Yargısız infazlar, gözaltında kayıplar, işkencede ölümler, kara pusular... Bunlar, milliyetçi ideolojiden yola çıkarak millet yaratmak isteyen tüm devletlerde sık sık başvurulan insanlığa karşı işlenmiş suçlardır. Cumhuriyet tarihinin hemen hemen tüm süreçlerinde bu suçlar işlendi, işlenmeye de devam ediyor. Mustafa Suphi’leri, Sabahattin Ali’leri, Seyit Rıza’ları, Şeyh Sait’leri, Veda Aydın’ları, Metin Can’ları ve daha nicelerini nasıl unuturuz?

Sadece 12 Eylül faşist darbe sürecinde 414 kuşkulu ölüm, 171 işkencede ölüm, 299 cezaevinde ölüm gerçekleşti; 16 ölüm 'dur ihtarına uyulmaması' gerekçe gösterilerek yaşandı ve 95 kişi çatışmada öldü. Devlet cinayetleri yaşandı. 73 kişiye 'doğal ölüm raporu' verildi. 43 kişi için 'gözaltında intihar vakası' dendi. 50 idam cinayeti işlendi. Kürt sorununun inkar ve zulüm politikalarıyla unutturulmak istendiği yıllarda; Kürt, sol ve Alevi birçok insanımız gözaltında kaybedildi. 1990’lı yıllarda neredeyse her gün kayıp haberleri geliyordu.

CUMARTESİ ANNELERİ: ZORLA KAYBEDİLMEYE KARŞI İNSANLIK ÇIĞLIĞI

Irkçı-şoven devletler gözaltında kayıplarla tüm toplumu korku bataklığına düşürmek istediler. Kaybedilerek öldürülmek toplum psikolojisini militer yöntemlerle üretirler. Dünyanın her yerinde olduğu gibi kadınlar bu insanlık suçuna karşı 27 Mayıs 1995’de Galatasaray’da cumhuriyet tarihinin en uzun süreli hak arayış eylemini tabiri caizse sivil itaatsizliğini, zorla kaybedilmeye karşı insanlık çığlığını başlattılar. Talepler insani ve gayet net taleplerdi; a- Bir daha kimse gözaltında kaybolmasın, b- kayıpların akıbeti açıklansın, c- kaybedenler ve emir verenler yargılansın.

Bir nevi savaş yılları olan 1990’lı yıllarda bugünkü gibi polis şiddeti had safhadaydı. 15.08.1998’de 170. haftada devlet cumartesi annelerine saldırdı. Gözaltılara, yerlerde sürüklenmelerine rağmen cumartesi kadınları inatla nezarethanelerde dahi kayıplar için oturmaya devam etti. 200. haftada ara verilmek zorunda kalındı. Her şeye rağmen bu insanlığa karşı suç belli ölçüde teşhir edilmiş, iktidarların kara yüzü açığa çıkmıştı. Ne yazık ki ailelerin büyük çoğunluğu kayıpların akıbetini öğrenme şansına kavuşamadı. Katiller ve emir verenler ise yargı önüne bilinçli olarak çıkartılmadı. Bu suça dönemin iktidar ortağı olan ‘Sosyal Demokrat’ iddialı parti de ortak oldu. Söz konusu parti adına insan haklarından sorumlu olan bakan -bizim de konuşmacı olarak katıldığımız bir panelde- ‘devlet insan kaybetmez’ diyebildi. Hasan Ocak’ın kaybı sürecinde cumartesi kadınları iktidar ortağı olan söz konusu o partinin il binasına gidip duyarlı olunmadığı için topluca oturdular. Şimdi meclis başkan vekili olan, tüm sol inançlarını yitirerek AKP’ye yelken açan, o tarihlerde parti il sekreteri olan politikacı İHD’yi arayarak duyarsızlığının utanç verici feryatlarını dile getirdi.

