafta Eyüp Can’ın Radikal’deki ‘Bizim asimilasyon politikalarımız ne olacak’ başlıklı yazısından sonra TESEV’e bir mektup yazdı. “Ermeni sorunuyla yüzleşelim, artık ben nefes alamıyorum” diyordu. Ertesi gün de Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nda anti-semitizm konulu bir konferans verdi. Alaton’la bunları konuşmak için buluştum, hiç bilmediğimiz erkek kardeşinin öyküsüyle karşılaştım.

Lefter, Nebil Özgentürk’ün çektiği belgeselde 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili soruya cevap vermek için kamerayı kapattırmış, sonra sadece “Günlerce ağladım” diyebilmiş. Bu psikolojiyi bize anlatın…
Türkiye bütün gayrimüslimleri ve ötekileri korkuttu ve hapsetti diyebilirim. Öyle ki iki kimlikli, yani kendi içinde şizofren insanlar yarattı. Dışarıya karşı rahat görünmek isteyen ama içinde başıma her an bir şey gelebilir tedirginliği yaşayan insanlar… Aslında bu insanların hepsi hasta oldu. Doğrudur, babam da öyleydi. Kendimi bildim bileli de hep böyle insanlarla karşılaştım. Lefter’in kamerayı kapattırmasını çok iyi anlıyorum çünkü ben açık konuşan bir gayrimüslim olarak istisna olduğumun idrakindeyim. Ama benim istisna olmam bu ülkedeki kuralı teyit ediyor. Mutlu yaşamak istiyorsan, gizli yaşa diye mottomuz var. Daha ne…

Siz nasıl istisna oldunuz?
Çünkü 23 yaşındayken İsveç’e okumaya gittim. Orada bir doktor bana, “Sen bir gün zengin olacaksın ama o servet senin altın hapishanen olacak çünkü düşüncelerini inandığın gibi ifade edemeyeceksin” demişti. Ben zor yolu seçtim ama Lefter’i çok iyi anlıyorum. Çünkü o 6-7 Eylül’ün felaketini birebir yaşadı. Bunun yarattığı travmayı çok yakınım olan birinde gördüm.

Kim o?
Şimdi sana kimsenin bilmediği bir şey anlatacağım: Benim bir erkek kardeşim var. 1955 yılının ekim ayında İsveç’e gitti, hiç dönmedi. 25 yaşındaydı ve Türkiye defterini kapattı.

Niye?
İstanbul Teknik Üniversitesi’nde başarılı bir asistandı. 6 Eylül günü Taksim’e çıkıyor, Beyoğlu’na yürüyüp kitap almak üzere. Tam yolun ortasında karşıdan bir güruhun dükkânların camını çerçevesini indirerek yaklaştığını görüyor. Hemen bir apartmanın girişine sığınıyor. Önünden geçen güruh ona dokunmuyor çünkü apartman girişi, onların amacı dükkânları yıkmak. Saatlerce o köşede kalıyor. Ve Beyoğlu’nun yıkılışını birebir yaşıyor bu çocuk. Geceyarısı eve gelebiliyor ve ertesi gün “Ben artık bu ülkede yaşayamam, Türkiye’yi silmek istiyorum” diyor.

Siz neredeydiniz?
Alarko yeni kurulmuştu ve ben başka bir şehirde bir tesisat işindeydim. Eve geç döndüm. Ertesi gün kardeşim için İsveç Konsolosluğu’na gittim. “Kardeşim gitmek istiyor, ona vize ve iş bulun” dedim. Bir ay sonra kardeşim İsveç’e gitti ve yerleşti. Evlendi, çocukları oldu. şimdi Stockholm’de Peter Alaton ve Frederick Alaton diye iki yeğenim var. Türkiye’yle hiç ilgileri yok, öyle bir İsveçli oldular ki anlatamam. Lefter’in travmasının belki daha büyüğünü kardeşim yaşadı. Öyle ki, Türk olan adam bir günde Türklüğü bitirdi. Daha da fecaati bizden de koptu. Ben 20 yıldır bu öz kardeşimle konuşmadım.

