TANIL BORA / RADİKAL

Adı, özgün söylenişiyle Sokrateş. O son harf Portekizce telaffuzla ş-j kırması bir bal tadıyla akıyor ağızdan. Orta sınıf bir ailede yetişmiş. Babası yoksulluktan gelme, kendi kendini yetiştirmiş bir adam. Kitap kurdu, felsefe tutkunu bir adammış. Socrates’in iki kardeşinin adı da Yunan filozoflarından: Sofokles, Sostenes. Bir kardeşi daha futbolcu oldu: 1990’lardan hatırlayacağınız Rai. Socrates de küçükten itibaren felsefe okumayı sevmiş: ‘İş olsun diye değil, sevgiden ve meraktan’, kendi deyişiyle.
İki idolü oldu: Che Guevara ve John Lennon. Aradaki noktaları birleştirin, adamımızın sureti çıkar ortaya. Profesyonel futbolculuğa başlarken tıp eğitimini de sürdürdü. 1978 Dünya Kupası’na, ‘okulu olduğundan’ katılamadı zaten. ‘Doktor’ sadece futbol ustalığının lakabı değil yani, basbayağı hekim kendisi. Futbolu bıraktıktan sonra bir süre bir yoksul semt hastanesinde çalıştı. Tıp eğitiminin futbol yeteneğini, oyun aklını geliştirdiğini söylemiş bir keresinde. 

Muhalefet etti 
Gördüğü aile terbiyesi ve okuduğu felsefe icabı, askeri diktatörlükle başı hoş değildi tabii. Muhalefetini kendi alanında örgütledi. Futbolcuların reşit insanlar değil yarım akıllı ergenler muamelesi görmesine isyan etti evvela. 20’li yaşlarında, oynadığı Corinthians’ta ‘Corinthians Demokrasi’ hareketini başlattı. Öğle yemeğini kaçta yiyeceklerine beraber karar vermekten başlayıp, maç öncesi kamp düzeninin kaldırılmasına kadar vardırdılar işi. 

Her işini kendisi gördü 
Saha dışındaki demokrasi mücadelesiyle de alakadardı. Konuşmalarında taraftarları askeri diktatörlüğe karşı çıkmaya çağırdı. 1982’de eyalet şampiyonluğunu kazandıklarında takımın sırtında ‘Democracia’ yazan formalar giymesini sağladı. 1984’te bir mitingde, demokratik reform yasası meclisten geçmezse aldığı transfer tekliflerini kabul edeceğini söylemişti. Yasa çıkmayınca Fiorentina’ya gitti. Fiorentina’yı, İtalya’da maçtan önce seks kısıtlamasında en hoşgörülü davranan kulüp yönetimi olduğu için seçmişti. Ama orada da hali tavrı ve politik görüşleriyle ilgili kibar baskılarla karşılaşınca, bir yıl sonra döndü Brezilya’ya. 

Hiç menajeri olmadı, yöneticilerle görüşmelerini kendi yürüttü. Herkesin telefonuna çıkarmış zaten, kasmadan. Botafogo’da başlamıştı, en uzun süre Corinthians’ta oynadı, kupalar kazandı. Flamengo ve Santos’tan da geçti. 1990’da bıraktıktan sonra 2004’te tam ona yakışacak bir garabet: İngiltere 9. Ligi’nde amatör Garforth Town’la antrenör-futbolcu olarak bir aylık sözleşme yaptı, bir maçta 12 dakika oynadı!

‘Ben futbol sanatkârıyım’

Socrates, tipiyle de başlı başına bir mesajdı. Uzun, ince, dik duruş. Uzun dağınık saçlar, çalı sakal. Meşhur fotoğraflarından birinde, alnında beyaz bant. Kara gözlerine hoşnut bir sükûnetin sindiği, biraz da ciddi bir çehre. Ressama benzetebilirdiniz. Futbol ressamı diyenler olmuştu nitekim. Zarafet timsaliydi, serinkanlı bir oyun neşesinin temsilcisiydi. Panoramik saha görüşüyle, pas dağıtımında altın zincirler kurardı. Topuk pası, alamet-i farikası sayılıyor. Topuğuyla, değme futbolcunun ayağının üstüyle yaptığından iyisini yapabiliyordu. Penaltı bile atabildiği söyleniyor. Keşke 1986’daki o penaltıyı topukla atsaymış! Golcü vasfını unutmamalı: 60 milli maçta 22 gol, toplamda 456 resmi maçta 229. 

