Adnan Çelik / Toplumvekuram.org

1990′lı yıllar, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Kürdlere karşı yürütülen bütün özel savaş yöntemlerinin yeniden denenerek adeta bir süreklilik hafızası kurduğu yıllar oldu. Yükselen Kürd hareketine karşı geliştirilen şiddet rejimi bu defa silahlarını sivillere döndürdü ve PKK’ye yönelik büyüyen sempatiyi zor eşiğini artırarak engellemeye çalıştı. Doksanların başından itibaren Kürdistan’ın her yerini saran bu şiddet sarmalı Şırnak ve Lice’den sonra kendisini bu defa da Pasûr’da (Kulp) gösterdi.

PKK ile devlet arasında gün geçtikçe büyüyen silahlı mücadele sürecinde ölen gerilla cenazelerine sahip çıkan halk, cenaze törenlerini büyük serhildan gösterilerine dönüştürüyordu. Kürdistan’ın her yerinde gelişen bu cenazeleri sahiplenme ve görkemli uğurlama olayları karşısında devlet ilk defa Pasûr’ta kanlı bir bastırma girişiminde bulundu. 19 Aralık 1991′de Pasûr ve Solhan kırsalındaki Serê Sipî bölgesinde gerillaya ait bir askeri kampın bombalanması sonucu öldürülen 16 gerillanın cenazelerini 22 Aralık’ta halk sahiplendi. Bölgede yükselen silahlı mücadelede ilk defa bu kadar ciddi bir gerilla kaybı yaşanmıştı ve halk büyük bir öfke ile yollara dökülmüştü. Sadece Pasûr merkez ve köylerinden değil, Lice ve Silvan’dan da yüzlerce kişi gerilla cenazelerini almak ve büyük bir cenaze töreni eşliğinde defnetmek için toplanmıştı.

O dönemde on yaşında bir çocuk olarak cenazeleri almaya giden kitlenin içinde yer alan bir genç cenazelerin alınması ve Kulp Çayı köprüsü üzerinde askeri yetkililerce kitlenin engellenmesini şöyle anlatıyor:

“Her yerden yüzlerce insan toplanmıştı. Bizim köyden traktöre binerek o soğuk havada Kulp Çayı köprüsüne geldik. Orada yüzlerce araç birikmişti. Muş yolundan Gelîyê Bilûr’a kadar gittik. Orda konvoy cenazelerin getirilmesini bekledi. Serê Sipî’de acayip kar yağmıştı. Cenazeleri getirmeye gidenler içinde bazıları donma tehlikesi yaşamıştı. Saatler süren bir bekleyişten sonra cenazeler getirildi ve Kulp’a doğru yol almaya başladık. Akşam karanlığı çökmek üzereyken Kulp çayı köprüsüne vardık. Büyük bir asker kalabalığı elinde silahlarla köprünün üzerinde bekliyordu. O gün ilk defa tank gördüm, sanırım Kulp’a ilk defa bu olayda tanklar getirildi. Askerler cenazelerin köprüden geçirilip ilçe merkezine götürülmesine kesinlikle müsaade etmeyeceklerini söylediler. Uzun bir bekleyişten sonra o gece kitlenin büyük bir kısmı dışarda ateşler yakarak bekledi. Cenazeler Sirnas köyüne götürülüp yıkandı. Sabahleyin yine köprü başında ilçeye girmek için kitle ilerlemeye başladı.” (Kişisel Görüşme, 16.09.2013, Kulp).

Bu arada Lice’den Pasûr’a doğru yola çıkan sekiz bin kişilik konvoy Sarum Çayı köprüsünde bekletiliyordu. Pasûr ve Solhan kırsalındaki cenazeleri almaktan dönen 150 araçlık konvoy ise Kulp Çayı köprüsü üzerindeki askeri arama noktasında durduruldu. Bunun üzerine ilçe merkezinden yaklaşık üç bin kişilik bir kitle köprüye doğru yürüyüşe geçti. Askeri yetkililer ile yapılan bütün görüşmelere rağmen cenazelerin geçişine kesinlikle izin verilmeyeceği belirtildi. Kulp Çayı üzerindeki köprü başında bulunan halkın engellenmesi üzerine gerçekleşen olayları Mustafa Doğan kitabında şöyle anlatır.

