Yargıtay 9. Ceza Dairesi "Devrimci Karargah" davası diye bilinen yargılama ile ilgili 24.12.2014 tarihinde verdiği karar ile hukuk tarihimize kara bir sayfa daha eklemiştir.

Cumhuriyet tarihimizde yargının halleri hiç 'ak' olmamıştır: 1938 'Harp Okulu Olayı' ve 'Nazım Hikmet Davası', 'Dersim Yargılamaları' -ki Seyit Rıza’yı idam etmek için 70 yaşını geçtiği halde yaşını küçültmüşlerdir  ve yine 12 Eylül'de de Erdal Eren'in yaşı büyültülerek idam edilmiştir-, 1971 Askeri Darbesi'nin sıkıyönetim yargılamaları -ki prototip bir örnek verelim; aralarında İHD İstanbul Şubesi'nin ilk başkanı Emil Galip Sandalcı'nın da bulunduğu bir çok aydın ve demokrata karşı açılan 'hayali uçak kaçırma' ve AKM’ye sabotaj uyduruk davaları-, 12 Eylül yargılamaları, Kürt halkının politikacılarına karşı açılan binlerce davalar zinciri,... vs.

HUKUK CİNAYETİ

Cumhuriyet'in ilk yıllarının ırkçı ve şoven adalet bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt'un, "Hukukçuların Görevi Devleti Korumaktır" düşüncesi hem militer milliyetçi-Kemalist yargı faaliyetinde, hem Cemaatçi kökten dinci yargı faaliyetinde, hem de hangi iktidar olursa olsun iktidara egemen olan partinin yandaşı olan yargı faaliyetinde temel anlayış olmuştur. Kürt halkına ve farklı etnik topluluklara, azınlıklara düşman olan Mahmut Esat Bozkurt'a göre; "hukukçular, hukukun evrensel kurallarını değil, devletin çıkarlarını savunmalıdır". Kuşkusuz bu anlayış pratikte; 'devletin çıkarı eşit iktidarın çıkarına', 'iktidarın çıkarı eşit egemen parti çıkarına' dönüşmüştür. Böylelikle ortaya bazen 'Dolarların gölgesindeki adalet', bazen 'silahların gölgesindeki adalet', bazen de 'kökten dinci hurafelerin gölgesindeki adalet' egemen olmuştur. Hele hele buna SYNT, OHAL dönemlerinin DGM, ÖYM, TMK ile Yetkili Mahkemelerin temel anayasası, 'düşmanla savaş hukuku'nun kuralları da egemen olunca, ortaya yargı cinayetleri ve hukuk cinayetleri çıkmıştır. Cinayet sadece insan öldürmek, hayvan öldürmek, ağaç kesmek, çiçek tepelemekle olmaz. Eğer yargılama faaliyetinde adaletin tesisi için ‘olmazsa olmaz kuralları’ olan sanık haklarını, ceza yargılaması hukukunun insanlığın yüzlerce yıllık mücadelesi sonucu kazanılmış altın kurallarını çiğnerseniz, yani ‘majestelerinin adaleti’ni yaratırsanız o zaman da cinayet işlenmiş olunur. Bunun adı da hukuk cinayetidir. Çünkü bu işaret ettiğimiz kurallar adaletin, hukukun can hücreleridir. Bu can hücrelerini çiğnerseniz, insanların adalete güven için ekmek, su gibi ihtiyaç duyduğu kurallar -yani İngiliz Lord’lar Kamarasının bir kararındaki tabirle ‘Altın iplikler’-, siyah kömür tellerine dönüşür. Bu tür bir hukuk anlayışında mahkeme, mahkeme olmaktan çıkar. Kararlar ve işlemler artık idari birim faaliyetine dönüşür. Yargı faaliyeti, statükoya muhalif olanları ötekileştirmeye dönük, misyonerlik faaliyetine dönüşmüş olur. Yargı adına mevcut iktidara karşı olanlar için, mevcut iktidardan da öte statükoya karşı olanlar için; adli tehcir, adli getto yaratma ameliyesi yargı faaliyeti diye takdim edilir. Yargılanan insanlar artık hakları olan özneler değil, üzerlerinde statükonun demir pençesi olan nesneler haline gelmişlerdir. Düşmanla savaş hukukunun teorisyeni Alman hukukçu Gunter Jakobs’un da tabiriyle; "bunlar statükoyla ilişkide güven vermedikleri için artık non-person, unpersondurlar".Yani hakları olan kişi değil, artık düşman kabul edilmesi gereken ve tasfiye edilmeleri gereken nesnelerdir.  Bunlara, evrensel hukuktan beslenen normal yurttaş ceza ve yargılama yasaları ya da fiili değil; zihin taramasını esas alan, yürütmenin ihtiyacına göre düzenlenmiş, varsayımlara dayalı, hayali zihin jimlastiklerini esas alan kurallar uygulanacaktır. Yani ortaya hukuka uygun delilleri içeren davalar değil; iktidarın amacına uygun, statükoya uygun siyasal proje davaları sürülecektir -ki toplum korksun, muhalifler titresin.

