Issız vahamda, ruhun kollarıma düştü. Ölmüştün çoktan, kalan hınçtı, öçtü. Kalemimden damlayanlar dışında derman bulamadım yarana, yetmedi. Bilgece söyleyip, bencilce keyiflenen; güzel bakıp, çirkin dokunan, ne kahramanlar, ne canavarlar çıktı, ne varsa akıttı, ne geldiyse büyüttü. Sıcaktı, serinletti; ne zordu, karşımdayken, bu mesafe...

Uzadıkça daralan, şeffaflaştıkça gizlenenim. Açıldıkça kapanan, zefir estiğinde kararsızlaşan, ışık eşliğinde kararan ve sarıldıkça yaralanan. Bir insan değil, bir varlıktım ben. Kuşattım diye teninin altını ve üstünü, korkutan. Acıdan kuleler yaptım, kesif hislerinden rakkaseler oynattım, neşenle meşk ettim, üzüntünle telaşlandım. Umudunda boğuldum ve sonra garip gerçeklerinle çeliştim...

Söküp aldığın kalbimi tutan ellerin ipekten mi, demirden mi? Sisler ardında, pusuda salındığım, kanla kırbaçla dövündüğüm, sabah demeden akşam demeden özlediğim o yüz, hayalden mi? Bastığın taştan daha yüksek olamaz bu ruh, öldüyse ve katiliysen, o taş da kabrin bilinsin. Adaletle tanınsın. Kıyamete dek yansın.

Taziye yeri şimdi vaham. Vadilerinde dinlediğim nice mesel, yas tutmakta. Biraz yağmur, biraz et parçası, biraz çamur. Toprak ayaklarımla, rüzgâr saçlarımla oynaşırken, şimdi hazzın ve tenin dizginleri serin bir suya karışmakta. Aşkım gibi nefretim de çoktur, ah, ne çoktur...