“DYP Diyarbakır Milletvekili Salim Ensarioğlu Başbakan Süleyman Demirel’e çıkarak, cenaze konvoyuna izin verilmesini istedi. Aynı gün yine SHP milletvekili Hatip Dicle ve 8 Kürt kökenli milletvekili de İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’le görüşerek olayların çıkmaması için girişimde bulunmasını istedi. İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, Kulp Tabur Komutanlığı’nda olan Albay İsmet Yediyıldız’ı aradı, ancak telefon yüzüne kapatıldı. Bunun üzerine Bakan Sezgin, Diyarbakır Valisi Muzaffer Ecemiş’i Kulp’a göndererek onunla görüşmesini istedi. Vali Ecemiş, Kulp ilçe merkezinde binlerce kişinin Sarım Çayı üzerindeki köprüde engellenmesini protesto eden kalabalığa hitap ederek sakin olmalarını istedi ve cenazelerin verileceğini söyledi.

Ardından Kulp Tabur Komutanlığı’nda Albay Yediyıldız ile görüştü. Valiyi dikkate almayan Albay Yediyıldız’ın cevabı kesindi: “Bu olay ne sizi, ne de bakanı ilgilendiriyor. Ben üstlerimden emir alırım.

24 Aralık tarihinde gerilla cenazelerini getiren kitlenin Kulp’a girişine yine izin verilmedi. Öğlen saatlerinde HEP İl Başkanı Hüseyin Turhallı barikatın yanındaki Üsteğmen’in yanına gelerek kitlenin girişine izin verilmesini istedi. Ancak Üsteğmen, silah kullanmak için emir aldığını belirterek, “Bir tek kişi köprüyü geçerse öldürürüm. (Araçlardaki gerilla cenazelerini kastederek) Bakın 3 cenaze var, az sonra 30 cenaze olacak. Burada adam öldüreceğim” dedi.

Öğleden sonra Kulp Taburu’na karargah kuran Albay İsmet Yediyıldız, korumaları ile birlikte köprünün başına gelerek barikatın arkasındaki kitlenin de duyabileceği şekilde askerlere, “Köprüden tek kişi geçirtmeyeceksiniz. Geçen olursa öldürün. Tohumuna para mı verdim” diyerek oradan ayrıldı[1] ”

Bütün bu gelişmelerden sonra kitle cenazelerle birlikte köprüyü geçerek sloganlar eşliğinde harekete geçti  ve tam bu esnada askerler tarafından sivillerin üzerine ateş açıldı. Bu anın tanığı otuz iki yaşındaki görüşmeci olayların devamını şöyle anlatıyor:

“Askerlerden biri silah patlattı ve sonrasında kurşun yağmuru başladı. Kitlenin tarandığı yerin daha yukarısında bekleyen özel birlikler bizi taramaya başladılar. Hiç unutamıyorum bir adam kaçmaya başladı, kurşunlar da sanki onu takip ediyordu. Sonra köprünün üzerinden soğuk suya atladı. Tam onu izlerken birden yanımdaki adam “ah!” diye bağırdı ve yana düştü. Yanımdaki başka bir adam onu çevirdi, baktık kurşun kulağından girmiş içeri. Korkunç bir andı! Hayatımda ilk defa bir ölü görüyordum. Sonra saatlerce o ıslak yerin üstünde yüzüstü yatarak bekletildik. Kafasını kaldıranı vururuz diyorlardı.” (Kişisel Görüşme, 16.09.2013, Kulp).

