“Hayat ve felsefe hakkında öğrendiğim her şeyi futbola borçluyum, zira top hiçbir zaman tuttuğum köşeden gelmedi” -A. Camus

Futbol, teknokrasisi ile pek bir övündüğümüz modern toplumda şaşırtıcı biçimde en geniş nüfusu kaplayan payda; vefatların, ayrılıkların ve iflasların arasında kendine kolaylıkla yer bulabilen bir acı… Günümüzde diziler kendilerine doğru basitliği yakalamaları ayarında yer bulurken, Kenan İmirzalıoğlu’nun “Ezel’in bu kadar beğenilmesine hala şaşkınım, insanların işten geldiklerinde böyle kafa yoran bir kurguya bağlanmaları mutluluk verici” açıklamasını hatırlayalım, herhangi bir köy kahvesinde deplase koşusu, sürklase etmek, kademeye girmek rahatlıkla anlaşılabiliyor. Başka bir deyişle omurilikten izliyor, tartışıyor, oynuyoruz futbolu. Ancak akımların, pozisyonların, eğilimlerin ve stratejilerin, daha genel konuşmak gerekirse her şeyin günbegün değiştiği futbolda perdenin arkasını görmek herkese nasip olmuyor ne yazık ki. Tuttuğun takımın haftalık skorlarının dışında tüm dünyanın ortak konuştuğu dilin, Maradona’dan, Best’ten, Cantona’dan süregelen geleneğin farkında olan bir beyefendi ile söyleştik bu sayı. Osman Bulugil ile konuşmalarımıza geçmeden evvel uyarmakta fayda görüyorum, zeminimiz ıslak, arkaya atılan derin toplara karşı uyanık olmakta fayda var…

Batur Upçin / Zamansız

Soruları detaylandırmadan evvel sormak gerek diye düşünüyorum, izlediğin bir maçtan beklentin nedir? Hakem son düdüğü çaldığında “Helal” demen için neler gereklidir, doğru pozisyon almış savunma mı, yaratıcı hücum varyasyonları mı, gelişine sert ve düzgün vurulan şutlar mı yoksa “Bloklar arası yardımlaşma” mı? Bu bağlamda son zamanlarda aklında kalan bir maç var mı?

Öncelikle Galeano gibi bir futbol dilencisiyim diyemem. Güzel futbol olarak geniş nitelemeyi biraz daha daraltıp, estetik futbolu ararım izlediğim maçlarda. Huizinga, oyuna katılırken özgür olduğumuzu, ama bir kez katılınca oyunun kurallarına tabi olduğumuzu vurguluyor. Futbol maçı da böyle bir tarafıyla. Oyuncunun yetenekleri, yapabilecekleri oyunun sınırı- teknik adamlar tarafından belirlendiği bir futbol var kaşımızda. Tam da görev adamlarının didişme futboluna karşı direniş gösteren, ‘başka’ bir futbolun mümkün olduğunu hatırlatan futbol devrimcilerini arıyorum sahada.

Düşündüğümde ilk alkıma gelen maç, Mourinho’nun ilk El Clasico’su. Barcelona’nın bir yıl önceki Inter maçının rövanşını aldığı maç. Barcelona’nın pas yapmasında değil mesele, ya da 5–0 kazanması da. Oynadığı oyunun felsefesi, Barcelona’nın görünmeyen tarafı. Bunu sadece Hollanda’nın Total futbol ekolüne indirgemek yetersiz kalıyor. Bu oyun aslında, bugünkü Endüstriyel futbolun, oyunsuz futboluna karşı bir duruş… Uzun yıllar verilen bir emeğin ürünü. Total futbolun bu oyunda yeri açık. Fakat Valeri Lobanovski’den bugüne başka bir futbolun izleri var Barcelona’da. Saha içinde küçük üçgenlerin kurulduğu, dinamik, oyuncuların bir mevkide çakılıp kalmadığı, bir sonraki pozisyona göre düşünen oyuncuların olduğu ve saha içinde enerjinin daha eşit dağıldığı bir futbol.

Futbol olarak algımıza sokulanın da Mourinho vari taktiklerin olduğunu hatırlayalım. Birkaç ay önce oynanan EURO 2012’de takımların kazanamıyorsan kaybetme algısıyla futbolsuz didişmelerini izledik. Total futbolun mucidi Hollanda’nın iki ön liberoyla (daha defansif, kesici orta saha) sahaya çıkması bugün futbolun geldiği noktayı gösteriyor. Maçı kazanmak veya kaybetmek artık bir oyunun (estetik bir oyunun) bir parçası olmaktan çıkarken, kaybetmemek adına saha içi varyasyonların geliştirildiği ve bunu en iyi yapanın da başarılı sayıldığı bir kavramsal düzenek var karşımızda.

