12 Eylül 1980 darbesinden sonra Diyarbakır Cezaevi'nde yaşanan akıl almaz işkenceler yaklaşık 30 yıl sonra soruşturuluyor. Türkiye tarihinin en karanlık sayfalarından birinin yazıldığı Diyarbakır Cezaevi'ndeki vahşet kitap ve belgesellere konu olduktan sonra sorumlulara hesap sorulacağı umudunu doğuran bir sürece konu oluyor.

Peki Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananları, bir insanlık suçunu ifade etmesine karşın artık Türkiye'de aşınmış bir kelime olan “işkence” anlatmaya yetiyor mu?

Hayır!

Yetmediği için, Diyarbakır Cezaevi vahşetini yaşayanların anlatımlarını hatırlatmak istedik. Aşağıda T24 Genel Yayın Yönetmeni Doğan Akın'ın, darbe ve darbe sonrası kurulan ANAP hükümeti döneminde Diyarbakır Cezaevi'ndeki akıl almaz işkencelerden geçtikten sonra hayatta kalabilenlerin anlatımlarını içeren yazılarını sunuyoruz:

Birbirimizin saçından bok kaçırıyorduk!

Yüzünde çetin geçmiş bir hayatın bulutları dolaşan bir kadın, sabırsız adımlarla yürüyor. Koca bir hayatı kat ederken yakalayamadığı zamanı ilk kez kovalıyor, ama saniyeler ne kadar uzun! Demir kapılar birbiri ardına açılıp kapanırken sadece kendi siperlerine çekilmiş hayatının artık tek meselesi haline gelmiş hedefine doğru ilerliyor. Birazdan, aylardır haber alamadığı oğlunu görecek.

Son kapı ardından kapandığında, menzile ulaştığını anlıyor. Kabine ite kaka getirilen perişan delikanlı, onun çocuğu. Gözlerindeki korkuyu zaptedemeyen oğlu gibi o da gülümsemeye çalışıyor. Hasret şelale, ama sarılmak yok, konuşmak yok. Sadece gözlerde ayaklanabilen bir annelikle, belli ki çok eziyet edilmiş yavrusunun yaralarına bakışlarını sürüyor...

“Görüş” bir dakika kadar sürüyor. Aylarca peşine düştüğü oğlundan tek kelime bile etmeden ayrılıyor.

Çünkü bildiği tek dil orada yasak, birkaç kelime Kürtçe konuşmanın cezası işkence, aşağılama, hakaret...

Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi'ndeyiz. Kısa adıyla, bugünlerde “okul” yapılması gündeme getirilen, ancak “insan hakları müzesi”ne çevrilmesi istenen Diyarbakır Cezaevi.

12 Eylül 1980 darbesinin en kanlı sayfalarından biri burada yazıldı. Genel olarak Kürt tutukluların toplandığı bu cehennemden çıkmayı başarabilen insanların hayatı, Diyarbakır Cezaevi hatıralarını ağırlamakla geçti, geçiyor.

Bu utanca ihtiyacımız var!

Hepimizin “insan” olmayı bize unutturmayacak kederlere ihtiyacı var. Diyarbakır Cezaevi; görülmemiş bir vahşeti; insan onurunu, adaleti, vicdan sahibi olmayı sonsuza kadar unutturmayacak bir “armağan” olarak kendisini Türkiye'nin önüne koyuyor! Ona sahip çıkmaya, o vahşeti unutmamaya ihtiyacımız var.

12 Eylül 1980 darbesinden itibaren, ANAP iktidarının ilk yıllarını da kapsayan 1980'lerin ortalarına kadar Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananları, yaşayanların ağzından bir daha dinlemek bu yolda bir ilk adım olabilir.

Serbesti dergisinin Eylül-Ekim 2003 sayısından (sayfa 146-157 arası) alıntıladığımız aşağıdaki ifadeler Diyarbakır Cezaevi'nde 8 yıl geçiren Selahattin Bulut'a ait. Bu uzun yazıyı daha da uzatmamak için, diğer Diyarbakır tutuklularının anlatımlarından alıntıları ikinci bir yazıda özetleyeceğiz.

