İletişim Yayınları tarafından yayımlanan ‘1937-1938 Yılları Arasında Basında Dersim’ kitabında Taha Baran, dönemin medyasını inceliyor.

AGOS gazetesinden Emre Can Dağlıoğlu, Ocak 1937 ile Ocak 1938 tarihleri arasında çıkan 11 gazeteyi inceleyen Baran’la dönemin basının katliamları ele alışını, meşrulaştırma yöntemlerini ve bugünün medyasını konuştu.

agos.com.tr sitesinde yayınlanan söyleşi şöyle:

Devletin Dersim Katliamı sırasında bölgeye bakışını nasıl niteleyebiliriz?

Devletin Dersim’e bakışını ben bir söylem biçimi şeklinde ele almaktayım. Bu söylem, Dersim’i medeni olmayan, garip, yabancı ve tuhaf olarak görüyor. Dönem içerisinde siyasal ve kamusal alanda Dersim’in medenileşmesinin gerekli olduğu söylemi doğal bir hakikat şeklinde temsil ediliyor. Bu bakış, otoritenin Dersim’de gerçekleştirdiği, baskı ve zor unsurlarını içeren, dönüştürücü eylemlerini pozitif olarak yorumlanmasına yol açıyor ve Dersim’de gerçekleştirilen katliamları meşrulaştırıyor. Bir yandan da, Dersim söyleminin “iç düşman” paradigmasıyla oluşturulduğunu unutmamamız gerekir. Çünkü Dersim dili, dini ve kültürel yapısı hem kendi çevresinden, hem de siyasal otoritenin homojen toplum tasavvurundan faklı. Elbette bahsettiğimiz Dersim söylemi bir anda ortaya çıkmamış, uzun yıllar içerisinde oluşmuş.

Cumhuriyet Türkiye’si ile Osmanlı Devleti’nin bu anlamda sürekliliği mevcut. Cumhuriyet dönemi Dersim politikasının bu nedenle üç eksen üzerinden yürüdüğünü söyleyebiliriz: Alevilerin Müslümanlaştırılması, Kürtlerin Türkleştirilmesi ve devlet otoritesinin Dersim’e nüfuz etmesi. Osmanlı’nın Dersim politikasından farklı olarak, Cumhuriyet döneminde fiziki yok etmenin de dahil edildiğini ifade edebiliriz. Fakat bu fiziki yok etme için meşruiyet zemini yaratılması gerektiğinden, hareket öncesinde Dersim’de isyan olduğu söylemi tedavüle sokulduğunu görüyoruz.

Dersim’de bir isyan söz konusu mu peki?

Dersim, bir isyan şeklinde sunulmuş olmasına rağmen olayların ortaya çıkmasından çok öncesinde hazırlanan ayrıntılı müdahale raporları ve toplanan silah miktarı bunun aksini gösteriyor. Olayların isyan şeklinde sunulması için, bir durumun ortaya çıkması beklenmiş, ardından uzun yıllar boyunca yapılan hazırlıklarla Dersim’e saldırı yapılmış. Bahsedilen dönemde nelerin yaşandığını tam olarak bilmiyoruz; raporlar ve belgelere sızmış bilgi kırıntılarıyla yaşanılanların mahiyetini anlamaya çalışıyoruz. Mesela Genelkurmay Başkanlığı Harp Dairesi tarafından yayımlanan ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar’ adlı kitapta, Dersim olayları esnasında 17 günde yapılan tarama harekâtında, ölü ve diri 7.954 kişinin ele geçirildiğini ve 1.019 silahın toplandığını belirtiliyor. Ölen kişi sayısı ile ele geçirilen silah sayısı arasındaki büyük farklılık, meselenin içeriğini ortaya koyuyor.

Medyadaki haberlerden yola çıkarak, Dersim’in bir ‘kendi kendini sömürgeleştirme’ olarak resmedildiğini söylüyorsunuz. Bunu hangi temele dayandırıyorsunuz?

