Sefa Feza Arslan / Demokrat Haber

 

Kızıldere katliamının üzerinden 40 yıl geçti. Ne acıdır ki, bu katliamı yapan ve alkışlayan zihniyet hala çok güçlü, ve hala bu ülkenin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel. O gün Kızıldere'deki gençlerin acımasızca öldürülmesini savunanlar ve takipçileri, bugün de Kürt sorununda barışı, müzakereyi değil, şiddeti ve imhayı savunuyor. O gün Kızıldere'deki gençlerin “terörist" olduğu gerekçesiyle öldürülmesi gerektiği propagandasını yapanlar, bugün de Kürt sorununun çözümü için PKK'nin topyekûn imha edilmesi gerektiği propagandasını yapıyor. O gün Kızıldere katliamını savunanlar, milliyetçi muhafazakar, Amerikancı ve anti-komünistti... Bugün de, Kürt sorununun çözümü için müzakerenin değil, imhanın gerektiğini savunanlar milliyetçi muhafazakar, Amerikancı ve anti-komünist... Öncelikle, Komünizmle Mücadele Dernekleri'nden, Kanlı Pazar'dan, 12 Mart ve 12 Eylül destekçiliğinden, Kürt sorunun çözümünde müzakere düşmanlığına uzanan bu sürekliliğin altını çizelim... Bu sürekliliği sağlayan zihniyet, Türk-İslamın çıkarının Amerika ile ortak hareket etmekten geçtiğine inandığı için Amerikancı ve bu nedenle tarihsel süreç boyunca ABD’nin savaş makinesinin suç ortağı...

 

Bugün, Kızıldere mirasını savunmak, bu milliyetçi muhafazakar, Amerikancı ve anti-komünist çizgiye karşı, barışı, demokratikleşmeyi, adil paylaşımı savunmaktır, o vahşice öldürülen gençlerin dayanışma ruhunu, daha özgür ve adil bir dünyaya olan inançlarını savunmaktır. Dolayısı ile, bu mirasa sahip çıkmak için illaki silahlı mücadeleyi savunmak gerekmez. Bugün Kızıldere'deki mirasa şiddet içermeyen bir siyasi mücadele ile de sahip çıkılabilir ve çıkılmalıdır... Ertuğrul Kürkçü'nün Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi'nde, THKP-C 'yi anlatan yazısındaki şu önemli tespitinin altını çizelim: “... 'kitleler', İsrail konsolosunu kaçırıp öldürdüğünde değil - bu THKP-C için bir kararlılık gösterisiydi - kendisinden üstün askeri güçler tarafından öldürüldüğünde Mahir Çayan'dan yana çıktılar.” Bu önemli tespiti, silahlı mücadeleye dayanmayan bir devrimciliğin mümkün olduğu, halkın rızasının örgütlenmesinde şiddet eylemlerinin değil, zalime boyun eğmeyen mazlumluğun belirleyici olduğu biçiminde okumamız gerektiğini düşünüyorum. Esasında solun, 12 Eylül öncesi tarihi de bunu gösteriyor. Sol içerisindeki en çok kitleselleşen hareketler, şiddeti bir propaganda yöntemi olarak kullananlar değil, faşist terör karşısında meşru müdafaa çizgisinin dışına çıkmayan hareketler olarak karşımıza çıkıyor.

 

Esasında, zalimlere karşı direnmenin yolu – özellikle günümüz dünyasında - şiddet kullanmaktan değil, zalimi şiddet kullanamaz duruma getirmekten geçiyor. Bu nedenle, günümüzün dezenformasyon medyasına karşı, şiddet karşıtı sol bir çizginin derinleştirilmesi çok önemli. BDP’nin sivil itaatsizlik eylemleri karşısında dezenformasyon medyasının nasıl da telaşa kapıldığını, muhafazakarların nasıl da sivil itaatsizlik uzmanı kesilip, bu eylemlerin esasında sivil itaatsizlik olmadığını iddia etmelerini görmek çok şey anlatıyor aslında. Bu dezenformasyon medyası Amerikan neo-conlarının paranayok ve cahil soğuk savaş zihniyetini öylesine içselleştirmiş ki, sürekli sola vurmak için çırpınıp duruyor. Utanmadan, idam edilen, Kızıldere gibi katliamlarla yok edilen devrimcileri darbeci gibi göstermeye çalışıyor. Hayatları boyunca bir başkası için en küçük bir riske girmemiş tuzu kurular, yirmili yaşlarda vahşice öldürülen gençleri darbeci, şiddet yanlısı olarak yaftalayarak vicdanlarını rahatlatabileceğini sanıyor. Kimi yeni yetme neoliberaller de, bu milliyetçi muhafazakar anti-komünist dezenformasyon medyasının propaganda makinesi gibi çalışıyor. Sola ilişkin milliyetçi muhafazakar klişeleri papağan gibi tekrarlayarak bu dezenformasyon medyasında kendilerine yer buluyor. Bunlardan biri, 12 Mart öncesi solu hakkında – sanki tek bir sol varmış gibi - ipe sapa gelmez iddialarda bulunmuş. Güya,12 Mart öncesi sol halkı bir devrime ikna edemeyeceğini bildiğinden iki aşamalı milli demokratik devrim stratejisini benimsemiş. İlk aşamada askerler iktidarı ele geçirecekmiş de, sosyalistler iktidarı bunlardan alacakmış. Adeta çocuklara masal anlatıyor... Bu nasıl bir entelektüel düzeydir ki, Türkiye'nin bir dönemine damgasını vurmuş, bir sürü nüans içeren sofistike bir tartışmayı böylesine ilkel ve çarpıtılmış bir biçimde sunabiliyor. Böylesine toptancı, bütün solu suçlayan, milliyetçi muhafazakar klişelere teslim olan bir zihniyetle tartışmak imkansız. Kendisine cevabı geçtiğimiz yıl vefat eden, dönemin birinci elden tanığı olan devrimci Ziya Yılmaz versin: “Aslında 9 Mart diye vasıflandırılan dönemde, ki bunun sol bir darbe olabileceği kanısı yayılmaya başlamıştı. Biz buna da karşıydık 9 Mart darbesi gerçekleştirilmiş olsa bile biz o dönemde darbe gerçekleştirildiği anda, Amerikan Elçiliğini basarak bu yönetimin Amerika ile olan ilişkilerini demaske edebilecek bir eylem biçimi düşünüyorduk.” (THKP-C ve Kızıldere, Koray Düzgören, sayfa 80) Yine geçtiğimiz yıl vefat eden devrimci İsmet Öztürk de anılarında THKP-C'nin her türlü cuntaya karşı olduğunu açıkça ifade etmişti: ( http://www.demokrathaber.net/kizildere-ve-ismet-ozturkun-anilari-makale,752.html )

 

Ayıptır, günahtır, zulümdür! 20'li yaşlarında, devlet dersinde vahşice öldürülmüş devrimcileri, milliyetçi muhafazakarların yalanları ile bir kez daha öldürmeye kimsenin hakkı yok. Hele, ABD’nin savaş makinesi ile suç ortaklığı yapan ve hala yapmaya devam eden anti-komünist milliyetçi muhafazakarların, solu darbeci, şiddet yanlısı diye suçlaması kendini bilmezlikten öte bir şey değil...