'Tepemize kadar bok çukurunun içine sokuyorlardı'


Havalandırmanın ortasında bir kanalizasyon çukuru vardı, kapaklıydı. “Kapağı alın” deniliyordu, kapağı alıyorduk. Diyarbakır'ın mıydı, cezaevinin miydi, bilmiyorum artık; bütün boklar oradaydı. “Tek tek hepiniz o bok çukurunun içine girip, tepenize kadar içinde battıktan sonra çıkacaksınız” diyorlardı ve tek tek hepimizi o bok çukuruna batırıyorlardı; sonra, “Kontrol edeceğim, kimin yüzünde, saçında bok az bulunuyorsa o benden çok çeker” diyordu. Neticede “70 boklu insan” olarak havalandırmanın ortasında toplanıyorduk ve o durumda tek tek içeriye alınıyorduk; gardiyan kapıda bekliyordu; kimin yüzünde, saçında, üstünde bok az olsaydı, dövüyordu, falakaya yatırıyordu, olmadık işkenceler yapıyordu. Bazen de tek değil de, “Koğuşa girin ve sayım düzeninde esas duruşta bekleyin” diyordu ve gelip koğuşun ortasında kimin üstünde bok var, kimde yok diye kontrol ediyordu. Bu durumlarda gardiyan gelmeden önce, saçı yüzü iyi bok tutmamış birisi bulunsaydı hemen yanındaki arkadaşın saçından bir miktar alıp kendi saçına yüzüne sürüyordu. Çok berbat bir şeydi! Bazen birbirimizin saçından bok kaçırıyorduk!..

'Yıkanmak yasaktı, boklar üzerimizde kururdu'


- Yıkanmak yasaktı. Diyarbakır Cezaevi'nde sular akmıyordu, vanalar kapalıydı, o boklar üstümüzde kururdu; üstümüz başımız bok içinde yataklara girerdik; yatak, nevresim, çarşaf, elbiselerimiz, bütün her şey bok kokardı. Çok terlerdik, o ter kokusu bok kokusuna karışıyordu... Koğuşlar 20 kişilikti, duruma göre bazen 40, bazen 50, bazen 70 kişi kalıyorduk; yataklarda bazen ikişer, bazen dörder kişi kalıyorduk; kendi kokundan acizken battaniyenin altında arkadaşlarının da kokusunu çekiyordun.

'Göz çukurlarımıza kadar bit doluyordu'

-
Çok kısa bir sürede Diyarbakır Cezaevi'nin tümünü bit sarmaya başladı. Artık vücudumuzda, yataklarımızda bitler kaynamaya başladı, göz çukurlarımıza bile doluyorlardı. İlk başta biraz öldürürdük, elbiselerimizi ters çevirmeye başladık, ancak bir süre sonra o kadar çoğaldılar ki, artık elbiselerin dış yüzünde iç yüzünden daha çok bit bulunuyordu.


'Karavanaya kanımızı akıtıp yemeği öğle yediriyorlardı'


- Kahvaltı (ya çorba, ya çay) koğuşun kapısına geldikten sonra kapı açılıp kahvaltıyı içeriye getirmeden önce gardiyan karavananın başında bizi çok döverdi; “Ben size verdiğim yemeğin hakkını istiyorum” derdi; ta ki bir tarafımızdan, ağzımızdan, gözümüzden, burnumuzdan karavananın içine kan akana dek bizi döverdi. Karavananın içine kan aktıktan sonra “Şimdi hakkını verdin” diyordu. O kanlı karavanayı içeri götürüyorduk. Sabah, akşam veya öğlen karavana muhakkak içeri kanlı girerdi. O işkence döneminde her gün üç öğün kanlı karavana yedik. O gün nöbetçi olan ve karavana getiren her kimler ise muhakkak onların kanı o karavanaya dökülürdü.


'Karavanadan dökülenleri bizi süründürerek temizletiyorlardı'

- Öğle yemeği için beş-altı kişinin koğuştan dışarı fırlaması gerekiyordu gardiyanın sesiyle birlikte. Bunlardan üç kişi karavanayı alırdı, gardiyan diğer üç kişiyi de karavanayı alanlara bindiriyordu. Elinde karavana bulunanlar yine uygun adımla ve marş söyleyerek yürüyorlardı, üsttekiler de ellerini sallıyorlardı. Karavana yağının dökülmemesi gerekiyordu, çorbaysa çalkalanmaması lazımdı; yukarıdaki elini sallayarak marş söylüyor, alttaki de karavanayı tutmuş ve dizlerini göğsüne vurarak yürüyor ve karavanadan hiçbir damlanın düşmemesi gerekiyordu... Yemek döküldüğü durumda karavanacılar geri mutfağa kadar götürülerek oradan paspas gibi, o koridora dökülen bütün yağları sürünerek elbiselerimizle siliyorduk. Sırt üstü, göğüs üstü sürünerek bu iş yapılırdı. Paspastan sonra yine karavananın başında dayak faslı başlardı, ta ki karavana kana bulanıncaya kadar. Öğle yemeği de bu şekilde biterdi.

