Suriyelilere Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmesi konusu siyasetin, toplumun, medyanın gündeminde bu aralar. Sorunlar değil ama konu Cumhurbaşkanı’nın Kilis’te “Kardeşlerimizin içerisinde inanıyorum ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak isteyenler var. Konuyla ilgili olarak İçişleri Bakanlığımızın bu konuda attığı adımlar var. Ellerinden geleni bakanlığımız oluşturduğu bir ofisle takip etmek suretiyle bu kardeşlerimize bu yardımı, bu desteği yaparak, onlara vatandaşlık imkânını vereceğiz” demesiyle başladı.

Erdoğan, bu sözlerinden sonra “ağız değiştirmesi” nedeniyle eleştirildi. Çünkü aynı Erdoğan 2014’te Gaziantep’te “Şartlar düzeldiğinde evlerine dönecek” ifadelerini kullanmıştı. Onun bu “unutkanlıklarına” alışkın olunduğu için pek de yadırganmadı aslında. Sonuçta Türkiye’nin yakın tarihine damga vuran “Dün dündür, bugün bugündür” siyasî yaklaşımı her dönem belirleyici olmuştu.

Sözü çok uzatmadan Erdoğan iktidarının Suriyelilere vatandaşlık verilmesinin altında olası referandum ve seçimlerde oy kullandırılması planının yattığı konuşuluyor; böylece Erdoğan’ın çok istediği başkanlık rejimini “resmen” ilan edeceği vs. Ancak olay kuyuya taş atan bir delinin ihtiraslarından çok daha önemli. Yani yalnızca, “kurnaz” siyasetçinin Suriyelilere, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı vererek oy devşirme, matematiksel tespite göre 1 milyon 500 bin civarında seçmen yaratma planı ve belki de bu yolla “başkanlık” rejimini gerçekleştirme konusu değil!

Suriyelilere vatandaşlık verilmesi çalışmalarının başlatılması yalnız siyasî arenada değil, toplumun farklı kesimlerinde yankı uyandırmasıyla “Suriyelileri istemiyoruz” yanılgısına sürüklenenler oldu. Onların neden ülkelerini, “vatanlarını” savunmayıp Türkiye’ye göç ettikleri de uzun zamandır yapılan “sorgulamalar”dan. Konuyu “ırkçılığa” vardıranlar da epeyi fazla.

İşin medya ayağında ise Sözcü gazetesi Suriyelileri “it, kopuk” diye nitelendirerek “işin hakkını veriyor.” Sözcü ve benzerleri manşetten verdiği haberlerde “Erdoğan’ın ‘Vatandaş yapacağız’ dediği üç milyon Suriyeli arasında iti kopuğu, katili, yobazı, dinci teröristi ne ararsan var” gibi söylemlerle hedef gösterip nefret yayabiliyor. Veya “Her biri üç beş çocuk yapıyor” gibi başlıklarla ırkçılığı körükleyebiliyor. Dahası Suriyelilerin Türkiye topraklarını “vatan” bellemelerinden duyulan endişe kaba bir şekilde ifade ediliyor.

Tarih savaşlar; yenilgiler, zaferler, fetihler ve tüm bunların sonucunda insanların oradan oraya savrulmalarıyla dolu; o savrulmaların getirdiği yoksulluklar, yokluklar, hastalıklar, ölümler ve acılarla… Tarihi salt savaşlar ve o savaşları kazanmasıyla ünlü hükümdarların, ihtiraslı liderlerin tarihi olarak görürsek “insan”a en büyük kötülüğü yine kendimiz yapmış oluruz. O zaman zalim ile mazlumun bir farkı kalmaz. İyi ile kötü bulanıklaşır. Suçlu ile masum ayırt edilemez. Gerçek ile yalan birbirine girer. Hırsızlık ile alınteri birbirinden ayrılamaz.    

Karl Marks “Bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” demişti. Savaşları çıkaranlar veya savaşlara sebep olanlar “devlet” çatısı altında toplanan hırslı liderler ile onlarla organik bağları olan ulusaşırı şirketlerin tamahkârlığı değil mi? Silah firmalarının varlığını sürdürmesi dolayısıyla silah ticareti değil mi?

