Hayır... Dün T24’ün haberleri arasında yer alan “Dersimliler devletten özür dilesin” kapağı ile yayımlanan, “Dersimliler üzülmesin, onlar da dedelerinin yanına gidecek” mealindeki yazıyla Dersim tartışmalarına katkı sunan(!) o karanlık yayın değil benim derdim. Birkaç hafta önceki sayısının kapağında, cesetlerine ip bağlanarak sürüklenmiş iki Kürt gerillayı, kapısında “Vatan Bütündür, Bölünmez” yazılı binanın önündeki Atatürk büstünün altında yerde yatarken gösteren korkunç fotoğrafı “İşte Özlenen Fotoğraf” başlığıyla kapak yapan Türk Solu’ndan söz etmeyeceğim. Atatürk, Deniz Gezmiş ve Che Guevara üçlüsünden 344 sayıdır vazgeçmeyen, kendini sol geleneğe bağlayan; Atatürkçü, solcu, devrimci geçinen; arkasında kimler vardır, neyin aracıdır, her satırı nefret suçuyla doluyken kimler tarafından korunur, desteklenir, en azından bencileyin dışardan kişilerce bilinmeyen Türk Solu, beni Türkiye solunun hal-i pür melali açısından ilgilendiriyor.

 

Derginin gedikli yazar kadrosu arasında çoğu bir zamanlar Cumhuriyet gazetesi yazarı ve ulusalcı kesimin idolleri olan anlı şanlı Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, bir zamanların solcu tarihçisi Türkkaya Ataöv’ün yanında (bu adları derginin sürekli yazar kadrosunda yer aldıkları, ya da uzunca süre yer almış oldukları için zikrediyorum) tanınmış sanatçılar, yazarlar, siyasetçiler var. Adlarını dergiden bağımsız olarak saysam, yanlış ama yaygın sol kamuoyu algısıyla CHP tabanının ve hatta tavanının kayda değer bölümünün, laik Kemalist kesimlerin, Ergenekon’dan, Balyoz’dan yargılanan emekli generallerin, Atatürkçü Düşünce Dernekleri çevrelerinin, bir zamanların Cumhuriyet mitingleri kotarıcılarının (katılımcıları demiyorum) kendilerine yakın buldukları, teşriki mesai yaptıkları; sorulsa, Atatürkçü, solcu, devrimci diye niteleyecekleri, öyle olduklarına da inandıkları adlar. Onlar Atatürk’ten başka lider, cumhuriyetten başka devrim tanımayan, asılmasında payları olan Deniz Gezmiş’e, Che’ye hayran, kendilerini bu kahramanlarla özdeşleştiren kişiler. Ve işte özledikleri tablo, amaçladıkları Türkiye, savundukları görüşlerin özeti, yukarda alıntıladığım iki dergi kapağında gizli. Onları kendi yazıları bağlar, dergi kapağı değil, diye itiraz edebilirsiniz. Ancak hem yazdıkları yazılar bu suç kokan kapakların biraz daha kibarcası ve akıllıcası, hem de durumları lağım çukuruna düşen kişinin kurtulmayı çalışmak yerine, pisliğe alışıp orada yüzmeye başlamasına benziyor.

 

Bir süredir. Türk Sosyalizminin Eleştirisi başlıklı bir derleme için istenen yazıyı yazmaya çabalıyorum. Konuya, klişe değerlendirmelerle yetinmeyip, tarihimize ve kaynaklara dönüp sübjektif yargılardan ve duygusallıktan arınmaya çalışarak yaklaşmayı deneyince, kendi içinizde de pek çok tabuyu kırmanız gerekiyor. Eğer benim gibi soldan/sosyalizmden geliyorsanız ve insanlığın hâlâ Marksizmin ve sosyalizmin özünde varolan eşitlikçi, adil, barışçı bir dünya tasavvurundan daha ileri bir tasavvur geliştiremediğini¸ kapitalizm aşılmadıkça bu sistemin Marksçı eleştirisinin özünü koruyacağını düşünüyorsanız, solu sorgulamak ve sosyalizmle yüzleşmek kendi kimliğinizle de yüzleşmek oluyor. Ayrıca, sola ve sosyalizme karşı, bu kavramları itibarsızlaştıran “sol” adına bir özür borcunuz olduğunu hissediyorsunuz.