'Köpeğe 'Emret komutanım' diye tekmil verirdik'

-
Akşam yemeğinden hemen sonra beş-altı tane subay gelirdi, yine o meşhur Co'nun (köpek) eşliğinde; iki, dört, altı şeklinde sayım yapardık... Co'yu görür görmez hemen tekmil verirdik; “Emret komutanım.” Bazen gece 12'ye kadar böyle esas duruşta sayım düzeninde beklediğimiz olurdu; hiç kimsenin konuşmaması ve haraket etmemesi, esas duruşunu bozmaması gerekiyordu... Baş parmağın hafif oynaması yine büyük işkencelere sebep oluyordu.

'Uykuda kıpırdamanın cezası bir ton dayaktı'

-
Yatağa girdikten sonra battaniyeyi kafamıza çekiyorduk ve hiçbir şekilde yataktaki arkadaşımızla konuşmamamız gerekiyordu, battaniyenin kıpırdamaması gerekiyordu. Dizimizi uyurken çekmek, kolumuzu kıpırdatmak, sağa sola dönmek yasaktı; sırt üstü esas duruşta yatıyorduk, sabaha kadar o şekilde kalmamız gerekiyordu. Gardiyan gözetleme deliklerinden gözetliyordu, birisi uykuda kıpırdasaydı ya da dizini çekseydi sabahleyin koğuş açıldığında onu alıp bir ton dayak atıyorlardı. Battaniyenin altında en az ikişer kişi kalıyorduk. Battaniyenin kıpırdaması “battaniyenin altında gizli örgüt kuruyorsunuz” suçlamasına neden oluyordu.

'Bir dakikalık görüşe işkenceyle götürülüp getiriliyorduk'


- Görüş günleri (…) ziyaretçilere de büyük eziyetler çektiriyorlardı. Bazen gardiyan sabah gelip”İsmini okuduklarım koğuşun ortasında hazırolda beklesin, görüşmecileri var” derdi ve o gün akşam saat dörde kadar o koğuşun ortasında hazırolda beklettirilirdik, sonra görüş kabinine götürülüyorduk. Götürülürken yine ikişer sıra halinde uygun adımla ve bütün sesimizle marş söyleyerek gidiyorduk, yolda yüzlerce askerle karşılaşıyorduk. O askerlerin her biri muhakkak bir cop, bir tokat, bir tekme indirirdi. Kimisi “dur” diyordu, kimisi “yürü” diyordu, kimisi yanlış komut veriyordu, velhasıl görüş kabinine gidinceye kadar attığımız her adım, yaptığımız her hareket dayak yememize vesile oluyordu. Co üstümüze atlar elbiselerimizi parçalardı. O yüzden görüş günü tutuklular için çok zor bir gündü; binlerce badire, engel atlamak gibi bir şeydi. Bir taraftan ziyaretçin gelmiş; annendir, babandır, kardeşindir, eşindir, bir şekliyle yakınındır, zor da olsa onların yüzünü görmek istiyorsun. Diğer taraftan onların yüzünü görünceye kadar uzun bir işkence yolundan geçiyorsun... Görüş bazen yarım dakika, bazen bir dakika, bazen bir buçuk dakika sürüyordu. Kürtçe konuşmak yasaktı... İkinci bir düdükle görüş kabininden ayrılıyorduk ve yine büyük dayaklarla, büyük işkencelerle koğuşa kadarki o işkenceli yolu kat ediyorduk. O nedenle görüş günü kendi başına bir cehennem azabıydı.


'Ablam benim katilim olacak'

-
Bizim koğuşta Hakkârili bir adam vardı (…) marş söylemesini bilmiyor, uygun adımla yürümesini bilmiyordu. Görüşe çıktığı zaman cezaevindeki bütün gardiyanlar onu dövüyordu... O yüzden görüşe çıkmak istemiyordu. Adam ablasına yalvarıyordu; “Abla sen günahsın her hafta gelme, çocukların var” şeklinde ablasını caydırmak istiyordu. Ablası; “Ablan kurban olsun sana, sen içerdesin ve ben her hafta senin görüşüne gelmeyeceğim, bu olacak iş mi” diyordu. Kendisi de her görüş gönünde “Biz bir ton işkence görüyoruz, o nedenle gelmeni istemiyorum” diyemiyor, hiçbirimiz diyemiyorduk. Ancak ablanın da yüreği yanıyor... Yine bir gün görüşme dönüşünde bu adamı feci şekilde dövdüler, baygın vaziyette koğuşun içine attılar; hiçbir tarafı tutmuyordu; yanına yanaştım, elini biraz ovaladım, masaj yaptım, yakınlık gösterdim. Biraz kendine geldi, başını kaldırdı, bana baktı, “Selahaddin, bu ablama o kadar diyorum gelme, gelme, o yine geliyor; vallahi bu ablam benim katilim olacak” dedi.