Kapitalizmin bugün vardığı vahşi boyutlarının sonuçlarından biridir “göçmen sorunu.” Bu yüzden yalnız Türkiye’nin değil, tüm dünyanın sorunu olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Türkiye’de patlatılan canlı bombalarla yüzlerce masum insanın ölmesinden hırsızlıkların artmasına, iş ücretlerinin düşmesinden huzursuzlukların yaşanmasına değin birçok sorundan göçmenler sorumlu tutuluyor.

Makro düzeyde ise Batı ülkeleri göçmenleri topraklarından yer yer kaba güçle de uzak tutarak sorunu “çözmüş oluyor.” Uluslararası toplantılarda konu gündeme geldiğinde Türkiye gibi ülkelere bir yandan “rüşvet” verilebiliyor. Bir yandan da Avrupa Birliği İlerleme Raporları’nın açıklanması ertelenerek o ülkedeki insan hakkı ihlalleri ile basın ve ifade özgürlüğü alanındaki ciddi sorunlar görmezden gelinebiliyor.

İster mikro düzeyde Türkiye’nin tavrı olsun isterse küresel ölçekte Batı’nın; insanların oradan oraya savrulmaları, savrulurken minik bedenlerin kıyılara vurması, genel adıyla “mülteci sorunu” için bir adım atılmış değil.

Nerede olursa olsun göçmenlerden nefret etmek yerine öncelikle dikta rejimleri ve “süper güç” veya “emperyal” olarak bilinen devletlerin vakti zamanındaki yıkıcı savaş, işgal, sömürü politikaları konuşulmalı.

İkinci sırada mültecileri kendi ülkelerinden uzak tutmak için insanlığı pazarlık konusu yapan devlet ve kendi değerlerine ters düşen uluslararası kuruluşların tavrı; üçüncü olarak ise yıllarca komşusundaki savaşa benzin taşıyan ve sonuçlarının içte patlamalarla, canlı bomba eylemleriyle ortaya çıkmasından sorumlu Erdoğan iktidarının politikaları tartışılmalı.

Türkiye’nin, Suriyelilere kucak açmasını sorgulamaktan çok o insanların ülkeye neden kontrollü bir şekilde alınmadığı ve daha da önemlisi artık ekonomik, sosyolojik ve siyasî bir olgu olarak karşımıza çıkan hayatî meselenin toplumsal, eğitimsel, psikolojik vb. çözümü için doğru dürüst adım atılmadığı tartışılmalı.

Suriyelilerin, ülkede ucuza çalıştıkları için iş ücretlerini düşürdüklerini konuşmaktan çok, onları kaçak yollarla çok düşük ücrete çalıştırarak kârına kâr katan patron ahlakı sorgulanmalı.

Suriyeli çocukları hâkir görmek yerine o çocukları yerden yere vurarak dövenlerin düşmanlığını konuşmalı.

Medya sorunun geçmişini unutup nefreti, ırkçılığı, çözümsüzlüğü körüklemek, bazı kesimleri kışkırtmak yerine çözüme yönelik barış dilini kullanmalı.

Yoksa Aylan bebekle simgeleşen her gün ölü çocuk bedenlerinin kıyıya vurmasına üzülmeye de hakkımız olmayacak; 1 yaşında besinsizlikten ölen Garam bebeğe de. Trafik ışıklarında cam silen o çocukların hâlini de anlayamayacağız; bayram günlerinde üstü başı olmayan Suriyeli bir çocuğun hâlini de. Bir kış günü otobüsün egzozunda ısınmaya çalışan Suriyeli küçük kız çocuğunun acısını da hissedemeyeceğiz; ailesiyle Yunan adasına geçerken botun batması sonucu ölen ve geriye, bot su alırsa suda ıslanarak ağırlık yapacağı için kesilen saçları kalan 10 yaşındaki kız gibi onlarcasının dramını da...