 

Şu günlerde Türkiye’de sol ve sosyalizm konusunda giderek yaygınlaşan tartışmalar, tartışmaların gazete sütunlarına, televizyon ekranlarına taşınması rastlantı değil. Demokratikleşme, Kürt sorununun çözümü, tarihimizle yüzleşme, dış siyasal ilişkiler, bölge siyaseti, daha iyi bir dünya arayışları, en önemlisi de mevcut iktidara alternatif olabilecek, en azından toplumda yankı bulup güçlü bir muhalefet oluşturabilecek bir hareketin yaratılması gibi hayati sorunlar, bir yanıyla Türkiye solunun bugünkü trajik durumuyla bire bir ilişkili.

 

EŞYAYI ADIYLA ANMAK

 

Şu günlerde solcu sanılan, daha doğrusu kendilerine solcu, hatta sosyalist diyen kimi kişi ve cevrelerin eylem ve söylemlerine bakınca, İdris Küçükömer’in 1970’lerdeki “Türkiye’de bugün sol sağdır, sağ da soldur” değerlendirmesi önem kazanıyor. Gerçekten de hepsi aynı potaya konup sol olarak nitelenen örgütlerin, çevrelerin, zihniyetlerin bir bölümü (yukarda Türk Solu adlı yayın ve onun yazarları örneğinde, CHP’nin zavallı durumunda, solculuğu, sosyalistliği, devrimciliği hatta komünistliği lafta kimselere bırakmayan marjinal çevre ve partilerin düşünce ve eylemlerinde görüldüğü gibi) solumuza soğan sağımıza sarımsak asmamızı gerektirecek kadar solun değerlerinden uzak. Lafı gevelemeden söyleyecek olursam: etnik ve/veya siyasal ulusalcı (milliyetçi), devletçi, seçkinci, vesayetçi, izolasyonist (kendi içine kapanmacı), tek tipçi (asimilasyonist) bir zihniyetin 21. yüzyıl Türkiyesi’nde sol sayılması; sol genelde devrimcilikle özdeşleştirildiği için de kendini devrimci sayması durumuyla karşı karşıyayız.

 

Sol denince: eşitlikçi, insanların refahını gözeten, emek-sermaye çelişkisinde emekten yana taraf olan, muktedirlerin baskı ve zulmüne karşı ezilenlerin haklarını ve özgürlüklerini savunan, böyle olduğu için de kurulu düzeni değiştirmeyi hedefleyen düşünce ve pratikler anlaşılır. Evrimci sosyal demokrasiden sosyalist sola, halkçı-popülist soldan Marksizme, özgürlükçü soldan proletarya diktatörlüğüne, Leninist uygulamaya, silahlı mücadeleden darbeciliğe kadar, kavramın içini çeşitli model ve yöntemlerle doldurabilirsiniz. Hangi sol? sorusu tam da bu yüzden anlamlının da ötesinde, zorunludur. Ancak ne yaparsanız yapın sol torbasına sokamayacağınız iki şey vardır: 1-Değişimin önünde durmak; statükonun, düzenin korunması ve savunulması; 2- ırk, din, dil, kültür farklılıklarını yok etmek için halklara karşı zor kullanmak.

 

Tarih boyunca devrim ve sol adına işlenen suçlara, devrimci (!) amaçlarla insanları telef eden ve özgürlükleri kısıtlayan böylece solun ilkelerini inkârla kendi sonlarını da hazırlayan uygulamalara rağmen, solun teorik özü değişmemiştir.

 

BİZİM SOLUN KADERİ

 

Peki Türkiye’de, solun, hele de sosyalist solun olmazsa olmazlarının reddiyesi bir düşünce ve ruh hali nasıl sol sayılmakta, kendini sol olarak adlandırmaktadır? Bu sorunun cevabını Türk ulus-devletinin kuruluş sürecinde aramamız gerekiyor diye düşünüyorum.