'Deterjan, diş macunu, çöp yediriyorlardı'


- Bizim koğuşun gadiyanı Gestapo'ydu... Bizi döverken büyük bir zevk alıyordu; iri yarı uzun boyluydu, parmakları çok kalındı. Çeşitli tekvando haraketleri yaparak, havaya sıçrayarak göğüslerimize tekmeler indiriyordu ve bundan çok hoşlanıyordu. Bize yumruk indirdiğinde, yumruğun etkisiyle duvara, yere veya kapıya çarptığımızda müthiş zevk alıyordu; hele bir yumrukla sersemletip yere serdiğinde inanılmaz bir haz duyuyordu. Bizi havalandırmada dövdüğü zaman çok terlerdi, bir kişinin 70 kişiyi dövmesi uzun süre alıyordu ve büyük bir kol gücü gerektiriyordu. O nedenle bu gardiyanlar çok iyi besleniyorlardı; tutuklulara çıkan yemeğin bütün etlerini onlar yiyorlardı (...) sadece yemeğin suyu bize gelirdi.

- Mintaks, (bulaşık deterjanı) diş macunu, deterjan, çöp gibi şeyleri bize yediriyorlardı.

'Copu yağlatıp defalarca soktular'


- Bir gün bir arkadaşımızı dışarı çıkarıp cop soktular; bunu gardiyanlar çok açık yaptılar. Çocuğa önce “Copu zeytinyağına batır” dediler. “Yağı elinle copun her tarafına sür.” Sonra merdivenin dibinde çocuğa “domal” dediler. Üç-dört gardiyan çocuğa defalarca cop sokup çıkardılar. Bu arkadaşımız bir ay boyunca koğuşta başını kaldıramıyordu; etrafa bakamıyordu; çok kötü bir şey yapmış gibiydi; alnından hep ter akıyordu; birkaç arkadaşa daha aynısını yaptılar, ben hep ter olayını gördüm, alınlarından hep ter akıyordu.


'Cop sokup 'Ne mutlu Türküm diyene' diye inleterek yürüttüler'


- Sonra bir gün koridordan çok acı bir ses geldi; inleyerek, ama çok acı bir iniltiyle “Neee mutluuu Türküm diyeneee” diyordu, sesi uygun adıma yakın bir tempoyla geliyordu. Birkaç gün sonra anladık ki, komşu bir koğuştan bir adama cop sokup yürütmüşler, cop adamın içindeyken yürütüyorlar. Ama çok acı bir sesti, hiçbir işkence seansında duymadığım bir iniltide sesti...


'Kardeşlik safsatasına inanmıyorlar'

-
20 bin insan Diyarbakır'ın o işkencehanesinden geçti, belki 100 kişi öldürüldü; acaba geriye kalan 19 bin 900 insan ne durumdadır?... Ben bu insanların çok rahat ve sağlıklı yaşadıklarına inanmıyorum. (...) Bir defa bu kardeşlik safsatasına inanmıyorlar. Bu da bir tahribattır. Başka bir halkla kardeş gibi yaşayabilme ihtimali sıfırdır. Bu devletle, bu devleti temsil eden bir millet veya halkla içiçe yaşamaya hiç inanmıyorlar.

'Arkadaşının ağzına işeyeceksin!'

12 Eylül 1980 darbesi ve izleyen döneme Diyarbakır Cezaevi merceğinden baktığımızda gördüğümüz manzarayı “üzerinde güneş batmayan bir işkence düzeni” olarak tasvir edebiliriz. İşkence hikâyeleri, o vahşeti uygulayanların ve uygulatanların yakalandığı akıl tutulmasının boyutlarını göstermesi açısından da büyük bir önem taşıyor. Kenan Evren'in "Asmayalım da besleyelim mi" nutukları, cezaevlerinde; kendi dilini, kendi milli marşını, kendi kimliğini, kurucusunun ilkelerini bile akıl almaz işkencelerle benimsetmeye çalışan çıldırmış bir devlet doğurdu.

Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'nde 8 yıl geçiren Selahattin Bulut'un ifadelerini dün özetlemeye çalışmıştık. Bulut; “başlarına kadar lağım çukuruna batırılan tutukluların yıkanmalarına izin verilmediğini, üzerinde az bok olan tutuklulara işkence yapıldığını, copla defalarca tecavüz edilen bir tutuklunun 'Ne mutluu Türküm diyeneeee' diye bağırtılarak yürütüldüğünü, her karavanaya rutin işkenceden geçirilen tutukluların kanının akıtıldığını, tutuklulara zorla deterjan ve çöp yedirildiğini, insanlara görüşe gidip dönerken işkence yapıldığını” anlatıyordu.

12 Eylül 1980 ve sonrası dönemde Diyarbakır Cezaevi'nden geçenlerin ifadelerinden yaptığımız alıntılardan (Serbesti Dergisi – Sayı 14) , yine uzun bir metin çıktı. Darbenin devirdiği Süleyman Demirel'in ifadesiyle 11 Eylül'de akan kanın 12 Eylül'de nasıl "durdurulduğunu" unutmamak için, bir kez daha birlikte okuyalım...

'1,5 yıl hiç banyo yapmadık'

- Cezaevine ilk girdiğim günden 1,5 yıla kadar hiç banyo yapmadık. Diyarbakır sıcağında, iki günde bir, bazen üç günde bir tek bir bardak su alma hakkımız vardı, o suyu ya içersiniz, ya onunla tuvalete gidersiniz. Eğer o suyu içip tuvalette kullanmamazsanız, tuvaletin tıkanma ihtimali var, tuvalet tıkandığı zaman da o pisliği bütün tutuklulara yedirme durumu var.

- 8 ay bizim penceremiz kapalı kaldı ve bizi dışarı çıkarmadılar. Düşünün ki 30 kişilik bir koğuşta 81 kişi kalıyoruz... Sadece mahkeme sırası gelenleri ayda bir mahkemeye çıkarıyorlardı. Her mahkeme dönüşünde yarım saat kusma krizine girerdim; çünkü insanın kir kokusu başka hiçbir kokuya benzemiyor, çok berbattır.

'Çocuklarımızın boynunda isimleri vardı, tanımıyorduk!'


- Yıllar sonra ilk defa, 23 Nisan nedeniyle bir açık görüş yapılmıştı. O zaman, çocuğu olanlar açık görüşe gidiyordu. Normal görüş de devam ediyordu. O gün biz koridora çıktık, bir sürü çocuk ve hepsinin boynunda isimleri yazılıp asılmış. Düşünebiliyor musunuz, baba çocuğunu tanımıyordu. O durumdan çok etkilenmiştim, bir baba ve bir evlat, birbirlerini tanımıyorlar. (Dr. Adnan Güllüoğlu)

- 24 saat insan inlemeleri, köpek havlamaları, her taraf kan ve irindi. Aşırı bitlenme vardı, hemen hemen 8 saat sürekli dayak yiyorduk; dayak yemediğimiz yemek aralarında, molalarda da birisi Atatürk'ün nutukları ve yaşamını okur, biz tekrarlardık.

'Lağım çukurunda dövdüler, bok yedirmeye çalıştılar'

- Bir gün havalandırmadayız, bir arkadaşım var, Nuri Sınır; ona “Koç” diye hitap ederdim; çünkü zaman zaman ona basketbol oynatıyorduk. Koç'u baş aşağı lağım çukuruna koymak istediler; Koç baktı ki gerçekten baş aşağı koyacaklar çukura, kendi çukura ayak üstü atladı; çukurda da dövmeye başladılar, pislik yedirmeye çalıştılar; o olay hiç gözlerimin önünden gitmiyor.

- Görüş kabininde genellikle iki tane gardiyan yanımızda bulunurdu, çoğu zaman ellerinde çuvaldızın küçüğü diyebileceğimiz bir iğne vardı. (Görüş zaten düdükle başlar, düdükle biterdi, 40 saniye ile 1 dakika arası bir süreydi), ancak o kısacak görüş esnasında da ellerindeki çuvaldızı popomuza batırırlardı. Yanda duran gardiyan da, ayağımızın aşık kemiği dediğimiz kemiğine topuğuyla vururdu.Aman görüşmecimiz fark etmesin diye ağlamamak için kendimizi zor tutuyorduk.

İşkenceyle yazdırılan söz: Yurtta sulh, cihanda sulh!

- Tavanda ve duvarlarda bir santimetrekare bile boş yer bırakılmamıştı. Her yerde vecizeler ve Türk büyüklerinin resimleri yapılmıştı. Mesela çok ilginç gelebilir, bugün Diyarbakır'ın kent panolarında Kürtçesi yazılan “Atatürk'ün vecizesidir” dedikleri “Yurtta sulh cihanda sulh” vecizesini Diyarbakır Cezaevi'nde tutuklulara bir işkence uyguilaması olarak yazdırıyorlardı.

