Hayatımda ilk defa kadınlar plajına, lisedeyken gitmiştim. O zamanlar Moda’da Bomonti’nin hemen dibinde, şimdi park olan yerde sanırım plaj vardı. Tahta perdelerle çevriliydi. Atların, haralarda kaldığı küçük odacıklar gibi yan yana dizilmiş kabinler vardı. Denizin kıyıya yakın bir kısmını -artık kadınların ne kadar uzağa gidebileceğini kestirdikleri bir mesafeyi- halatlarla sınır yapıp çevirmişlerdi. Orada, kadınlar evlerinin balkonunda leğene su doldurmuş gibi denize banarlardı kendilerini.

Bir kere gittim, duygusu böyle kalmış bende.

Kadınlar hamamına gider gibi...

Kız lisesinde okuyordum zaten...

Bir grup kızdık, gidip teftiş edelim dedik, bizim devamımız olan yeri.

Kadınlar, sütyen kilot, kabinlerin önünde sıraya girmişti.

Nasılsa, kadın kadınaydılar. Yanlarında bizim gibi eğlenen oğullarını getirmişlerdi. Ergen oğlanlar, annelerini kadın başına dışarıda yalnız bırakmadıklarının bir simgesi, babalarının küçük modeli gibi duruyor bir yandan etrafı kesiyorlardı. Biz de cümleten onları kesiyorduk.

Arada o küçük halatla sınırları çizilmiş denizin çalkantısını temizlemeye bir kayıkçı geliyordu. Genç oğlan -ben doktor sayılırım hanımlar- kafasındaydı, kadınların attığı çer çöpü denizden topluyor, usulca çekiliyordu, sınırdan dışarıya.

Manzaraya dahil olan herkes neşeliydi.

İstanbul’un orta yeri, denizin kenarı, kadınlar, kızlar, oğlanlar, su...

Moda’yı bilen bilir 30 sene önce öyle denizin kenarında ağaç falan yok. Bu kadınlar plajı diye insan eliyle çizilmiş alanın tam tepesinde Bomonti denen bir kafeterya vardı. Erkekler oraya konuşlanır, ellerine dürbünlerini alır, kadınların çamaşırlarının, mayolarının beden numaralarını okumaya çalışırlardı.

Çünkü durdukları yerden dürbün mesafesi bunu gerektirirdi.

Kadınlar bunu bilirdi. Şimdiki Kadınyanı dergisi okumak gibi bir şeydi. Yaşanıyordu sadece.

Kayseri’de oğlumla havuza gitmek istemiştim, mevsimin en sıcak bir gününde. Önce Kayseri’de kapalı yüzme havuzu olduğu için çok sevinmiştim. Vay be demiştim, seni önyargılı kadın, bak adamların havuzu var, bir de kadınlar gününe denk geldim. Ne şanslıyım.

Beş yaşındaki oğlumla kapıya gelince, görevli demişti ki, olmaz giremezsiniz, bugün kadınlar günü. Ama o beş yaşında demiştim. Olmaz demişti. Erkeklere yasak. Neyse, sonunda nasıl bir cinnet geçirip oğlumu içeri soktum hatırlamıyorum. Bilinçaltımın bir yerinde yüzüyordur herhalde o durum.

İçeri girdiğimizde, hatunlar güzelcene mayolarını giymişlerdi. Herkes hurra suya atladı. Hava gerçekten sıcaktı. Biz, oğlumla kapıda gerginlik yaşamıştık. Suçluluk hissediyordum, çünkü oğlum annesinin öyle saldırgan hallerinden hoşlanmazdı. Neyse işte kendimi unuttum, onu eğlendirme çabasında suya odaklamaya çalışıyorum. O da ilk defa erkek olduğunu o gün hissetti belki garibim, bilmiyorum. İnat etti, ben girmeyeceğim bu suya dedi. Dedim oğlum neden girmiyorsun bak, bu abi ne güzel yüzüyor. Adam da onunla ilgileniyor, yüzdürmeye hevesli, ama oğlum nuh dedi peygamber demedi. Kendisinden başka orada başka bir erkeğin olmasına bozuldu belki, bilmiyorum suya girmedi.