Cumartesi direnişçileri Ergenekon yargılamaları ile birlikte yargılamanın 12 Eylül dönemi ve 90’lara uzanma umudunun hayal edildiği günlerde 31.01.2009’da tekrar oturmaya başladılar. Adalet feryadı yükseldikçe yükseldi. Arjantin’in mücadeleci kadınları cumartesi kadınlarıyla dayanışmak için İstanbul’a geldiler. O yıllarda İHD ‘BM yasal olmayan keyfi ve toplu infazların etkili olarak önlenmesi ve soruşturulmasına dair ilkeleri’ broşür olarak basıp binlerce adet dağıtarak gündeme taşıdı. 1985/33 sayılı karar ile BM İnsan  Hakları Komisyonu işkenceye ilişkin sorunları araştırmak üzere özel bir raportör atanmasını uygun buldu. Özel raportörün görev alanı BM’ye üye bütün devletleri ve gözlemci statüsünde bulunan tüm devletleri kapsıyordu. Bireyin bedensel ve ruhsal bütünlüğünün korunması amacıyla hükümetler nezdinde girişimde bulunmak görevi özel raportöre verildi. Özel raportör BM insan hakları komisyonuna şu önerilerde bulundu; "Incommunicado (görüşmesiz gözaltılar ) yasa dışı ilan edilmeli. Gözaltına alınan herkes zaman kaybetmeden, gözaltına alınma işleminin yasallığı hakkında karar alacak ve bir avukata görüşme hakkını tanıyacak yetkili bir yargıç önüne çıkartılmalı". Ayrıca gözaltına alınan herkesin doktor tarafından muayene edilmesi, gözaltında ölüm meydana geldiğinde otopsinin ailenin bir temsilcisi huzurunda yapılması, gözaltı ve tutuklama yerlerinin dışarıdan gelen uzmanlar tarafından sürekli denetlenmesi karar altına alındı.

BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi'nin 1989/65 sayılı kararına ek önlem olarak 20 temel ilke kabul edildi. Bu ilkelerden bazılarına özet olarak bakalım;

1- Hükümetler yasalarla, her türlü yasal olmayan keyfi ve toplu infazları yasak etmeli ve kendi ceza yasalarında bu tür infazların suç sayıldığını ve ihlallerin ciddiyetini göz önünde bulunduran uygun cezalarla cezalandırılmasını sağlamalıdır. Savaş durumları, savaş tehdidi, iç siyasi istikrarsızlığı ya da başka kamu zaruretleri bu tür infazlar için gerekçe sayılamaz.

2- Bu tür infazları önlemek için hükümetler resmi görevliler üzerinde kesin bir emir/komuta zinciri çerçevesinde sıkı bir denetim sağlamalıdır.

3- Üst rütbelilerin ve amirlerin bu tür infazlar için yetki vermeleri yasaklanmalıdır. Herkes bu tür emirlere uymama hakkına ve sorumluluğuna sahiptir. Yasa uygulayıcıları bu yönde eğitilmelidir.

4- Ölümle tehdit dahil bu tür ihlallere uğrama tehlikesinde olanların yargısal veya başka amaçlarla etkili olarak korunmaları güvence altına alınmalıdır.

5- Hiç kimse yasal olmayan keyfi veya toplu infazlara kurban gidilebilir endişesini uyandıran bir ülkeye iradesi dışında gönderilmemeli veya iade edilmemelidir.

6- Tutuklular resmi olarak kabul edilen tutukevlerinde kalmalı; yakınlarına, avukatlarına sevklerde dahil tutukevi ve yer hakkında doğru bilgiler verilmelidir.

7- Tıbbi personel, yetkili müfettişler ya da buna eşdeğer bağımsız yetkililer düzenli olarak gözaltı ve tutuklama yerlerini denetlemeli, önceden haber vermeksizin denetleme yetkileri olmalıdır. Bu kişilerin bağımsız çalışabilmesi için sınırsız güvenceleri olmalı, hapsedilmiş kişilerle her yerde sınırsız görüşebilmeli ve bu kişiler hakkında tutulan her belgeyi görebilmelidirler.

8- Bu tür infazları önlemek için uluslararası mekanizmalar kurulmalıdır. Bu tür infazların beklenildiği ülkelerin hükümetleri de dahil olmak üzere her hükümet bu konuda yapılan uluslararası soruşturmalara eksiksiz olarak katkıda bulunmalıdır.

9- Doğal olmayan ölümlerde derhal dikkatli ve tarafsız soruşturma yürütülmelidir. Bunun için soruşturma büroları hazır bulundurulmalıdır. Doğal ölüm, kaza sonucu ölüm, intihar ve cinayet arasında ayrımlar ortaya çıkartılmalıdır.

10- Soruşturmacılar gereken her türlü bilgi alma hakkına sahip olmalıdır. Gerekli bütçe ve teknik olanaklar ile donanmalı, bu tür suçları işleyen resmi görevlileri ve tanıkları ifade için zorla getirtebilmelidir.