 

Ne İttihatçılar ne de Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’in kurucu kadroları kendilerini solcu olarak tanımladılar. Dahası, 1920’lerde 30’larda sosyalistler-komünistler üzerindeki ağır baskılarla solu, sosyalistleri sindirdiler, yasadışına ittiler. Sol urbası, Kemalizme ve devlet partisi CHP’ye daha sonra giydirildi. Çünkü Türkiye solunun ana damarı sayabileceğimiz akımlar, sosyalist solun ağırlıklı kesimleri de dahil, gerek o zamanlar gerekse sonraları, Kemalizm olarak adlandırılabilecek Türk modernleşmesi projesinin ana fikir ve doğrultusunu paylaşıyorlardı. İttihat ve Terakki çizgisinden gelip Cumhuriyet’in kuruluşuna varan süreç (sünni) Türk ulus-devletinin Batı modernleşme projesi doğrultusunda inşaıydı. Ulus-devlet kuruluşunun motoru olan ulusal burjuvazinin ve dayanağı olan milletin yeterince gelişmediği bir tarihsel ortamda, onların görevlerini Cumhuriyet devriminin asker-sivil seçkinleri, bürokratik oligarşi yüklendi. Kendini devletin sahibi ve gelişmemiş halkın vasisi saydı. Bu geç kalmış modernleşme projesinin ayrılmaz parçası olan ekonomik kalkınmacılık devletçilikle sağlanmaya çalışılırken o dönemlerde Türkiye’nin yanıbaşındaki Sovyetler Birliği’nde uygulanmakta olan Leninist modernleşme projesinden de ilham alıyordu. 60’lar sonrasında sosyalist sol bile Marksizmi büyük insanlık ve gelecek tasavvuruyla, yeni bir dünya yaratma hayaliyle değil, 1917 devrimi ve Leninizm imbiğinden geçmiş bir kalkınma modeli olarak kavrayıp benimsedi.

 

Öte yandan ulus-devletin gücünün ve güvenliğinin kaya gibi mütecanis bir milletle sağlanabileceği fikriyle Anadolu toprakları üzerinde yaşayan farklı etnik grupların, halkların, dillerin, inançların sünni Türk potasında eritilmesi, erimeye direndiklerinde de ezilip yok edilmeleri yoluna gidildi. Modern (çağdaş,Batılı) ulus-devlet projesi, “cahil, ilkel, hurafelerin elinde oyuncak yerli halkı” çağdaşlaştırmayı, medenileştirerek (!) projeye katmayı hedefliyordu. Son günlerde çok tartıştığımız Dersim olayının özü özeti budur aslında.

 

Kökleri ulusal bağımsızlıkçı Kurtuluş Savaşı’na ve Cumhuriyet’in kuruluş dönemine uzanan, zihniyet dünyası o dönemin izlerini taşıyan, ulus-devlet kuruluşunun ideolojisi kadar pratiklerini de tevarüs eden Türkiye solunun ana damarı kuruluştaki modele uygun olarak ulusalcı, devletçi, vesayetçi, tepeden inmeci, otoriter, Batıcı modernist, kalkınmacı oldu. 1960’lar sonrasında gelişen sosyalist düşünce ve siyasetlerin bir bölümü bu çizgiden bağımsızlaşmaya, toplumdaki değişimi görerek kurucu ideolojiyi aşmaya çabaladılarsa da, ana akım olamadılar. Ulusalcılığın ve devletçiliğin sol sanılması, geleneksel bürokratik elitin vesayetinin kimi zaman gerekli sayılması, halkın uygarlaştırılacak, aydınlatılacak bilinçsiz kitle olarak kavranması ulusalcı devletçi solun kuruluş ideolojisinden tevarüs ettiği değerler olarak kaldı.  Kitlelerin gözünde ceberrut devletin ve modernitenin taşıyıcısı olarak görülen böyle bir sol, yaş haddinden olmasa bile tarihî miadını doldurup malulen emekli oldu.

 

AKP’ye alternatifsizlikten şikayet edilirken, Dersim katliamının hesabını sormak AKP’ye kalmış ya da bırakılmışken, yıllardır sürüp giden bir savaşta onbinlerce insanımızı kaybetmişken ve daha çok kan akacağa benzerken, demokratik, özgürlükçü gelişme umutları giderek gerilerken, neoliberal-İslamcı muhafazakâr AKP dipten gelen değişim dalgalarını ve dünyadaki değişimi bizim geleneksel soldan çok daha iyi kavrayıp kendi iktidar ve çıkarları uğruna biçimlendirirken, kör dövüşü yerine bütün bunlar üzerinde düşünmemiz, tarihi günahlarımızla hesaplaşıp, yüzyıllık papağan ezberlerimizi aşıp  21. yüzyılın insani, vicdani, özgürlükçü solunu hayal ve inşa etmemiz gerekmiyor mu?

 

Türk Solu dergisine yazar ve abone olma seçeneği de var tabii...