Mevlana’ya atfedilen bir söz var. Çok hoştur. "En kötü hukuk suçsuzları korkutan hukuktur". İşte bu noktada yargı cinayetleri ya da hukuk cinayetleri, adliye raflarını, koridorlarını, arşiv mahzenlerini dolduracaktır. Adliye kabristanı artık oluşmuştur. Avukatlar, yargılananlar sık sık bu kabristanı ziyaret edip, arşivlerden ölmemek için direnen canlı hücreler arayacaktır.

Beccaire, "işkencelerin en kötüsü yasalar eliyle yapılan işkencelerdir" demişti yüzlerce yıl önce. Adalet 'tek dişi kalmış canavar'a dönüşünce; halkların hak arama özgürlüğünün temsilcisi, yargı faaliyetinde iktidar erklerine karşı halkı temsil eden avukatlar artık savcı ve yargıçlara haykıracaklardır. Yine Mevlana’ya atfedilen bir sözle; "kulağınız duyduğunu anlayan, gören göz olsun". Bu sözleri, Yargıtay da dahil, tüm duruşmalarda hep söyledik. Ne var ki kulağı göz olan çok az yargıç ve savcılara rastladık.

ÜÇLÜ TORBANIN SAC AYAĞI: 'DEVRİMCİ KARARGAH'

Gelelim esas konumuza. Herkesin bildiği gibi AKP'nin özellikle kalfalığının son iki yılı ile sözde 'ustalık' dönemi, hukuk tarihine torba soruşturmalar ve yargılamalar çağı olarak geçecektir. Ergenekon davaları ile milliyetçi militer kesimler için araya ilgisi olmayanlar da sokularak bir torba yapıldı. Bu kesimlerin insanlık dışı suçlarına dokunulmadan, AK partinin rövanşist hesaplarıyla, hukuk ihlalleriyle yargılamalar sürdürüldü. KCK davalarıyla da meşru ve yasal Kürt Özgürlük Hareketi boğulmak, minimalize edilmek istendi. Binlerce Kürt siyasetçi, bir kısmı da vahşice zincirlere bağlanarak, siyasal bir komut ile hücrelere tıkıldı.

