Türkiye’nin üyeliğinin 50 yılı aşan uzun bir sürede gerçekleşmemesinin sebebine dair Türkiye tarafındaki genel kamusal hissiyat, İslam-Batı gerilimini küresel politika süreçlerinin merkezine koyan 11 Eylül saldırılarının ardından dini farklılık olduğu yönünde güçlenmiş durumda. Söz konusu dönem öncesinde daha çok Türkiye’nin üyelik kriterlerini karşılamadığı, mevcut ekonomik-siyasi yapısıyla hâlihazırda üye olamayacağı düşünülürken; 2000’li yıllarda Türkiye’nin gerçekleştirdiği kısmi reformlara rağmen üyeliğe alınmaması ve Türkiye karşıtı merkez-sağ politikacıların tutumu, Türkiye’nin Müslüman kimliği nedeniyle hiçbir zaman üye olamayacağı fikrini kamuoyunda güçlendirdi. Öyle ki, 1970’lerdeki iktisadi açıdan yaklaşan ‘Onlar ortak, biz pazar’ söyleminin yerini, kimlikler üzerinden yaklaşan ‘Hıristiyanlar kulübü’ söylemi aldı. 2008 krizi sonrasında da Avrupa’nın küçülmesine karşılık Türkiye’deki büyüme nedeniyle AB’ye ihtiyaç duyulmadığı hissiyatıyla Neo-Osmanlıcı heyecanlara kapılmış durumda.

 

Türkiye’nin Müslüman olduğu için üyeliğe alınmayacağı iddiası, kendisine, Batı’nın oryantalist yaklaşımını ve artan İslamofobiyi dayanak kılarken, oksidentalizmin (garbiyatçılık), kendine oryantalizmin (self-orientalism) ve/ya içe kapanmacı ulusalcılığın sınırları dışında kalma yetisini göstermek konusunda başarılı sayılmaz.

 

Geniş bir akademik literatürün yanı sıra tarihi deneyimler, kültür ile zihniyetler ve kurumsal yapılanmalar arasında keskin, yapışkan bir ilişki olmadığını vurgular. Başka bir ifadeyle, aynı zihniyet kategorisinde (idealist/metafizik, rölativist/liberal, otoriter veya demokrat) farklı kültürlerin bulunması ve aynı zamanda aynı kültürel grup içinde farklı zihniyetlerin bulunması mümkündür. Dolayısıyla her kültür kendisini farklı zihniyetlere ve kurumsal yapılanmalara adapte etme imkanına sahiptir. Bu, o kültüre ait topluluğun farklı bir zihniyete geçmesiyle, kültürlerini ve kendilerini yeniden kurmaları, tanımlamalarıyla mümkündür.

 

Öte yandan Hıristiyanlık Avrupalı kimliğinin şimdiye kadarki kritik bileşenlerinden biri olsa da ilkesel kurucu unsuru değil. Dolayısıyla AB Türkiye’den kültürünü değiştirme ve AB kültürel değerlerine benzetme yönünde bir adaptasyon süreci talep etmiyor. Aksine kurumsal yapılanmasını ve o yapılanmasının arka temelini oluşturan zihniyetini dönüştürme yönünde bir adaptasyonu üyelik için şart koşmaktadır.

 

Ayrıca eğer iddia edildiği gibi, üyeliğin önündeki engel kültürel farklılık olsaydı ve bu farklılık bu kadar keskin- uzlaşmaz olsaydı, adaylık süreci baştan başlamazdı ve bu kadar uzun sürmezdi. Türkiye’nin gerekli demokratik kurumsal ve zihniyetsel değişimleri gerçekleştirmemekteki direncini göz önüne aldığımızda, Batı’nın oryantalizmden türeyen kibirli tutumunu açıklayıcı faktör, yine dini farklılık değil, mevcut kapitalist zihniyet ve kurumsal tutum ve karşılıklı güç ilişkileridir.

 

Dolayısıyla kültürel farklılık, Avrupalı ve Türkiyeli üyeliğe karşı çıkan aktörler için aslında gerekli kurumsal ve zihniyetsel değişimden kaçışın bahanesidir. Çünkü söz konusu değişim, verili güç dağılımını onların aleyhine değiştirici etkiye sahiptir. Kültür çoğu zaman olduğu üzere bu konuda da, statükoyu devam ettirmek isteyenlerin koruma kalkanı olarak işlev kazanmaktadır.

 

Oysaki kültürler ‘kalkan’ olacak şekilde sabit, değişmez ve katı değildirler; değişken ve akışkandırlar. Bu nedenle herhangi bir zihniyet ve kurumsal yapılanma değişimi önünde keskin bir engel teşkil etmek gibi bir kapasiteleri yoktur. Dolayısıyla Türkiye AB üyesi olduğu takdirde, Doğu-Batı arasındaki ötekilikleri, hiyerarşileri bertaraf ederek ve Avrupa-dışında telakki edilen kültürlerin de demokrat zihniyet ve kurumsal yapılanmalara adapte olabileceğini göstererek dünyaya birlikte yaşamak ve küresel demokrasi konusunda ciddi ve güçlü bir mesaj vermiş olacaktır.