Neoliberal muhafazakar plebisiter diktatörlük şiddet içermeyen meşru ve haklı tüm demokratik gösterileri Toma ile bastırmaya çalışırken, bir yandan da vahşi kapitalizmin yarattığı yoksullukların ve fundamentalist ahlakın neden olduğu ‘suç’ tiplerindeki ağırlaştırılmış müebbet ve müebbet hapis yaptırımlarının infazını ağırlaştırarak önlemeye çalışıyor. Mala ve mülkiyete karşı suçların cezalarını neredeyse iki katına çıkartmak istiyor. Meclis gündemindeki yeni yargı paketi çareyi ağır cezada gören antidemokratik düzenlemelerle dolu.

Soma maden ocağı katliamı nedeniyle doğal olarak söz konusu paket gözden kaçmak üzere. Aralarında Ermenistan, Zambia, Zimbabwe, Bosna Hersek gibi ülkelerin de bulunduğu 28 ülkenin imzaladığı 1995 tarihli 176 nolu İLO ‘Madenlerde Güvenlik ve Sağlık’ sözleşmesini imzalamayan iktidar suçunu, Soma’da gerçekleri haykıranlara Toma ile saldırarak örtbas etmeye çalışıyor. 11 Yıllık AK Parti iktidarında sadece kadına yönelik cinayetlerde, çocuklara yönelik şiddet ve istismarda artış değil, iş kazalarında da yoğun artışlar yaşandı. İlgili sendikalar ve kurumların raporlarına göre ölümlü maden kazalarında Türkiye dünyada birinci geliyor. 2010 itibariyle madenlerde iş kazalarında Türkiye’de ölüm oranı %4,41, Çin’de %1,27, ABD’de %0,2. AKP iktidarında Türkiye’de 880.000 iş kazası olmuş. Bu kazalarda 13.442 işçi yaşamını yitirmiş.

Başbakan toplumla dalga geçercesine 2014 Türkiye’sini 1860’lar İngiltere’si ve 1906-1907 dünyasıyla mukayese ederek sorunu fitrat ve kadere bağlayarak sorumluluktan kaçmak istiyor. Söz konusu şirket TKİ’nin taşeronu olduğuna göre hükümet ve diğer devlet birimleri de sadece denetimsizlikten değil birçok açıdan asli sorumlu. Şu anda yürütülen soruşturma güven vermiyor. Göstermelik gibi. Özellikle siyasi içerikli soruşturmalarda en önemsiz fiillerde dahi, en ağır suç tipinden ‘olası kast’ yorumuyla soruşturmayı gelenek haline getiren savcılar, 300’ü aşkın işçinin öldürüldüğü bir olayda ‘taksirle ölüme sebebiyet vermek’ten soruşturma başlatarak toplumla adeta dalga geçiliyor.

Gelelim esas irdelemek istediğimiz yargı paketine;

Pakette, zindan mantığının yaygınlaştırılmasının yanı sıra hak arama yollarını daraltan düzenlemelerde var. Şöyle ki;

Mevcut yasal uygulamada savcıların takipsizlik kararlarına itirazı ağır ceza mahkemelerince incelenirken, yeni tasarı ile takipsizlik kararlarına itiraz mercii Sulh Ceza Hakimliği oluyor. Zaten mevcut uygulamada dahi özellikle kolluk suçlarına ilişkin suç duyurularında, itiraz kurumu görevini hakkıyla yerine getirmezken, yeni tasarı ile itirazın reddi daha da kolaylaştırılıyor.

Yine idari yargıda; okuldan atılma cezası dışındaki cezalara karşı öğrenciler, Danıştay’a gidemeyecek. Bölge idare mahkemesi kararları kesin olacak. Daire Başkanları dışındaki memurların atama, nakil, görevden alınma halinde de Danıştay yolu kapanıyor.