Sizden niye koptu?
Çünkü ben Türküm. O Türk olan her şeyden uzak durmak istiyor. Mesela Stockholm’e Türkler gider, kardeşim Türkçe’yi çok iyi bilmesine rağmen konuşmaz. Belki benim Türkiye’de kalmama da gıcığı var, bilmiyorum. Kaybettik adamı. Bir telefonu bile yok. Dolaylı haberler geliyor sadece. Mesela Stockholm’den çıkıyor, Tel Aviv’deki ablamı görmeye gidiyor. Dönüşte ıstanbul’a uğramıyor. Al işte! Ne yapayım…

Varlık Vergisi’nden sonra babanız “Vatandaş devletine ihanet ederse, cezası bellidir. Devlet vatandaşına ihanet ederse, ne yapmalı İshak” dediğinde ne hissettiniz?
Cevap veremedim. Çünkü devletine hayrandı babam. CHP üyesiydi, şişli Halkevi’nde bedava Fransızca dersleri verirdi. Böyle bir heyecanı olan adamın, 1938’de Atatürk ölünce hayatı değişti. ınönü’nün politikalarında gariplikler olduğunu anlıyor, Varlık Vergisi’yle de zaten iki seksen yerde adam. Karakteri değişiyor, depresyona giriyor. Gün be gün görüyoruz, o cevval adam evden çıkmamaya başlıyor.

Babanızın o halini, kardeşinizin gidişini hatırladığınızda öfkeleniyor musunuz?
Bu benim için bir iç seyahattir. İsveç’te okuduğum yıllarda demokrasi, barışsever toplum nedir gördüm. Buradaki eziyetle oradaki refahın farkını gördüm. Bütün bunlar bende yeni bir şahıs doğurdu. Eskiyi bıraktım ve 28 yaşındayken dedim ki “Bizim aileye yapılan kötülüklerin intikamını alacağım.” Ama nasıl bir intikam… Başarının intikamı. ‘Öyle önemli işler yapacağım, öyle hizmetler vereceğim ki, bu ülke için vazgeçilmez olacağım…’ Böylelikle insanların kafasında bir soru işareti yaratmak da istedim: Biz bunlara bu kadar kötülük yapıp çoğunu kaçırdığımıza göre, acaba kaç tane İshak Alaton olabilirdi de olmadı?

Almanya bunu sordu değil mi?
Bravo. 1945’ten sonra sordular; Almanya’da kaç tane daha Itzhak Pearlman veya Yehudi Menuhin veya Rostropovic daha olabilirdi de olmadı? Olamadı çünkü öldürüldüler. Türkiye’de de ben bunu sordurmak istiyorum. Bu kadar Ermeni’yi ifna ettik, bu kadar Rum’u kovduk, bu kadar Yahudi’yi korkuttuk, kaçtılar… Böylelikle kaç cevher kaybetti bu topraklar diye devletin, rejimin hiç aklına geliyor mu acaba?

Rejimin gayrimüslim politikası, sadece imparator artığı olmanın kompleksiyle açıklanabilir mi?
Hayır. Bu işin bir sorumlusu belli: Selanikli Yahudi dönmeleri! Çünkü en şiddetli ıttihatçılar onların içinden çıktı. Munis Tekinalp mesela. Türkleştirme ve diğer Türk olmayanları ifna etme felsefesini yazan bu adam. Yani gayrimüslimlere karşı bu muamelenin proje mimarı bir Yahudi. Bundan büyük rezillik olur mu?!

Türk toplumunun hoşgörüsüne Yahudilerle münasebetleri kanıt gösterilir. 1492’deki ıspanya’dan kurtarılanlar, Nazi Almanyası’ndan kaçan Yahudilere kucak açılması… Bunlar doğru örnekler mi?

Kısmen. 1492’de padişahın tekneleri ıspanya’ya göndermesinin gerisinde oradaki bilgili insanları ve belki yanlarında taşıyacakları malları Osmanlı’ya katma fikri var. Ki çok akıllıca. Alman asıllı Yahudilerin gelişi de yine çok akıllı bir Atatürk öngörüsünün eseridir. Çünkü Türkiye’nin oradaki bilgiye ihtiyacı var, üniversiteleri dökülüyor. Al Almanya’dan hazır beyinleri, üniversiteleri adam et. Harika bir hediye. Evet bunların neticesinde Yahudilerin hayatları kurtuldu, müteşekkiriz ama ardındaki motivasyon hep aynıydı: Olgunlaşmış zenginlikleri bu topraklara getirmek. O nedenle bu örnekler tam olarak hoşgörü göstergesi değildir. Zaten hoşgörü kelimesini de hiç sevmem. Ne demek bu yani? Beni tolere ediyorsun, öyle mi… Ne çirkin, ne felaket kelime. Reddediyorum.

Geçen hafta TESEV’e yazdığınız mektupta “Ermeni meselesiyle yüzleşelim, artık saygınlık istiyorum” dediniz. Ne var aklınızda?
Bu ülkede ruhları hastalanmış birçok insan var, örneklerle hepsinden biraz bahsettik. Tek bir tedavi vardır: Geçmişi samimiyetle ve açıklıkla tartışmak, masada içini dökmek. Ermeni olayında artık bu noktadayız. şimdi Açık Toplum olarak bir kampanya düzenleyeceğiz.