Sömürgeci akıl, sömürgesi altındaki topluma yaklaşırken o toplumu belirli değerlerden yoksun şekilde ele alır. Böylece sömürgeci kendi konumunu olumlar ve eylemlerini meşrulaştırır. Bu durum sömürü ilişkilerinin sürgit olmasını sağlar ve sömürü düzeninin üstünü iyi niyet peçesiyle örter. Bu sömürü ilişkisinde tartışılmaz bir pozisyon vardır: Medeni olmak zorunludur ve her toplum modern çizgide ilerlemek durumundadır. Eğer siz yaşam formunuzu böyle kurarsanız ve alta yatan bu pozisyonu mutlak doğru olarak alırsanız, varacağınız yer, modern olanlar ve modern olmayanlar şeklindeki ayrım olur. Ve bu form biçimi, modern olanların, modern olmayanları yola getirme, terbiye etme veya medenileştirmesini bir ahlaki zorunluluk olarak kurgular. Dönemin siyasal otoritesi de sömürgeci aklın kullandığı ikilemleri mutlak doğru şeklinde alıyor. Cumhuriyet Türkiye’sinin sömürülen bir devlet olmadan, sömürgeci aklın varsayımlarını içselleştirmiş olmasını ‘kendi kendini sömürgeleştirme’ olarak değerlendiriyorum. Dersim de böyle bir siyasal otorite için; bağımsız, olgun, modern, ilerici, dinamik, hümanist, demokratik, medeni, rasyonel, efendi ve özgür ruhlu olduğunu gösterdiği bir inşa alanı. Zaten sömürgeci aklın en nihayetinde sömürgeci eylemlere dönüşmesi eşyanın tabiatı.

Devletin tüm şiddetiyle Dersim’e saldırdığını biliyoruz, fakat dönemin basını devlet şefkatinden bahsediyor. İnsanların öldürülmesinden bahsederken, şefkatten söz etmek gerçekten inandırıcı mı?

İnandırıcı olup olmadığını ölçmek güç, fakat inandırmak istedikleri açık. Bu sorunun yanıtını dönem medyasının söylemsel yapılarının nasıl işlediğini bilirsek anlayacağımızı düşünüyorum. Basın pratikleri, Dersim olaylarını sunarken yapısal olarak şu dörtlüyü kullanıyor: Siyasal otorite hakkında olumlu şeyleri vurgula, Dersim hakkında olumlu şeyleri vurgulama, siyasal otorite hakkında olumsuz şeyleri vurgulama ve Dersim hakkında olumlu şeyleri vurgulama.

Bu çerçeveden bakıldığında, medya, Dersimlilerin ölümlerini sunarken, ölü sayısını azaltma, ölümlerde siyasal otoritenin sorumluluğunu gizleme, ölümlerin nedenini Dersimlilerin karakterinde bulma ve ölümünün şiddetini çeşitli söylemlerle yumuşatma yollarını seçiyor. Dolayısıyla medyanın Dersim Katliamı gerçeğini kurguladığını görüyoruz. Şefkat içinse basın pratiklerinde durum, siyasal otoritenin pozisyonunu vurgulamaktan başka bir şey değil. Şefkat öğesi olarak mesela iş vermek, öldürmemek, ekmek vermek gibi eylemler kullanılıyor. Şefkat ve ölüm ikilemi, bu yapısal kurguyla sunulduğunda tutarsızlığın böyle uzlaştırılmaya çalışıldığını söyleyebiliriz.

Dersim’deki yoğun Alevilik, basında nasıl yer buluyor kendine?

Alevilik özelinde, medyanın iktidarın dilini benimsemiş olduğunu görüyoruz. Dönemin medya söyleminin Dersim’i tuhaflıklar ve gariplikler diyarı olarak resmetmesi, inanç temsilinde de karşımıza çıkıyor. Fakat daha önemlisi medya metinleri, Aleviliği Müslümanlık dışı olarak gösteriyor. Alevilik ‘Müslümanlık karşıtı’ ve ‘Hıristiyanlığa yakın’ olarak ifade buluyor. Basın pratikleri, Dersimlinin inancını Müslümanlık dışı olarak gösterirken, Dersim’e yapılacak müdahalede ‘cihat’ iması yapıyor ve müdahalenin meşruiyetini sağlamada Müslümanlığı araçsallaştırıyor.