Yeni tasarı ile Ceza Yasasının ‘Mal Varlığına Karşı İşlenen Suçlar’ bölümünde de değişiklik yapılarak, özünde yoksulluğun, işsizliğin, paylaşımda adaletsizliğin neden olduğu; kapkaç, yankesicilik, konuttan hırsızlık suç tiplerinde cezalar neredeyse iki kat arttırılıyor. Mülkiyet korumacılığı ağır ceza tehdidiyle derinleşiyor.

Uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanmaya iki yıldan beş yıla kadar ceza yaptırımı getiriliyor. Bugün dünyada ceza hukukunun geldiği aşamada, uyuşturucu kullanmak suç olmaktan genel olarak çıkarılmış ve tedavi sorunu haline gelmişken, sadece imal ve ticaret cezalandırılırken, kullanmaya ceza verilmesi cezada ortaçağ anlayışının bizde katı bir şekilde devam ettiğinin göstergesidir.

Cezayı savunan mevcut burjuva ceza hukukuna göre dahi ceza, sosyal yaşamın çekilebilir bir hale getirilmesinde yararlanabilecek en son araçtır. Çünkü ‘suç’ yaratmak ve ceza vermek, dolayısıyla da temel hak hürriyetleri, başka hukuk dallarında görülmeyecek bir şekilde kısmak demektir. Devletin asli görevi her fırsatta ceza hukukuna başvurmak değil sosyal düzeni temel hak ve hürriyetleri ölçüsüz bir şekilde kısmaksızın sağlamaktır. AK Parti iktidarı burjuva hukukunun bu alfabetik kuralını da ayaklar altına alıyor.

Tasarıda cinsel dokunulmazlığa karşı ‘suçlarda’ da mevcut cezalar iki katına kadar arttırılıyor. Oysa tüm bilimsel ve kriminolojik araştırmalar bu tür ‘suç’ tiplerinde çarenin tedavi, eğitim hele hele ekonomik koşulların düzeltilerek yoksulluğa karşı mücadele olduğunu, paylaşımcı ve dağıtımcı adaletin zorunlu olduğunu gösterdiği halde mevcut iktidar çareyi ağır cezalarda, hukukun mezarlığına gömülmüş idam cezası gibi artık çağ dışı olduğu AHİM kararlarında dahi tartışılan müebbet hapis cezalarının infazını arttırmakta görüyor.

Yeni paketle ‘Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Kanununda’ da değişiklik yapılarak cinsel saldırılarda infaz 2/3’den 3/4 ‘e, ağırlaştırılmış müebbetlerde infaz 39 yıla, müebbetlerde ise 33 yıla çıkarılıyor. Sosyal ve siyasal, ekonomik problemleri demokratik ve paylaşımcı-dağıtıcı adalet yollarıyla çözmek istemeyen iktidar, problemleri Toma, yasaklar, taşeronluklar ve ağır cezalarla çözmek istiyor.

‘Suçlar’ bilimi suçların kökeninin toplumsal olduğunu kuşkuya yer vermeyecek şekilde saptamıştır. ‘Suç’ kabul edilen eylemler kökünü toplum düzeninden alır. Ünlü ceza hukukçusu Alfieri; ‘Suçu toplum hazırlar birey işler’ sözüyle bunu güzel açıklar. Toplumsal düzendeki bozukluklar, adaletsizlikler, bireyi ‘suç’ denen toplumsal düzen karşıtlığına itmektedir. Geleneksel ceza hukuku anlayışını değiştirerek, cezanın özünü yadsıyan yeni bir hukuk anlayışına ihtiyaç vardır insan hakları açısından geleneksel ceza hukukunun yerine, ondan daha geniş alanı kapsayan özerk ve bağımsız bir toplumsal savunma hukukunu düşlemek gerekir. Böyle bir yaklaşımda nesnel nitelikteki zarar ya da tehlike ölçütüne dayanan ‘suça’, dolayısıyla ‘suçlu’, ‘sorumluluk ve ceza’ gibi yapay ve yüzeysel kavramlara yer yoktur. Buna karşılık ‘toplumsal düzen yaşamına karşıtlık’ öznel ve bilimsel değerlendirmeye dayanan bir kavramdır. Esas olan toplum yaşamına karşıt bireyin kişiliği çözümlenmeli ona ceza değil, kişiliğine uygun toplumsal savunma önlemleri uygulanmalıdır. Kuşkusuz toplumsal düzeninde transformasyonuyla, değişimiyle. Failin geçmişinden ziyade geleceğine önem veren, cezadaki ezayı içermeyen, insanı odağına alan, güvence, iyileştirme yaptırımları esas olmalıdır.