Nasıl bir kampanya?
Dünyada özür dileyen ülkeleri anlatacağız. Mesela Alman milleti adına Willy Brandt’ın Polonya’da diz çökmesi… Veya Rusya’nın Katin’de 40 bin Polonyalı subayın katledilmesiyle ilgili özrü… Avustralya’da Aborjinlere, İsveç’te Samilere yapılanlardan sonra devletlerin takındığı tavır… Bak 1979’da buraya Antony Quinn gelmişti, tam o dönemde Midnight Express filmi ortadaydı. Quinn şöyle demişti: “Amerikan sineması Amerikan politikalarını enine boyuna eleştiren filmler yapar. Ama siz hep kendinize övgü düzüyorsunuz. Halbuki siz filmlerinizle özeleştiri yapmış olsanız, Midnight Express çekilmezdi, çekilse bile rağbet görmezdi.” Budur. Önce bir aynaya bakıp, sakatlıklarımızı görmemiz lazım. Ama bu yerleşmemiş, yerleşen şey dışlamak, hatayı görmemek.

Yerleşmek dediniz de… Cumhurbaşkanı, Hrant Dink davasıyla ilgili iyi niyetli bir şeyler söylemeye çalışırken; ‘Herkes hukuk önünde eşittir, yabancılar bile’ deyiveriyor.
Bu bana yaşadığım enteresan bir hadiseyi hatırlattı. 15 yıl kadar önce Resmi Gazete’de çıkan bir kanunu gazeteciler getirip göstermişti. Kanun potansiyel sabotörleri sıralamış çünkü o zamanlar birkaç sabotaj olmuştu ve bu kanun onlara karşı alınacak tedbirleri içeriyordu. Potansiyel sabotörler listesi şöyleydi: Yabancı misyon üyeleri, konsolosluklarda çalışan Türk personel, turistler ve son madde; yerli yabancılar. Parantez içinde T.C. vatandaşı olanlar dahil! Gazeteciler de bana bu maddenin kime hitap ettiğini anlayamadık diye geldiler.

Siz ne dediniz?
“Galiba beni tarif ediyorlar, kim yazdıysa ayıp etmiş” dedim. O günün adalet bakanına “İshak Alaton böyle dedi” diyor gazeteciler. Bunun üstüne Bakan, “İshak Bey kendisini suçlu ve yabancı görüyorsa, nedenini ona sormak lazım” deyiveriyor. Ben de şöyle cevap vermiştim: “Bu gibi fikirler, Atatürk’ün bahçesinde çiçek değil, olsa olsa ayrık otu olur.” Niye böyle demiştim… Çünkü bu yasayı hazırlayan bakanımızın soyadı Çiçek’ti. Cemil Çiçek… Sonra ben Aydın Aybar’la birlikte kurduğumuz Hukuk Vakfı olarak bu yasaya dava açtım ve kazandık. O madde yasadan silindi. Ama bu zihniyetle tek tek mücadeleyle olmuyor. Yıllar önce doğudaki belediyelerin büyük bölümünü Kürt partisi alınca bir bakan “Düşman Ermenistan’la bir oldu, hududa dayandı” dedi. Hem Kürtleri hem Ermenileri düşman görüyor.

Geçen hafta Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nda anti-semitizm başlıklı bir konuşma yaptınız ve anti-semitizm yok dediniz. Yok mu?

Yok demedim. “Rejim çok uğraştı ama günlük hayatta anti-semitizmi yaratamadı” dedim. Rejim 90 yıl boyunca zenofobik (yabancı düşmanlığı) ve antisemitik (Yahudi düşmanlığı) oldu. Ben böyle deyince bir soru geldi; “Araştırmalara göre toplumun yüzde 60’ı Yahudi komşu istemiyor, bu nasıl iş”… Bana göre yüzde 60 hiç Yahudi’yle temas etmediği ve rejim onu gayrimüslimlere karşı endoktrine ettiği için böyle düşünüyor. Koskoca Türkiye’de 21 bin 500 Yahudi kalmışız, 19 bin 500’ü İstanbul’da, 2 bini İzmir’de… Bir zamanlar 300 bindik. şimdi bizi görmüyor ve tanımıyorlar. Sebep bu bence. Neyi hatırladım, bak… Varlık Vergisi nedeniyle evimize haciz gelmek üzereydi. Annem kemanını kurtarmak istiyor. Çareyi, yukarıdaki Müslüman komşumuza bırakmakta buldu. Memurlar gittikten birkaç gün sonra keman yepyeni bir kutuda, akorları yapılmış bir şekilde döndü bizim evimize. Ben bu hikâyeyi kalbime yakın tutuyorum.