11- Uzmanlıkta yetersizlik ve tarafsızlıkta şüphe varsa, mağdurların şikayeti sonucu hükümetler bağımsız soruşturma komiteleri kurmalıdır. Bu kurumlar güç veya kişiden bağımsız olmalıdır.

12- Adli kurum uzmanı patolog bir hekim tarafından uygun bir otopsi yapılıncaya kadar ölenin cesedi gömülmemelidir. Gömüldükten sonra bir soruşturma yapılması gerekli görülürse derhal ve uygun bir şekilde mezardan çıkartılmalı, iskelet parçaları özenle çıkartılmalı ve sistemli antropolojik tekniklerle incelenmelidir.

13- Otopsi raporunda işkence belirtileri de dahil olmak üzere ölende görülen tüm yaralar tarif edilmelidir.

14- Otopsi yapanlar olayla ilgili olabilecek kişi, örgüt ve birimlerden bağımsız çalışmalı ve tarafsız olabilmelidir.

15-Mağdurlar, tanıklar ve soruşturmayı yürütenler ile aileleri; şiddet tehditlerinden ve her türlü sindirme hareketlerinden korunmalıdır.

16- Ölenin ailesi ve yasal temsilcileri soruşturmanın her safhasından haberdar edilmeli, kovuşturmaya katılmalıdırlar. Aile otopside yetkin bir temsilci bulundurmalıdır.

17- Soruşturmanın yöntem ve saptamaları hakkında uygun bir zaman içinde ayrıntılı bir rapor hazırlanmalıdır.

18- Hükümetler suçluları ya yargılamalı ya da onları yargılamak isteyen başka ülkelere iade etmek için katkıda bulunmalıdırlar. Bu ilke,ihlal edenlerin veya kurbanların kim ve nerede ve hangi uyruktan olduklarına ve ihlalin nerede meydana geldiğine bakılmaksızın uygulanmalıdır.

19- Bu tür suçlarda asla üst rütbelilerin ve amirlerin emri gerekçe olamaz. Emir veren üst rütbelilerin ve amirlerin bu suçlardan dolayı yargılanmama dokunulmazlığı olamaz.

20- Kurbanların ailelerine ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere uygun bir zaman içinde adil ve uygun bir tazminat verilmelidir.

Türkiye’de iktidarlar bu ilkeleri sürekli ihlal etmiştir ve ihlal etmeye de devam etmektedir. Bu tür suçlar açısından sicili kabarık olan iktidarlar bu ilkeleri ihlal ettikleri gibi, ‘Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme‘sini de hala imzalamamışlardır. 20 Aralık 2006 tarihinde BM genel kurulu tarafından kabul edilen ve 7 Şubat 2007 tarihinde imzaya açılan sözleşme 23 Aralık 2010 tarihinde yürürlüğe girdi. 19 Nisan 2011 itibariyle 88 devletin imzaladığı, 25 devletin taraf olduğu sözleşmeyi Türkiye maalesef henüz imzalamamıştır.