Belirli standartlara oturtulmuş, şu kadar km koşan vb. savaşçı oyunculardan oluşan robot takımlar... Bunu yapabildikleri oranda da başarılı sayıldıkları bir algı. Böyle olunca normal dışı saydıklarını arıyorum sahada. Üzerine yüklenen görevlerin dışında oynayan, bazen futbolun estetiği, zevki için kaybetmeyi de göze alan, kaçırdığı golden sonra buz gibi bakışların değil, içten gülücükleri olan (Ronaldinho, Luiz N. Ronaldo gibi), çocukluğunun futbolunu oynamaya çalışan, futbol direnişçilerini izlemek keyif veriyor bana. Bugün bunu da tabi en başta Latin kökenli futbolcular ve Avrupa’da da Barcelona’lı birkaç futbolcu (Xavi, İniesta, Messi) yapıyor. Bu yıl oynanan şampiyonlar Ligi, Barcelona – Chelsea maçların da Chelsea’nın kaybetmemeye ve oynatmamaya yönelik pratiklerini izledik.

Hatta bu maçlar gibi Real Madrid’in Camp Nou’da oynanan en son El Clasico’yu kazandığı maç, oldukça ilginçti. Guardiola, sanki orta sahada top hakimiyeti eksiği varmış gibi üçlü defans ile sahaya çıkıp, orta sahayı kalabalık tutmayı tercih etti. Bunun üzerine, Real Madrid’li futbolcular da, Mourinho’dan kart yemeden ve oyundan atılmadan nasıl faul yapılır çok iyi öğrenmişler. Önümüzdeki süreçte de El Clasico’da da Real’in şansı yüksek. Çünkü Pepe, İniesta’yı doksan dakika tekmeleyip sahada kalabiliyor(!). Böyle olunca estetik futbolu konuşacak zeminimiz çok kısıtlanıyor.

Eskiden taraftarlık saatler öncesinde stat kapılarında sabahlamak iken günümüzde fazladan alınan formalar ile bağlılık ölçülüyor. Aklıma ilk gelen örnek, tarihinde Avrupa kupalarında kendi sahasında maç kaybetmemiş Aris’in muhteşem atmosferinden değil, her sene on binlerce kombine satan kulüplerden bahsediyor oluşumuz. Taraftarın kulübe maddi anlamda destek olmasının karşıtı değilim elbette, Napoli taraftarının Maradona transferi şüphesiz hala etkileyicidir, ancak türlü ürünler ile taraftarın buna güdümlenmesini kendi adıma doğru bulmuyorum. Taraftar profilin deki bu değişim hakkında senin fikirlerin nelerdir, sence nelerden kaynaklandı bu akım?

Öncelikle kulübe taraftarlık görevi olarak, kombineyi almakla başlayan ve lisanslı ürünleri tüketmekle devam eden bir anlam yüklenmiş durumda. Stada gelenler için sahadaki maç da tüketimin bir parçası ve hafta sonu tüketilen ve tüketirken hep yeniden üretilen bir etkinliği gösteriyor. Sadece hafta sonu maça gelmekle değil, hafta içi de devam eden TV ve reklam yoluyla tüketimin yeniden üretilmesini de kapsıyor gördüğümüz fotoğraf.

OTOPARKLAR YALAN SÖYLEMEZ

Endüstriyel futbolun ‘modernize’ edilmiş statlarında cefakâr taraftara yer yok artık. Dönüşümü taraftarın dışlanması/ötekileştirilmesi (Liverpool Kop tribününü hatırlayabiliriz) ve tüketim kalıplarının bir parçası olan seyirciler. Taraftarın stat dışına atılması tam da işçi sınıfının futbolsuz bırakılması demek (Ken Loach’ın Looking for Eric filmindeki ‘otoparklar yalan söylemez’ sahnesini hatırlayabiliriz).