- Koğuştan koğuşa uygulamalar farklıydı. Fakat benim kanaatim şu ki, her birimiz bir miktar bok yemişizdir. Mesela başka bir koğuşta fare yedirdiklerini, hatta güneşte bekletilerek kokuşmuş ve kurtlanmış et yedirdiklerini duydum.

 'Baklavaya kıyamadım, 20 dakika ağzımda tuttum'


- Bir bayram günüydü, “Üç gün dayak yok” dediler... “Size tatlı da getireceğiz” dediler... Zaten bizi aç bırakıyorlardı... Neyse sabahleyin ip gibi dizilmişiz, baktım ki gardiyan geliyor, hakikaten elinde baklava kutusu var; belli ki içinde 60 dilim var... “Baklava kutusuna saldırıp yemeğe başlasam, o beni dövene kadar yiyebildiğim kadar baklava yerim” dedim... Gerçekten baklava kutusuna saldırmak için böyle kendimi gerdiğim bir anda sağıma baktım, ne göreyim, 120 göz o baklavanın üzerinde... Hiç unutmuyorum o baklava dilimini 20 dakikadan fazla ağzımda tuttum, çiğnemeye kıyamıyordum.

 Askerin organı tutuklunun kulağının arkasına sürüldü

- Tahliye edilmiş olanları sinema salonu dedikleri yere aldılar ve tek tek eşyalarımızı arıyorlardı. Çırılçıplak soyup kıçımıza kadar bakıyorlar. O arada biri avazı çıktığı kadar “Komutanım buldum!” ve anında 40-50 kişi üzerime çullandı. “Ne buldun?” İşte sözlük bulmuş. Tabii (Cezaevi İç Güvenlik Amiri, Yüzbaşı) Esat Oktay Yıldıran gelene kadar beni perişan ettiler. Esat Oktay Yıldıran geldi, baktı ki buldukları kendisinin izin verdiği sözlüktür, “Yavuzcuğum sen burada kaldığın sürece bu sözlüğüne müsaade ettik, ama şimdi çıkacaksın; hani sonra demeyesin, “bir sikilmedik kulağımızın arkası kaldı. Onun için kulağının arkası da sikilecek” dedi. Bir askere “Pantalonunu çöz” dedi. Pantalonunu çözdü. “Külotunu indir” dedi. Onu da indirdi. Bana “Eğil lan” dedi, eğildim. “Tut” dedi, “Bunun kulağının arkasına sür” dedi ve asker tuttu her iki kulağımın arkasına sürdü. O gün bugündür ben o lafı artık kullanmıyorum. (Behlül Yavuz)

'Arkadaşının ağzına işeyeceksin'
 
- Bir gardiyan kolumdan tuttu ve “Çık” dedi. “Emret komutanım” deyip çıktım. Beni alıp Bişar'ın yanına götürdüler; tabii yine kar vardı; onu karın içine yatırmışlardı ve bana dediler ki, “Onun ağzına işeyeceksin.” “Gelmiyor komutanım” dedim. Bu koğuş gardiyanı değildi, bütün gardiyanların başı, ya çavuş, ya onbaşı gardiyandı; tutuklular arasında adı İdi Amin olarak biliniyordu; kapkara bir şeydi; 4-5 kişiyi işkenceyle öldürdüğü söyleniyordu. Tabii o “İlle yapacaksın” diyor, ben de “Gelmiyor komutanım” diyorum. Sonra ha bire “Geldi mi, gelmedi mi” diyerek beni dövmeye başladı; epey dövdü, karın içinde sürdürdü, ayakkabımı çıkardı ve tabanlarıma vurmaya başladı. O ne yaptıysa hep “Gelmiyor” dedim. En sonunda beni de Bişar'ın yanına yatırdı. Baktım Bişar, yavaşça elini elimin içine sokarak “Bravo Baran, sen yapsaydın hepsi yapardı” dedi.

- Sonra Şeyh Mihemed'i çağırdılar ve o daha gencecik biriydi. Sanırım bana yapılan işkencenin iki katını ona yaptılar. Oradaki çamurlu pis karı da ona yedirdiler, o yapmadı.Ayaklarımızın altındaki çamuru yediriyorlardı ona, ama yapmıyordu. “Ulan sen çamur yiyorsun, niye işemiyorsun?” O da “Gelmiyor” diyordu. Sonunda onu da getirip yanımıza yatırdılar ve dediler ki, “Bugün muhakkak birisi sizin ağzınıza işeyecek.” Sonra başka zayıf birisini çağırdılar. O da “Komutanım ben yaparsam beni öldürecekler” dedi. O böyle söyleyince ona karışmadılar.