SEYİT RIZA’NIN ERMENİLERLE İŞBİRLİĞİ İÇİNDE OLDUĞU YAZILIYOR’     

Dersim’de 1915 sonrasında kimlik değiştiren Ermeniler olduğunu biliyoruz ve yoğun bir nüfustan bahsedebiliriz. Medyada bu durumu ima eden, Dersim ile Ermenilik bağı kuran bir haber var mı?

Medya metinlerini incelerken Dersim özelinde Ermenilerle ilişkili haberlere üç farklı yerde karşılaştım. Bunlardan biri 28 Haziran 1937 tarihli Akşam, Anadolu ve Kurun gazetelerinde çıkan Horun isminde bir Ermeni’nin yakalanması haberiydi. Bu haber üç gazetede de tek cümleyle verilmiş. Yakalanması için herhangi bir sebep sunulmamış, sadece Ermeni olduğu söylenmiş. Dolayısıyla Ermeni olmanın tutuklanmak için bir neden olabileceği vurgulanıyor.

Diğer iki haber ise Seyit Rıza ile ilgili. Bu haberlerden biri, Kurun gazetesinde çıkmış. Haber, “Seyid Rıza’nın Meşruiyet’ten evvel Ermeni komiteleri ile birlikte çalıştığını” ifade ediyor. Bir diğer yazı ise Haber gazetesinde, “Seyit Rıza’nın çadırında Ermenice kitap” bulunduğu şeklinde çıkmış. Bu haberler, Seyit Rıza’yı Ermeni olarak inşa ediyor veya Ermenilerle işbirliği içerisinde sunuyor. Ayrıca bu haberlerle diğer Sünni Kürt bölgelerinin Dersim’e olası desteğini bu temsiller aracılığıyla kesmek isteniyor. Ermeni kimliği de açıkça bir olumsuzlama amacı olarak kullanılıyor ve kültürel ve etnik önyargıları yeniden üretmektedir.  

‘BUGÜNKÜ MEDYANIN FARKI, ARTIK RIZAYI SAĞLAYAMAZ KONUMDA OLMASI’ 

Kürt bölgesinin veya oradaki olayların resmedilmesinin o dönemdeki basından farkı nelerdir?

Kaba bir tanımla, medya ve iktidarlar kendilerini sürdürebilmek için birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Kürt bölgesinde son dönemde yaşananlar ve bunların medyadaki temsili, cumhuriyet tarihi içerisinde, medyanın Kürt temsili bağlamında, hem bir sürekliliğin hem de bir kopuşun olduğunu gösteriyor. Bu süreklilik, ana akım medya bağlamında, Kürtleri sunarken medyanın Dersim’le ilgili kullandığı dörtlü yapıyla hâlâ devam ediyor.

Kürt bölgesiyle ilgili herhangi bir haberi açıp okuduğunuzda, karşınıza çıkacak şey şudur: Kürtler sunulurken olumsuz haberlerle, devletin baskı kurumlarından olan ordu ve emniyet ise olumlu haberlerle sunulur tam tersi, ordu ve emniyet organlarının olumsuz haberleri görmezden gelinirken, Kürtlerle ilgili olumlu haberler görmezden gelinir. Mesela medya, polis tarafından öldürülen bir çocuğu birkaç kelimeyle geçiştirirken, durak camı kıran Kürtleri günlerce konuşur. Bu yapıların Cumhuriyet Türkiye’sinin her döneminde bir süreklilik içerisinde olduğunu görebiliriz. Tabii ki bugün bir çözüm süreci var, siyasal erkin dili nispeten serinkanlı ve bu durum medya söylemine de yansıyor.

Bugünkü medyanın dönemin medyasından farkı, yeni dönem medyasının artık rızayı sağlayamaz konumda olması. Bunun iki nedeni var. Birincisi ana akım medya, Kürt meselesinde, görece diğer meselelerde- inandırıcılığını yitirdi. Bir diğer neden olarak, Kürtlerin artık kendilerine ait dinamik bir medya ağının olması ve sosyal medyanın genişleyen gücüyle hiçbir şeyin gizli kalamayışı gösterilebilir.

Fotoğraf: BERGE ARABIAN