Geriye iktidarın avı olarak Türkiye solu kalmıştı. Bu da kolayca torbalaştı. Devrimci Karargah soruşturmasına, bırakın organik aidiyet bağını; çalışma tarzı, anlayış, siyasal mücadele yöntemleri açısından dahi hiç örtüşmeyen, ama tek ortak yönleri Kürt Özgürlük Hareketi'ne omuzdaş olmak olan 7-8 sosyalist değişik grup, parti, dergi, platformlar dahil edildi. Böylelikle üçlü torbanın sac ayağı oluşmuş oldu. Diğer torba soruşturma ve yargılamalarda olduğu gibi bunda da yasanın şart koştuğu, suç teşkil eden fiil aranmadı; zihin taraması yapıldı, düşünce baz alındı ve sosyalizm düşmanlığı esastı. Varsayım yöntemleriyle Aziz Nesin’lik sözde deliller, suçlamalar üretildi. Bilgi kirliliği yaratmak için, dezenformasyon üretmek için de egemenler arası çelişkinin yeni kurbanı, geçmişin işkenceci emniyet müdürü, düşmanla savaş hukukunun teknik edavatlarının Türkiye ithalatçısı (iletişimin denetlenmesi sistemi) torbaya sokuldu. Bununla da yetinilmedi, duruşmada dahi dinlenmeyen gizli tanık, itirafçı beyanları esas alındı. Bu da yetmedi, dava zehirlendi. Yargılama için yabancı, ayrıksı bir ot olan -yani Prof. Nur Centel’in tabiriyle zehirli bir ot olan- MİT raporu delil olarak dosyaya kondu. İddianame de mütalaada kullanıldı. Neticede hukuk tarihimizin skandal kararlar dizisine bir yenisi daha eklendi. Yargıtay aşamasına geçildiği süreçte özel yetkili ve TMK ile yetkili mahkemeler kaldırıldı; üstelik bizim yıllardır savunmalarımızda belirttiğimiz gerekçelerle. Bu mahkemelerde dürüst yargılanma hakkının, sanık haklarının, suçsuzluk karinesinin, silahların eşitliği ilkesinin çiğnendiği, doğal yargı ilkesine aykırılık oluştuğu saptamaları yasanın gerekçesinde yer aldı. Ne var ki mecliste bir ek geçici maddeyle dosyaların devredildiği doğal mahkemelerde de yargılamaların kaldığı yerden devam etmesi, yani dürüst yargılanma hakkını ihlal eden kaldırılmış mahkemelerin yaptıkları eski işlemlerin geçerli kabul edilmesi, Yargıtay’ın da önündeki dosyaları bitirmesi gibi yasanın gerekçesiyle de çelişen anti-demokratik bir hüküm eklendi. Israrla mahkemeleri bu ek hükmün Anayasa’nın eşitlik ilkesine, insan haklarına dayalı hukuk devleti ilkesine, dürüst yargılanma hakkını teminat altına alan ilkesine, doğa yargı ilkesine ve AİHS’in 6 ve 14. maddelerine aykırı olduğunu belirterek, Anayasa’ya aykırı olduğundan dolayı iptali için dosyaların Anayasa Mahkemesine gönderilmesini talep ettik. Nihayet çok değerli İstanbul 3. Ağır Ceza Mahkemesi yargıçları taleplerimizi ciddi bularak üç değişik dava dosyasını belirttiğimiz açıdan Anayasa Mahkemesi'ne taşıdılar.