'Doktor da işkence yapıyordu'
 
- Bir gün bizi banyo temizlemeye götürürken fare pisliğini bazı arkadaşlarımıza yedirdiler. Doktora götürülmek de bir işkence vesilesiydi; gidip gelinceye kadar dayak atıyorlardı. Giden arkadaşlar “Doktor da dayakçı” diyorlardı. O cezaevi korkusunun kısmen yıkılıp direnişe başladığımız dönemde bile doktorun kendi ileyle bana işkence yaptığını gördüm. (Cevdet Baran)

'Kusmuk ve dışkı yedirdiler'

- Her iki arkadaşımı zorla kusturdular. Hatta bir arkadaşın, parmağını boğazını zorlayabilecek şekilde boğazına koyduğunu ve boğaz damarlarının çatladığını, gözlerinin kan çanağına döndüğünü gördüm. Daha sonra iki arkadaşı daha getirerek onları da zorla kusturdular ve kusmukları midesi boşalan iki arkadaşa kaşıkla yedirdiklerine şahit oldum.

- Kanalizasyon kapağını kaldırarak kafamızı o pisliğin içine sokuyorlardı, yüzümüze pislik sürüyorlardı. Bazı arkadaşlarımıza pislik de yedirdiklerini ben gördüm, ama ben yemedim. Bana da aynısını yedirebilirlerdi. “Yemedim” derken “Direndim yemedim” demiyorum, sıra bana gelmedi.
 
'Fareli, böcekli yemekleri zorla yediriyorlardı'

- Yemeklerde genellikle ölü karıncalar, fare pisliği, fare ve hamam böcekleri türü şeyler bulunuyordu; bu yemekleri bize zorla yediriyorlardı. Çayı sabahları selfservis tabağına bırakırlardı; kaşıklar da kalın ağaçtan olduğu için o çay bir türlü kaşığa gelmiyordu. (Danışman A)

'Cop sokup, al bunu yala, diyorlardı'

- 100-150 kişi, hepsini birden çırılçıplak soyuyor, sıraya diziyorlar ve “Eğil, her tarafınıza bakacağım” deniliyor. O da yetmiyor, copu sokuyor çıkarıyor “Al bunu yala” diyor. Ya da koğuşun kapısı önünde birkaç kişiye cop sokup koğuş sorumlularına “Al bunu yala” diyorlardı... Lağım çukuruna batırma, bok yedirme, bu cop sokturmanın yanında çok basit kalıyordu...

-  Herkese pislik yediriyorlardı. Baskılar o kadar dayanılmaz boyutlardaydı ki, insanlar intihar etmeye kalkıştılar... Hatta benim bulunduğum koğuşta dört kişi kendini yaktı.

- Sigara içmek yasaktı... Bazen de bize sigara aldırtıp, -içsin içmesin- “Herkes beş sigarayı birden yakacak” diyorlardı. Pencereleri kapalı tutuyorlar, 100-150 kişinin kaldığı koğuşta her insana beş sigara birden yaktırıyorlar, kapayı da kapatıyorlar.

'Ermeni arkadaşımızı Maşallah'lı elbise giydirip sünnet ettiler'

- Sayım yapmaya geldikleri zaman kokudan içeri giremiyorlardı. Bu defa bizim paramızla deodorant alıp sayımdan bir iki dakika önce üzerimize sıkıyorlardı ki efendiler rahat içeriye girebilsinler, kokudan rahatsız olmasınlar.  (İşadamı)

- 21. Koğuş'ta Veysel adında bir arkadaşımızın kafasına kalasla vurdular. Veysel "uçtu, uçtu" dedi ve küt diye yere düşüp öldü. Bir diğer arkadaşımız, Öder Demirok da gördüğü işkence sonucu beyin kanamasından öldü.

- Garabet Demircioğlu diye bir arkadaşımız vardı. Esat Oktay Yıldıran'ın kendisi gelip gururla "Garabet'i sünnet ettirdik, ismini de Ahmet olarak değiştirdik. Artık adı, Garabet ya da Garbis değil Ahmet'tir" diyordu. Gerçekten o arkadaşımıza "Maşalllah"lı sünnet elbisesi giydirerek törenle sünnet ettirdiler... Ayrıca ASALA'nın eylemlerinden dolayı, geceyarısı koğuşlara yapılan komando baskınlarıyla hepimizi dayakla yere seriyorlardı, ama Ermeni arkadaşlarımız olan Garabet'i ve fare yedirilen (Ermeni) arkadaşlarımızı da özel olarak dövüyorlardı.