İngiltere’de oyunculara yönelik tavan ücret uygulaması kaldırıldıktan sonra, futbolcular yavaş yavaş starlara dönüşüyordu. Sonraki süreçte de Theacher iktidarıyla beraber işçi sınıfının elinden kayan bir futbol karşımızda olan. Döneminin iktidar hatalarından kaynaklanan stadyum faciaları ve Taylor raporu sonrasında, holiganizme karşı savaş yaftasıyla başlayan süreçle, yeniden modernize ettikleri statlarında, artık ayakta maç izleyen, pasiflik yerinen inadına bir aktifliği barındıran taraftara yer yok. Bilet fiyatlarının Premeir Lig’de son 15 yılda yüzde 200’den fazla artması durumu yansıtıyor aslında. Ya da Berlusconi’nin Milan’ın efsane tribünü FDL’yi yok etmek için bilet fiyatlarını nasıl artırdığını hatırlayalım. Statlar artık haftanın yedi günü, tüketimin yapıldığı, lisanslı ürünlerin satışı kadar, birer AVM’ye dönüşen kompleksler ve bu tüketimin parçası olan futbol turistleri. Bugün Premier Lig’de, modern taraftar olarak sundukları seyircileri de, bir tarafıyla, artık futbol turisti olarak nitelememiz çok doğal olsa gerek. Braudel’in bahsettiği kuzeyli turistin Akdeniz’i istilasını hatırlatıyor. Bugünün seyircileri de artık, işçi sınıfının elinden kayıp giden stadyumların istilacıları… Kuzeylilerin koşa koşa geldikleri Akdeniz’de, turizmlerinin/tüketimlerinin nesnesi olma tehlikesiyle karşı karşıya olan Akdeniz tarzı yaşama, bir gerçeğe katılır gibi katılmadıkları ve tatilleri biter bitmez düzenli bir biçimde döndükleri kuzeydeki (artık fosil haline gelmiş yaşamları ve parayla satın alınan yazların sahte yaşamı) yaşamları…

Futbol turistleri de, stadyumların istilacıları olarak var olmaya başladıklarından beri sahadaki oyun artık başka bir şeye karşılık geliyor: futbol turistinin fosil haline gelmiş yaşamlarında, oyuna -bir gerçeğe- katılmaktan öte, oyunun parayla satın alınmış sahte yaşamlarının bir parçası haline dönüşmesi…

Tarihin başından beri parlarken patlayan yıldızlarla dolu bir geçittir Avrupa futbolu. “Hitlerin Blitzkrieg uçaklarından beri İngiliz erkeklerine yapılmış en büyük aşağılama” olan George Best’ten tutun da yerli ama bazen de biraz yersiz şubesi Tanju’ya kadar pek çok futbolcu başarının yükünü kaldıramayıp yeteneklerini heba etti. Bir futbolcuyu o ince psikolojik sınırda tutan nedir? Dizleri parça parça olmuş “semt çocukları” mı daha yatkındır heba olmaya yoksa piyano derslerini ihmal etmemiş Kaka türevleri mi?

Kesinlikle ‘semt çocukları’… İlk sorunuza da atıf yapalım burada. Sahada aradığımın başında gelir bu başka oyucular. Onlardan az kaldı bugünün futbolunda , neyse ki Messi hala genç….

Ulus Baker’in dediği gibi, futbol bir yaratıcılık alanı. Bu anlamda sanattan geri kalır bir yanı yok.

Bu noktada Latin Amerika futbol tarzına biraz değinmek gerek: Bugünkü futbolun amaca yönelik oyunsuz konumunda, gole ulaşmak adına gerekliği olmayan, fakat zarafeti ve zevki üreten bir tarz Latin Amerikalı futbolcularınki. Bunun yanında                 Ken Loach’ın İngiltere’de işçi sınıfının elinden futbolun nasıl kaydığını gösteren filminde (Looking for eric) Cantona’nın dediği gibi: bazen her şey güzel bir pasla başlayabilir!...

Latin Amerika’da kuzeydeki kıtadan farklı olarak salon sporları hakim değil. Sokakta, mahalle maçlarında, hemen her yerde futbol bir tutku. Bunu besleyen de estetik futbolları. Futbolun beşiği dedikleri İngiltere’den farklı olarak futbolcular, kas ölçümleri yapılan, ecza dolabına dönüşmüş, daha sekiz yaşında bir ömür oynayacağı mevki ve yapacakları sınırlandırılmış bir oyun kültürüyle yetişmiyorlar.

BAŞKA BİR FUTBOLDAN ESİNTİLER: L.RONALDO VE MESSİ

11 yaşındayken Messi, hormonlarından kaynaklanan hastalığından dolayı yaşıtlarına göre çok yavaş gelişim gösteriyordu. Büyümesine engel olan bu hastalığı özellikle Messi’nin boyu üzerinde etkiliydi. Dezavantaj olarak görülen boyunun uzamamasını Messi, çeviklik olarak avantaja çevirmeyi başardı. Hormonlarıyla ilgili bir sorunu öne çıkardıkları Rosairo doğumlu Messi’den, sakatlık sonrası ilaçlarla eritebilme şansı hemen hemen imkânsız hale gelen Ronaldo’yu örnek verebilirim. Ronaldo’nun ilk yıllarını hatırlayalım. PSV’ ye geldiğinde ve sonra Barcelona. İnter, Real Madrid ve sakatlıklar. Buna rağmen, 2006 Dünya kupasında hızlı değildi, ama küçük bir vücut çalımı bile bambaşkaydı. Belki de onu iyileştirme adı altında bir ecza dolabına dönüştüren sisteme karşı, yok edemedikleriydi Ronaldo’nun futbolu.