Olay sonrasında yedi sivil yaşamını yitirdi ve onlarca kişi yaralandı. Aynı muamele Lice’den gelen kalabalığa yönelik de gerçekleşti ve burada da 3 sivil yaşamını yitirdi[2].

Olaydan sonra bir televizyon programında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ile tartışan RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, “Kulp ve Lice’de üç bin kişi kar üzerine yatırılarak saatlerce bekletildi” diyordu. Yine olay günü Pasûr’da olan HEP Diyarbakır il başkanı Hüseyin Turhallı olaya ilişkin şunları söylüyordu:

“24 Aralık günü saat 09:45 sıralarında Kulp-Muş karayoluna çıkmak isteyen halka ateş açıldı. SHP milletvekili Mahmut Uyanık ile birlikteydik. Daha sonra 59 yurttaş gözaltına alındı. Geri kalan vatandaşların paltoları soyduruldu. Buzla kaplı zemin üzerine elleri başlarının üzerinde yüzüstü yatırılıp yaklaşık 6 saat bekletildiler. Yerlere yatırılanlar içinde bulunan genç kızlara cinsel tacizde bulunuldu.[3]

Turhallı’yı doğrulayan cümleleri bu defa olay günü orada bulunan 40 yasındaki bir kadın anlatıyor:

“Saatlerce bizi yüzüstü yatırdılar. Bir komutan iki defa ayağındaki o kocaman botlarla kafamı ezdi, çok pis küfürler etti bana. Oradaki kalabalığın belki üçte biri kadınlardan oluşuyordu. Bizleri erkeklerden ayrı bir yerde yüzüstü yatırdılar ve etrafımızda dolanan komutan sürekli küfürler ediyordu, tekmeliyordu.” (Kişisel Görüşme, 18.09.2013, Kulp).

Serê Sipî Olayı’nın ardından gerçekleşen bu devlet şiddeti Pasûr’da gün geçtikçe büyüyen serhildanlar dönemi için sonun başlangıcı oldu. Bu olaya tanıklık eden birçok kişiyle yaptığım derinlemesine görüşmelerde ortaya çıkan temel fikir bu yöndeydi. PKK’nin yükselen silahlı direnişi ile paralel büyüyen serhildanlar devletin yedi sivilin ölümü ve birçok kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan korkunç şiddeti ile tamamen bitmese de ciddi oranda azalmış, halk sindirilmişti. Yetmiş yaşındaki olay tanığı bir görüşmeci Kulp Çayı köprüsündeki sivil katliamın etkilerini şöyle sıralıyor:

İnsanlar bu olaydan sonra çok korktu. Biz hepimiz diyorduk PKK Kulp’u kurtaracak devletin elinden, Kürdistan kurulacak. Bu olaya kadarki yürüyüşlerde devlet silah patlatmamıştı. Siviller kendinden emin bir şekilde yürüyüşlere geliyordu ama ne zamanki devlet bu zalim yüzünü gösterdi, insanlar korktular, evlerine çekildiler. (Kişisel Görüşme, 08.09.2013, Kulp).

Otuz iki yaşındaki bir diğer tanık ise katliamın etkilerini şöyle anlatıyor:

“Kulp halkı devlete karşı kırılmayı ilk bu olayda yaşadı. Bu olaydan sonra da gerilla cenazeleri geldi ama artık eskisi gibi görkemli değildi yürüyüşler. Zaten kısa bir süre sonra da Recep astsubay geldi ve artık gerilla cenazeleri belediyenin çöp traktörü ile taşınıp bir iki metrelik çukurlara toplu olarak gömülüyorlardı. Halk adeta sindirildi.” (Kişisel Görüşme, 16.09.2013, Kulp).