'1 kişilik hücrede 20 kişi 20 gün kaldı'

- Bizim hücrede Vedat Aydın (daha sonra öldürüldü), tek başına büyük bir yer kaplıyordu, o yüzden tuvalet kısmında ona yer verdik. Yaklaşık yirmi güne yakın, yirmi kişi bir kişilik hücrede kaldık ve ayakta birbirimize yaslanarak uyukluyorduk. ( K.Y.)

- Bir gün bizi havalandırmaya çıkardılar; biraz marş, biraz yürüyüş falan derken "Dur, soyun" dediler, soyunduk. "Külotu da dizlere indir ve salla" dediler. Önce külot için "Salla" dediğini zannettim... (Ben daha acemiyim ya, birkaç gündür gelmişim) Külotu sallıyorum, gardiyan "Onu değil lan malını salla" dedi. o anda sanki yerin dibine battım, çok utanıyordum, diğer arkadaşlara bakıyorum herkes söyleneni harfiyen yapıyor... "Geriye dön, domal" dedi. Bütün koğuş geriye dönüp domaldı. "Makat aç" dedi. Herkes makatını açtı. İşte o an ruhen yıkıldım ve hiçbir şekilde insan olmadığuım hissine kapıldım. (Mahmut Yiğitel)

'Sünnetsiz çocuğu Ermeni diye dövdüler'

- Bir gün asker gardiyan yine çağırıp dövdükten sonra, ağzıma cop sokup "Dişle" dedi. Copu dişlediğim gibi hızla geri çekti ve önden iki dişim kırıldı. Kırılan dişlerimin kökleri kaldı.

- Aramızda Yezidi arkadaşlar da vardı. Bir gün gelip, "Soyunun, aranızda sünnetsiz var mı, diye bakacağız" dediler. Şırnak'tan Selim adında, daha 13-14 yaşında bir çocuğu yeni getirmişlerdi; çoçuk Koçer olduğu için sünnet olmamıştı. Çocuğa, Ermeni diye dünyanın işkencesini yaptılar ve sonra götürüp sünnet ettiler ve daha sonra çocuk koğuşuna gönderdiler. (Mehmet Ece)

'Arap tutuklulara dayakla 63 marş ezberlettiler'

- Bizim koğuşta üç tane Arap vardı. Biri Suriyeli, diğer ikisi Iraklı bunlar, dayakla 63 tane marş ezberledirler. (Mehmet Emin Kardeş)

- Korkunç bir şekilde bit vardı. Ama kaşınmak da yasaktı. Kaşınmak da izne tabi idi. Elimizi kaldırırırdık. Oradaki asker de "Ne var ulan ibne" derdi. "Ben Mesut Baştürk, Diyarbakır, emret komutanım, bir dakika kaşınabilir miyim?" derdim. Asker de "Kaşın ulan ibne" derdi.

- Açlık çekiyorduk. Herkese günde bir dilim ekmek veriyorlardı. Biz de, ekmeğin yarısını yer yarısını da günlük işkenceden sonra ilaç niyetine yerdik.

'İçindeki lağım faresini çıkardık, fasulyeyi yedik'

-  Bir gün koğuş sorumlumuz rahmetli Mahmut Tanrıkulu beni çağırdı. Üç dört arkadaş daha geldi. Askerler, bir karavana dolusu kuru fasulye getirmişlerdi. Ne bayramdı ne seyrandı. bir sebebi olmalıydı. Tuvalet tarafında toplandık; kazanı karıştırınca gözlerimize inanamadık, fasulyenin içinde kocaman bir lağım faresi vardı. Dİrenişten henüz yeni çıkmıştık ve herkes çok açtı. Kuru fasulyenin kokusu her tarafı sarmıştı. Bu kadar sıcak suda pişen fareden fazla bir hastalık çıkmaz, dedik; fareyi tuvalete atmaya karar verdik...  Kimseye bir şey söylemedik ve yemeği dağıttık. Fare pislikleri baharata benziyordu. Benimle birlikte yemek yiyen arkadaşım Emir Dede, büyük bir iştahla fasulyeyi yiyordu. Ben de istemey istemeye tanelerini yiyordum. Emir Dede, bir ara abana; "Mesut, bu ne biçim baharattır? Bayağı güzel. Eğer kızmazsan bu baharatları ben yiyebilir miyim" dedi. Ben de "Tabii Emirciğim" dedim. Günde birkaç lokma yiyen tutukluklara 3-4 kap yemek düşmüştü. O gün herkesin karnı doymuştu. (Mesut Baştürk)