Biz de bir süre etraftaki acayiplikleri seyrettik.

Kadın gününde, kadınlara yüzme hocalığı yapan erkekti. Koca Kayseri’de kadın hoca yok mu? Sormadım tabi. Ama kadınlar hayatlarından memnundu. Öyle yüzerken tutunmak için tahtaları falan yoktu. Makarna falan da getirmemişler yanlarında. Hocanın boynuna asılıp yüzüyorlardı.

Tüm bunları neden anlattım, çünkü travma, nesilden nesile geçen histir bilgisine tutuldum. Takılı kaldım.

Çocukların yaşadığı travmalar, kadınların yaşadıkları, bir ulusun travması.

Bireylerin kişisel tarihi, kavramların tarihi, siyasi partilerin kişisel tarihi.

Her oluşum, kendi süreci içinde serüvenini tamamlayıp; ya yok olur ya da başka bir gelişimin tohumunu oluşturur.

Dünya’nın ateşten bir top olduğu dönemlerden bugüne, kadın kavramını düşündüğüm zaman, neden kadının adını bu kadar çok duyduğumuzu anlıyorum.

Dünya’nın kişisel tarihinde, bu kadın figürü kırılma yaşamış ve erkekler bir adım öne geçmişler. Kadınlar, kendilerini rölantiye almışlar.

Bu döneme kadar beklemişler neler olacak diye. Savaşlar, açlık, kıtlık, katliamlar olmuş.

Şimdi kadın bilinci yeniden dünyanın gidişatını eline almaya karar verdi.

Bu mevsimlerin değişmesi, buzul çağının bitmesi, avcı- toplayıcılıktan, yerleşik düzene geçmek kadar doğal bir şey.

Ve erkekler direniyorlar. Bunu iç güdüleriyle yapıyorlar.

Kadınların bir araya gelip kendilerini iyileştirmek için kurdukları düzeni bozuyorlar.

O kadar kendilerinden eminler ki üst başlığı kadın grubu olan bir oluşumun başına geçmeyi hiç sefil bir durum olarak görmüyorlar.

“Sen artık regl olmayacaksın, sana regl olmayı yasaklıyorum. Bundan sonra ben regl olacağım. Hatta o kadar beceriksizsin ki bu kadar işimin arasında çocuk da yapıcam ulan!” gibi insan zekasına aykırı bir durum bu.

Ama bitişler böyledir. Mantığı yoktur.

Çünkü iktidar her konuda körlük yaratır.

Doğal sürecin, hayatın akışının önünde hiçbir duruşun yeri yoktur. Hayat her şeyi önüne katar, istediğine dönüştürür.

Sen bilerek, isteyerek yaptığının yanılgısına düşersin sadece.

Kadınlar yüzyıllık travmalarının etkisinden kurtulup önce kendilerinin şifacısı sonra dünyanın iyileştiricisi olacaklar.

Bunun başka bir yolu yok.

Amin Maoulof, “Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl” romanında şeyden bahseder, kadın nüfusunun, nasıl bilinçli olarak eksiltilmeye çalışıldığından. Bunun için tüm yaptırım güçleri el birliği ile erkek çocuk Dünya’ya gelmesi için kendi meşreplerince çaba harcarlar. Roman bunu anlatır.

Yazar, İnsan karakterlerini hayvanlarla eşleştirir. Bunu bir biyoloğun gözüyle yapar.

Bok böceğinden bahseder.

Ölümsüzlükten.

Hani şu filmlerde gördüğümüz firavunların mezarlarından çıkan kutsal böceklerden.

Romanın adı, bana hep dokunmuştur.

Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl.

Ve erkekler ölümsüz olmak için kadınlara ihtiyaç duyarlar. Çünkü onlar doğurur, erkek çocuklarını. Ama bir türlü doğaları gereği, arzularını doğru düzgün anlatmayı beceremezler. Bu da onların makus kaderi olsa gerek.

Ve hayat olması gerektiği gibi devam eder.

Burada bireye düşen görev, farkında olmak ve biriktirdiği kelimeleri meşrebince kullanarak, hatırlatmaktır.

Güzel günler de görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.