Tanıkların da belirttiği gibi Pasûr katliamı, ilçenin siyasal yöneliminin yönünü uzun süre geri döndürülemez bir yöne çevirdi. Bu katliamın ardından bu defa 2 Ekim 1992′de çıkan çatışmada üç askerin öldürülmesi üzerine ilçe merkezi ablukaya alındı. Akşam karanlığı basmak üzereyken Pasûr ilçesi taranmaya, evler, dükkanlar top ve roketlerle dövülmeye başlandı. Dükkanlar yakılıp yıkılırken, sokağa çıkma yasağı ilan edildi. İlçenin dünya ile bağlantısı telefon hatlarıyla birlikte kesildi. Pasûr’a tüm giriş ve çıkışlar yasaklandı. Evler tek tek arandı, çok sayıda insan gözaltına alındı. Saldırı dört gün boyunca sürdü. Dördüncü günün sonunda, öğle vakti, üç saatliğine sokağa çıkma yasağını kaldırıldı. 3, 4 ve 5 Ekim tarihlerinde ilçe merkezinin yakılması ve Vahit Narin’in öldürülmesinin[4] ardından ilçeye giden altı kişilik Alman avukat heyeti ilçede iş yeri ve araçların büyük oranda tahrip edildiğini, halkın yiyecek sıkıntısı çektiğini söylüyordu[5]. Ergün Gürsoy imzalı bir haberde ise halkın büyük bir kısmının ilçeyi terk ettiği, halk ile yapılan görüşmelerde otelde yanarak can veren Narin Otel sahibi Vahit Narin’in kızı PKK militanı olduğu için güvenlik güçlerince otele kapatılıp diri diri yakıldığı belirtiliyordu[6].

Sonuç olarak, 1990-93 arası dönem halkın siyasal düzeyde yoğun bir şekilde mobilize olduğu önemli bir zaman aralığıydı. PKK bu dönemi “serhildan” yani “isyan, ayaklanma” olarak tarif ediyor ve bir sonraki aşamanın halk savaşı olacağını öngörüyordu. PKK’nin hem silahlı mücadelede orduyu ciddi düzeyde zorladığı, hem de siyasal taban desteğini kitlesel eylemselliklerle pekiştirdiği bu dönemde, devlet de Kulp katliamında olduğu gibi sivil insanları öldürerek, vatandaşlara bu tür eylemlere katılmamaları yönünde baskı uygulayarak ve özel savaş yöntemlerini devreye sokarak PKK’nin tabana yayılmasına engel olmaya çalıştı. Özellikle koruculuk sistemini yaygınlaştırması ve buna direnenleri köy yakmaları ve zorla yerinden etme yöntemleriyle pasifleştirmekle yetinmeyen devlet, hem askeri alandaki “topyekûn savaş” stratejisinden “düşük yoğunluklu” savaş stratejisine geçerek, hem de JİTEM gibi “derin devlet” yapılarını harekete geçirerek bu yükselen kitlesel mobilizasyonun önüne geçmeyi başardı. Nitekim bu tür kitlesel eylemler 1993′ten sonra neredeyse durdu.

Devletin bu “başarısının” ilk sembolik göstergesi 10 Aralık 1993′te Pasûr’da, halkın cuma namazı çıkışında PKK’yı protesto yürüyüşü yapması/yapmaya zorlanması oldu. Büyük bir kısmı zorla yerinden edilmiş olan Kulp’ta, geriye kalanlar da ya korucu olmuş, ya da büyük baskı ortamında siyasal kimliğini tamamen saklayan bir pozisyona mecbur kalmışlardı. Pasûr’un bu deneyimi, PKK ile mücadelede devlet şiddetinin yerellerde yarattığı korku ve kapanma durumunu çok açık bir şekilde gözler önüne seriyor.