Foucault “Her şey politiktir” buyurmuş. Bu genellemeye futbolu katmamak olmazdı, kuruluşundan yayılışına, insanların mantık çerçevesinin bilfiil dışına çıkarak gönül verdikleri futbolu da bu anlamda nereye koyabiliriz?

Özellikle Türkiye’de sahadaki oyunla politika arası ayrım varmış gibi gösteriliyor. Oyunun evrimi, taktiklerin gelişimi, oyuncuların tek tipleşmesine kadar futbol politik bir oyun.

Taraftarın sadece uyku tulumunda uyutulan kalabalık olarak ele almak yetersiz kalıyor. Futbol ideolojik bir mücadele alanı. Türkiye açısından baktığımızda da, futbolla var olan semboller özellikle milliyetçiliğin güçlenmesine yol açıyor. Futboldaki birçok tartışma, medya yoluyla aktarılan bir dil sürekli milliyetçilik sorunsalı içinde kalıyor ve milliyetçiliği yeniden üretiyor. Bu noktada futbolu / taraftarlığı bir kenara atmak yerine tam da içinde mücadele etmek gerekiyor. Foucault’tan devam edersek, tahakkümün olduğu yerde direniş de vardır.

Futbolun ‘oyun’dan ‘iş’e evrimi kapitalizme içkindir ve bugün bunu endüstriyel futbol olarak nitelendiriyoruz. Endüstriyel futbolun, gösteri yapan oyuncuları, onların oynadıkları oyunu bilen -oynama yönüyle değil- izleme ve tüketme yönüyle kitlelerin bir arada bulunması bugünün seyirci/müşterisine karşılık geliyor.

Tarihin gördüğü politik figürlerin arasında yapılacak halı saha turnuvasında baklavayı kim alırdı? Bana kalırsa “Adamını bir kez kaçırmak pozisyon hatasıdır, ancak yüzlerce kez kaçırmak politik bir eylemdir” diyen RAF “Top da geçmez adam da” mantığından ödün vermeyerek alırdı kupayı ama senin bu konudaki fikrini merak ediyorum. Mesela EZLN-RAF maçına skor tahmini alabilir miyim? Marcos mu Baader mi?

Tebessümüm kadar belki en zor soru benim için… Baader’in takımı top da adam da geçirmezdi, orası kesin. Bütün taktiksel hamleler de Meinhof ile Marcos arasında geçerdi. Maç, estetik bir oyuna karşılık gelirdi ama gol olmazdı. Çünkü iki takımda birlikte bir gol atacakları zamanı biliyorlar ve tarihin kırılma anında Marcos’un yanında olacak Meinhof ve Baader…

Tribünlerdeki gerilimin eşiği ne olmalıdır? Geçmişin tatlı ve Hababam Sınıfı tadındaki rekabeti mi doğrudur, yoksa belli bir agresiflik barındırması gerekiyorsa da bunun sınırı neresidir?

Gerilim, heyecan, sevinç, korku… Spinoza’nın deyimiyle bütün duygulanışlar… Futbolun hayata benzediğiyle ilgili çok şey söyleniyor. Benzerlik ilişkisi bir yana futbol hayatın yumaklarıyla örülmüş bir oyun. Tribündeki duygulanışlar da bundan bağımsız şekillenmiyor. Taraftarlığı, çekilmek istenen rakibini ötekileştirerek var olma düzleminden çıkartmamız gerekiyor. Bu açıdan farklı taraftar gruplarının birlikte hareketi en önemli adımı oluşturuyor. St Pauli vari taraftarlara ihtiyacımız olduğu aşikar. Aynı zamanda stadyumlar, hafta sonu enerji boşaltılan bir alan değil, bu enerjinin – agresifliğin – iktidara karşı kanalize edildiği birer direniş mihengi olabilir. TV yoluyla üretilen milliyetçi söylemler örneğin bir Yunanistan maçını gerginleştirebiliyor. Ya da üretilen güvenlik algısı, kriminolojik sınıflamalar yoluyla taraftarın holigan düzlemine çekilmesi ve sonrasında polisin davranışları (özellikle şiddeti!) bugün tribünlerde izlediğimiz agresifliği üretiyor. Bunun karşısına koydukları da İngiltere’de sahadaki robotlaşmış futbolculara uygun olarak robot gibi maç izleyen futbol turistleri modern olarak sunuluyor. Ama taraftarlık bahsettiğim gibi bir aktiflik çabasıdır, harekettir. Bu da içinde her tür duygulanışı barındırıyor. Bu açıdan agresifliği holiganizmle adlandırılmasına izin vermeden, bir aradaki kitleyi iktidara karşı kanalize edebildiğimizde uyku tulumu olarak gördükleri stadyumlar bir anda başlarına yıkılacak…