3 Aralık’taki Yargıtay 9. Ceza Dairesi'ndeki savunmamızda da yerel mahkeme kararının dayanağının hukuk dışı olduğunu, MİT raporunun gölgesinde verildiğini, duruşmada dahi dinlenmeyen gizli tanık beyanlarının esas alındığını, hukuki değil, siyasi ve idari bir karar olduğunu belirttik. Esas olarak da yukarıda belirttiğimiz geçici ek maddenin Anayasa’ya aykırı olduğunu, 9. Ceza Dairesi'nin ya dosyanın bütünlüğü açısından kararı bozarak doğal yargı önüne göndermesini, ya da Anayasa maddesinin ek geçici madde ile ilgili iptal istemimize ilişkin kararını beklemesini talep ettik. Ne yazık ki  9. Ceza Dairesi acelesi varmış gibi, 70 bin sayfalık, 60 küsur klasörlük dosyayı 3 haftada inceleyerek yine hukuk tarihimizin kara sayfalarına bir prototip kara sayfa daha ekledi. Yerel yargıya ışık olacak, hak ve özgürlükleri geliştirecek bir karar yerine, bir hukuk cinayeti daha adliye kabristanına havale edildi. 9. Ceza Dairesi kararında hukuka aykırı sözde delilleri usule uygun görüyor, duruşmada dahi dinlenmeyen gizli tanık beyanlarını delil olarak kabul ediyor. İddianamede kullanılan, mütalaada kullanılan ve dosyadan çıkartılmayan MİT raporunu kararda etkili görmüyor. Oysa Anayasa Mahkemesi'nden bu  rapor ile ilgili MİT hakkında ihlal kararı aldık. Üstelik bu kararda Anayasa mahkemesi MİT raporunun dava dosyasında kullanılamayacağı saptamasını yaptı. Daha sonra da aynı konuda İdare Mahkemesi de aynı yönde bir karar verdi. Bu kararları da ibraz etmemize rağmen 9. Ceza Dairesi MİT raporunun dosyada muhafaza edilmesini olağan görüyor. Hukuken bir rahatsızlık duymuyor. Ek geçici maddenin Anayasa’ya aykırılık talebini de ciddi bulmuyor. Yani yasa ile hükmen yok haline gelen eski işleri de 9. Ceza Dairesi geçerli kabul ediyor. Oysa artık usul hükümleri dahi doktrinde maddi bir hukuk olarak kabul edilmektedir. Hukuk bilginleri Eren ve Kunter'de de böyledir. Bir de ne trajik bir çelişkidir ki aynı sözde delillerin geçersizliği ile 9 sanık için verilen mahkumiyet esastan bozulurken, aynı partinin bazı üyeleri ve bazı dergi yazarları için aynı sözde delilleri 9. Ceza Dairesi geçerli kabul ederek mahkumiyeti onaylıyor.

Çetin Altan’ın her zaman kullandığım çok sevdiğim sözü maalesef her zamankiden daha çok geçerli bu dönemde: "Hukuk guguk olmuş".

Biz, Özgürlükçü Demokrat Hukukçular, kuşkusuz hukuk cinayetlerine boyun eğmeyeceğiz. Hak, eşitlik, paylaşımcı adalet, zorbalığa karşı vicdan mücadelemiz devam edecek. Bu dava açısından da önce Anayasa mahkemesine gideceğiz, olmadı AİHM’e revan olacağız. Bakalım kim haklı, göreceğiz. Hukuk cinayetlerinin son bulması için tüm hukuk bilgimizi ve becerimizi göstereceğiz. Kuşkusuz bu bir sistem meselesi; ama yine de karıncanın çukur doldurması gibi bizim de özgürlükçü kazanımlarımız olacak.

Geçmişin çok ünlü Avrupalı avukatlarından birisi bir siyasi davada yaptığı savunmada şu tarihsel sözleri söylemişti: "Önünüze iki şeyi koyuyorum; biri gerçeği, diğeri kafamı. Önce gerçeği dinleyin, sonra kafamı alabilirsiniz." Son iki yılda iki kez Marsilya yakınındaki Montpellieri şehrine o şehrin barosunun davetlisi olarak gittim. Şirin bir şehir. Montpellier barosunun insan hakları komisyonu başkanı sevgili Sofia bana şehri gezdirirken, ana caddede 18. yüzyılın ünlü hatip ve ütopik sosyalisti avukat Jean Jaures’in heykel anıtını gördüm. Çok duygulandım. Yıllar önce onun ‘Seçmeler’ diye çevrilen kitabını okumuştum. Acı acı düşündüm; bizde burjuva hukukunun dahi zerresi yok. Fransa yıllarca önce giyotinle idam ettiği avukat Jean Jaures için gün geliyor, şehrin orta yerinde anıt dikerek özür diliyor. Sofia’ya Jean Jaures’in hayatını ve mücadelesini anlattım. Şaşırdı. Bizden daha iyi biliyorsun dedi. Söylemek istediğim şu ki bizde de istisnasız tüm iktidarlar avukat düşmanlığıyla, intikamcı adalet, vahşi adalet politikaları üretiyorlar.

Yolumuz uzun. Özgürlükler mücadelesi ucu bucağı belirsiz bir maraton. Nefesimiz yettiğince koşacağız. 'Hukuk cinayetleri son buluncaya kadar bize rahat yok!' diyeceğiz.