HUKUKİ SÜREÇ

Sivil bir halk eylemine yönelik devletçe gündüz ortasında gerçekleştirilen bu korkunç katliamın ardından yapılan suç duyurusu üzerine Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi 1992-11 sayılı kararı ile davada görevsizlik kararı vererek dosyayı Kulp Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi. Kulp Cumhuriyet Savcısı Mustafa Akkuş tarafından soruşturulan dosyada, katliamın baş sorumlusunun Albay İsmet Yediyıldız olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine savcı Akkuş 25 Ağustos 1992 tarihinde, Albay İsmet  Yediyıldız’ın yargılanmasına izin verilmesi için Adalet Bakanlığı’na başvurdu. Savcı Akkuş, başvuru dosyasında, 24 Aralık 1991 tarihinde devlet güvenlik güçlerinin olay anında kalabalığa ateş açması sonucu 7 kişinin olay yerinde öldüğünü, olay tarihinde Asayiş Komutanlığı’na vekil sıfatı ile Jandarma Binbaşı Seyhsuvar Öztoprak’ın baktığını, ancak olay yerinde ve olayın oluşu esnasında Ergani Jandarma Komando Taburu, Hazro Jandarma Komando Bölüğü, Lice Jandarma Komutanlığı, Silvan Jandarma Komutanlığı ve Kulp Jandarma Komutanlığı’na ait personelin götürüldüğünü, olay anında şahısların münferit olarak bütün araştırmalarına rağmen tespit edilemediğini ve bu birliklerin üst komutanı olarak İl Alay Komutanı ve olayda Asayiş Komutanı sıfatı ile Jandarma Kıdemli Albay İsmet Yediyıldız’ın güvenlik güçlerine emir verdiğini belirtti. Ancak savcının albayın yargılanması için Adalet Bakanlığı’na  gönderdiği yazıya  herhangi bir cevap gelmedi. Diyarbakır İl Jandarma Alay Komutanı Albay İsmet Yediyıldız, bir süre sonra Tuğgenaralliğe terfi etti. Jitem itirafçıları İbrahim Babat ve Abdülkadir Aygan’ın başına yansıyan ifadelerinde, Temmuz 1991 tarihinde evinden kaçırılarak öldürülen HEP İl Başkanı Vedat Aydın’ın kaçırılması talimatını Albay İsmet Yediyıldız’ın verdiğini açıkladılar.  Ayrıca yine Albay Yediyıldız’ın ismi, Diyarbakır’da görülen 3 ayrı Jitem dosyasında da geçti. Ne Kulp’ta yaşanan katliam, ne de Vedat Aydın cinayetine ilişkin Albay İsmet Yediyıldız hakkında yargılama izni çıkmadı. Ve İsmet Yediyıldız, Tuğgeneralliğe terfi ettikten sonra emekli oldu. 6 Kasım 1999 tarihinde ise Trabzon’da yaşanan faili meçhul bir trafik kazasında tüm sırlarıyla birlikte öldü.[7]

Katliamdan sonra bunlar yaşanırken, adeta unutulan, sümenaltı ettirilen katliam dosyası 2012 yılında yeniden açıldı. Katliamda ölen iki kişi için avukat Nahit Eren’in “5233 Sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Yasası”ndan faydalanmak için yaptığı başvuru üzerine, Kulp Cumhuriyet Savcılığı yeniden soruşturma açtı. Soruşturmanın açılması ile birlikte dosya zaman aşımından kurtarılırken, “Adam öldürmek ve adam öldürmeye teşebbüs”ten açılan soruşturma kapsamında olayın yaşandığı gün Kulp’ta görevli olan 37 subay ve astsubayın ifadesi alındı. İfadelerin alınmasından sonra Cumhuriyet Savcısı’nın iddianame hazırlayacağı belirtildi. Avukat Nahit Eren’in açıklamaları ANF’ye[8] şu şekilde haber oldu:

“Kulp’taki ölüm olayıyla ilgili yakınlarını kaybedenlerden iki kişi başvuru yapmamızı istedi. Biz de valiliğe başvuru yaptık. Sonra bizden olaya ilişkin evraklar istendi ancak bunun için savcılığa müracaat ettiğimizde, böyle bir dosyanın olmadığını, kaydının olduğunu ama dosyanın işleme tabi tutulmadığını fark ettik” dedi. Ardından Adalet Bakanlığı Cezaişleri Başkanlığı ve Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı’na başvurduklarını ifade eden Eren, ekledi: “Dosya, bu kurumlar arasında gidip geldi. Aileler ve biz ısrarcı olduk ve 7 kişinin ölümüyle ilgili sanıkların, şüphelilerin olduğunu; neden işlem yapılmadığını sorguladık. Bundan bahisle müracaatta bulunduğumuz savcılar ve bakanlık harekete geçti, evraklara ulaşmaya çalıştılar.” Katliamın yaşandığı dönemlerde hazırlanan fezleke ve tutanaklarda, ateş emrini veren kişi olarak, 1999′daki bir trafik kazasında ölen Albay İsmet Yediyıldız’ın şüpheli kabul edildiğini ve Yediyıldız’ın emriyle halkın üzerine ateş edildiğinin anlaşıldığına dikkat çeken Nahit Eren, “Görevini kötüye kullanmak ve adam öldürmek suçlaması ile soruşturma açılmış ama hiçbir işlem yapılmamış.”

Basında çıkan haberler üzerine çok kısa bir süre sonra Cumhuriyet Savcılığı soruşturma kapsamında 37 askerin ifadesinin alınması konusunun medyaya yansıması üzerine gizlilik kararı aldı[9]. O dönemde ana akım medyada da dikkat çeken dava, gizlilik kararı alınmasının ardından büyük bir sessizliğe gömüldü. En azından basından takip edebildiğim kadarı ile davaya dair herhangi bir karara henüz varılmış değil. Yedi sivilin ölümü, birçok kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan Pasûr Katliamı bu acı sonuçlarla sınırlı kalmayan, sonrasında ilçenin doksanlı yıllardaki siyasal angajmanlarını da belirleyen çok önemli bir milat olarak kaldı insanların belleklerinde. Bu katliamın üzerinden daha bir yıl geçmeden bu defa ilçe merkezinin taranması, yakılması ve bir sivilin diri diri yakılarak öldürülmesi ile devam eden devlet şiddeti Pasûr’un uzun bir süre politik olarak sessizleştirilmiş bir pozisyonda kalmasına neden oldu. Ta ki yeni kuşak bireyler bu korkunun duvarlarında çatlaklar yaratana, Pasûr’un doksanların başındaki serhildan ruhunu geri çağırana dek…


[1]     Bu olay ile ilgili ayrıntılı bir yazı için bkz. Mustafa Doğan, « 21 yıl önceki Kulp katliamında 37 askere soruşturma », 26.06.2012, http://www.anf.bz/news/guncel/21-yyl-onceki-kulp-katliamynda-37-askere-soruthturma.htm

[2]     Serxwebûn, Ocak 1992. Ölen kişilerin sayısı hakkında verilen rakamlar tutarlı değildir. Cumhuriyet gazetesine göre olaylarda 8 sivil ve 3 asker öldü. Ölen sivillerin 5′i Kulp’ta, 3′u Lice’den (Cumhuriyet,26.12.1991).

[3]     Cumhuriyet Gazetesi, 30 Aralik 1991

[4]     Milliyet Gazetesi, 6 Ekim 1992

[5]     Cumhuriyet Gazetesi, 8 Ekim 1992

[6]     Cumhuriyet Gazetesi, 9 Ekim 1992

[7]     Mustafa Doğan, « 21 yıl önceki Kulp katliamında 37 askere soruşturma », 26.06.2012,http://www.anf.bz/news/guncel/21-yyl-onceki-kulp-katliamynda-37-askere-soruthturma.htm

[8]     Ali Barış Kurt, « Kulp katliamı dosyası yeniden nasıl açıldı? », 28.06.2012,http://www.ajansafirat.net/news/guncel/kulp-katliamy-dosyasy-yeniden-nasyl-acyldy.htm

[9]     ANF, « Kulp katliamı soruşturmasında gizlilik kararı », 15.07.2012,http://www.ajansafirat.net/news/guncel/kulp-katliamy-soruthturmasynda-gizlilik-karary.htm