'GÜVENLİK PAKETİ': PLEBİSİTER DİKTATÖRLÜK TAMAMLANIYOR

Yeni ‘Güvenlik Paketi’yle de keyfi ve yargısız infazların artacağı, polisin ateş etme yetkisinin genişletilmesiyle gözaltında kayıpların ve yargısız infazların tekrar gündeme oturacağı, 90’lı yıllardan da daha kötü bir döneme girileceği bir gerçekliktir. Yer darlığı nedeniyle söz konusu paketle ilgili ana noktalara değineceğiz. Mevcut paket ceza kanununda, CMK’da, İller İdaresi Kanununda, PVSK’da faşizan değişiklikler getirmektedir. Tasarıda savcının izni olmadan vali veya yardımcısının emriyle polise 24 saat gözaltı yetkisi verilmekte, gözaltı süresi 4 güne çıkarılmakta, mahkeme kararı olmadan önleyici gözaltı ve önleyici arama yetkisi polise verilmektedir. Şu anda yasalarda da mevcut olan önleyici aramanın sınırları genişletilmekte, konut, işyerleri, araç içi de arama kapsamına alınmaktadır.  21 Şubat'ta arama için ‘somut delillere dayalı kuvvetli şüphe’ düzenlemesi yapılmışken şimdi tekrar keyfi aramaları yaygınlaştıracak ‘makul şüphe’ yeterliliği şartına dönülmektedir. Tasarıya göre işkence, yargısız infaz yapan kolluk, görevini istismar eden kolluk hakkında savcı soruşturma açamayacak ancak mülki amir izin verirse soruşturma açılabilecektir. Yine tasarı ile soruşturma aşamasında müdafiinin dosya incelemesi önlenmektedir. Dikkat edilirse 1995 ve 2001’deki anayasa değişikliklerinde düzenlenmiş olan kazanımlar bu paketle yok edilmektedir. Oysa hak ve özgürlükler alanında kazanımların gerisine düşen düzenleme yapılamaz. Geriye götürülemezlik sadece gelişken bir ilke değil normatif değeri olan bir kuraldır. Üstelik paketle zaten PVSK’da iki durumda var olan ihtar etmeksizin ve duraksamaksızın kolluğun ateş etme yetkisine yeni bir durum eklenerek daha da genişletilmektedir. Etkinliklerde maske takıldığında, molotof ve havai fişek söz konusu olduğunda kolluk derhal ateş edebilecektir. Yeni düzenlemeyle havai fişek ve molotof silah kabul edilmekte, maske suç aleti olarak düzenlenmektedir. TCK’da mala zarar verme, görevi yaptırmamak için direnme, tehlikeli madde bulundurma, genel güvenliğin tehlikeye sokulması suç tiplerinde cezalar neredeyse iki katına çıkartılmaktadır. Kesin hüküm dahi beklenmeden mal varlığına el koyma düzenlemesi getirilmekte, mallara zararda tazmin için şahsı rücu getirilmektedir. Söz konusu suç tipleri anayasal nizama aykırı suçlar kapsamına alınmakta, katolog suç kavramı içinde telakki edilerek tutuklama zorunluluğu getirilmektedir. Önleyici gözaltılarda 11 Eylülden sonra Amerika’da olduğu gibi gözaltılar için güvenlik bölgeleri oluşturulmakta, herkesin kişisel verilerinin ve tüm özel bilgilerinin devlet tarafından depo edileceği adeta tüm coğrafyanın şifrelenmesi anlamına gelecek Amerika’daki gibi FBI’ya bağlı enformasyon ofisler gibi birimler oluşturma düzenlenmektedir. İnternet trafiğini engellemek için ‘şiddet çağrısı ve nefret söylemi’ gerekçeleriyle Facebook ve Twitter'ın kapatılması düzenlenmektedir. İstihbari bilgiler, teknik takip ve dinleme ile ilgili alan İçişleri Bakanlığı ve Başbakanlık Teftiş Kurulu'na verilmektedir.

Kısacası bu paketle MİT yasa değişikliği ile istihbarat cumhuriyetine dönüşen rejim, aynı zamanda, ilan edilmemiş sıkıyönetim, kalıcı olağanüstü hal rejimine dönüşmektedir. Böylelikle kaldırıldığı ileri sürülen askeri vesayetin yerine MİT ve polis vesayetini yerleştiren plebisiter diktatörlük tamamlanmış olmaktadır.

RAFA KALDIRILAN HAKLAR

Bu paketle Anayasa  2. Madde'de vurgulanan 'demokratik hukuk devleti ilkesi', 'temel hak ve hürriyetlerin dokunulmazlığı ilkesi', 19. Madde'de vurgulanan 'kişi özgürlüğü ve güvenliği maddesi', 26. Madde'de teminat altına alınan 'düşünceyi açıklama hürriyeti', 34. Madde'de teminat altına alınan 'toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı', keza AİHS 2. Madde'de teminat altına alınan 'yaşam hakkı', 3. Madde'de teminat altına alınan 'işkence ve kötü muamele yasağı', 5. Madde'de teminat altına alınan 'kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı', 10. Madde'de teminat altına alınan 'ifade özgürlüğü hakkı', 11. Madde de teminat altına alınan 'toplantı ve örgütlenme özgürlüğü' rafa kaldırılmış olmaktadır.

Yapılmak istenen düzenleme Türkiye’nin onayladığı ve harfiyen uymaya söz verdiği ulusal-üstü insan hakları hukukunun tüm temel bağıtlarına aykırıdır. Bu paket aynı zamanda dillerin ve halkların hak eşitliği temelinde Kürt sorununda kalıcı bir barışın tesis edilmesine de büyük darbe vuracak bir pakettir.

Özet olarak izah ettiğimiz 'kalıcı sıkıyönetim yasa tasarısı'na karşı 'Gerçek güvenlik, herkes için en geniş ve kalıcı özgürlük' bilinciyle 500. haftada Cumartesi saat 12:00'de Galatasaray Meydanı'ndan olacağız.