‘Eski’ Brezilya’nın bir kalıntısı sayılıyordu. Yeteneği ve tekniğiyle oynayan, fiziğe ve kuvvete direnen meşrebin belki son büyük örneği. Antrenmanlardan kaytarırmış. “Sporcu adama yakışır mı?” diyenlere cevabı: “Ben sporcu değilim, futbol sanatkârıyım.” İçkiyi, sigarayı zevk-ü sefayla içenlerden. 13 yaşından beri günde bir paket sigara. Sıkı biracı. (İki saatte on biraymış, rutini.) ‘Atın ölümü arpadan olsun’ makamından çaldığı anlaşılıyor. Yine de birkaç ay önce “Ben bir alkoliğim” itirafında bulunmuştu. Yıpranmış vücudu bir bakteriyel enfeksiyonu atlatamadı. 57 yaşında gitti. Tekrar: Obrigado, Doutor!

‘Unvanın ne ehemmiyeti var’
Alex Bellos’un Brezilya futbol kültürü üzerine ‘Futebol’ adlı kitabında (Çiğdem Özlüer çevirisi, Literatür Yayınları) bir Socrates röportajı vardır. Orada demiş ki: “Brezilya kültürü, bu ırkların karışması, bu dünyayı ve hayatı görme biçimi, herhalde bizim en büyük doğal kaynağımız. Çünkü bu çok neşeli bir kültür ve ayrımcı değil özgürlükçü.”
Socratesli 1982 ve 1986 Brezilya kadroları, işte bu idealin takımlarıydı. Futbolsever nazarında dünyanın en güzel Brezilyalarıdırlar. 1982’de daha 2. turda İtalya’nın hain pususuna kurban gittiler. 1986’da final kıymeti ve karizması taşıyan o nefis çeyrek final maçında Fransa’ya seri penaltılarla elendiler. Socrates, penaltı kaçıranlardan biriydi. Gerilmeden atmıştı, olmadı. 

Bu ağustosta yaptığı yeni bir söyleşiyi okudum. Dünya Kupası kaldıramamış olmasına üzülüp üzülmediğini soran gazeteciye “Unvanların ne ehemmiyeti var” diyor: “Biz oynadığımız oyunla bütün dünyayı heyecana getirmiştik. Sorun bakalım insanlara, 1982 Dünya Kupası’ndan neyi hatırlarlar? Brezilya’yı!”
1990’lardan itibaren Brezilya’nın gururla sahiplendiği oyun kültürünün çöktüğünü düşünüyordu. 1994’te Dünya Kupası’nı kazanan Brezilya’nın oyununu ‘eziyet verici’ bulmuştu. Üç nedene bağlıyordu bu yozlaşmayı. Bir, kentleşme; boş arazi, çayır kalmaması, meşhur plajların bile profesyonel kulüplerce parsellenmesi. İki, oyuna para girince orta sınıf ve beyaz ailelerin nüfuzlarını kullanarak çocuklarını kulüp altyapılarına sokuşturması, yetenekli sokak çocuklarının fırsat bulmakta zorlanması. Üç, iyi futbolcuların tamamen Avrupa kariyerine odaklanması. 

Genelde futbolun çirkinleştiğini düşünüyordu. Koşturmanın artıp oyuncular arasındaki mesafelerin kısalması, yaratıcılığa ket vuruyordu ona göre. Bunun için radikal bir reform tasarısı geliştirmişti: Futbol takımlarının artık dokuz kişi olmasını öneriyordu! Sao Paolo Üniversitesi’nde bu fikri üzerine bir tez çalışması yürütmüştü. Modern yöntemlere de açıktı, kaleyi gözetleyen kameralara, hakem sayısının arttırılmasına eyvallah diyordu. 

Güney Afrika’daki 2010 Dünya Kupası üzerine bir mülakatını okudum. “İspanya bugün güzel oyunun en büyük temsilcisi” diyor: “Top hep hareket halinde, hep bir yerden bir yere gidiyor, arada da müthiş sürprizler yapıyorlar.” Ayrıca hayatında ilk defa bir Alman takımını izlemekten zevk almış. O noktada “Şu geniş alınlı sarışın olanın adı neydi?” diye soruyor gazeteciye. “Hrubesch’i mi kastediyorsunuz?” “Evet, Hrubesch” diyor: “İşte eskiden Alman futbolunun timsali oydu.” Bir gıcıklık daha güzel nasıl anlatılır?