AHİM kararlarına da yansıdığı gibi bugün dünyanın birçok ülkesinde müebbet hapis cezaları tartışılmakta ve yer yer mevzuattan ayıklanmaktadır. Örneğin Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin müebbet hapis cezalarının sekiz ile on dört yıl arasında gözden geçirilmesi gerektiği yönünde tavsiye kararları vardır. Kaldı ki burada söz konusu olan ölene kadar hapiste değildir. Ölene kadar hapis genel olarak mevzuatlardan silinmiştir. Türkiye’deki polis hukukunun ve cezacı faşizan hukukun akıl hocalarından Prof. Dönmezer dahi ‘ağırlaştırılmış müebbet hapis’ yaptırımını ölüm cezasına benzeterek eleştirmiş ve fail hakkında ölüm cezası verilmesi gibi uygulamaya neden olacağını savunmuştu. Dönmezer’e göre de bu ceza türü öldürme dışında ölüm cezasını yürürlükte tutma dışında başka bir şey değildir (Dönmezer ‘Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı hakkındaki Kanun Ön Tasarısının Temel Niteliği ve Kapsamı’, Galatasaray Üniversitesi Dergisi, 2/2002, İst. 7).

AHİM’in Öcalan/Türkiye Mart 2014 kararında olsun, AHİM Einhorn/Fr 2001, Leger/Fr 2006, Kafkaris/Kıbrıs 2008, Vinter/Birleşik Kırallık 2013 kararlarında da müebbet hapis cezalarının infazının zaman zaman gözden geçirilmesi gerektiği, ‘salıverilmeyi umut etme hakının’ ihlal edilmemesi gerektiği, bu ihlalin insan onuruyla bağdaşmayacağı ve zaman zaman gözden geçirilme olmaz ise sözleşmenin ‘işkence ve onur kırıcı muamele yasağını’ düzenleyen AHİS 3. maddenin ihlali anlamına geleceğini, cezada amacın topluma yeniden kazandırmak olduğunu vurgulayan kararları vardır. Keza Alman Federal Anayasa Mahkemesi de (1977), yine İtalyan Anayasa Mahkemesi de (2014) kararlarıyla benzer vurgulamayı yapmışlardır.

Kaldı ki özgürlükçü ve hümanist hukuk anlayışıyla cezada kesin hükmede karşı çıkmak gerekir.

Bu arada değişik bir vurgu. Türkiye Barolar Birliği Balyoz Davası ile ilgili dokuz akademisyene bir rapor hazırlatarak söz konusu davayla ilgili yargılamanın ‘dürüst yargılanma hakkının’ ihlaliyle sonuçlandırıldığını açıklamış. TBB bu duyarlılığı çifte standart davranmadan, ideolojik ayrımcılık yapmadan diğer önemli davalar için de göstermeli, örneğin Hrant Dink davası, KCK, Zirve ve benzeri davalar. Aksi halde objektifliğine ve inandırıcılığına gölge düşmesinden kurtulamaz.

Askeri vesayetin yerine MİT ve polis vesayetini yerleştiren neoliberal muhafazakar plebisiter diktatörlüğe karşı yılmadan özgürlükleri savunmalıyız.