Almanya’ya göç etmeseydim, muhtemelen, kendi geçmişim ve hatıralarımla, Kürtlerin, Ermenilerin, Alevilerin, Musevilerin, Rumların geçmişleri, hatıraları arasındaki ilişkiyi, arasındaki farklılıkları bilince çıkarmam, mümkün olmazdı.



“Bahçıvan-bahçe” örneğinden haberim olmaz, 1915 kırımına yol açan temel etkenin “Ermenilerin ayaklanması” değil, Jön Türklerin “Türk-Müslüman-Sünni” devleti kurma projeleri olduğunu kavramakta güçlük çekerdim (Prof. Dr. Mihran Dabağ).



Türkiye Cumhuriyeti adı verilen “bahçenin”, kuruluşuyla beraber Kürt çiçeklerini kırmaya başlayan “Bahçıvan’ın”, Kürt Hafızasına “Dersim 38” olarak kazınan katliamına “jenosit” demekte tereddüt eder, radikal ve acımasızca sürdürdüğu asimilasyona rağmen, sürekli uç veren ve Türkleşmemekte direnen Kürtleri anlamakta zorluk çekerdim.



Almanya’ya göç ettiğimde, Ermenileri neredeyse tümden yok eden 1915 kırımına dair, yalan içermeyen tek bir kitap okumamıştım daha. Fakat Türk toplumunun, hafızasını yitirdiğini, “hatırlamayı yasakladığını” (Mithat Sancar) kendi tecrübelerimden biliyordum.



İŞKENCE KANUNEN YASAKTIR



Üzerinden daha çok zaman geçmemişti ama, 1980 cuntası döneminde, beşyüz bin insanın tutuklandığı, hemen hepsinin şiddete maruz kaldığı, binlerce insanın öldürüldüğü ve işkence gördüğü göz göre göre inkar ediliyordu. Çünkü, deniyordu, Türkiye işkenceyi yasaklayan uluslararası anlaşmayı imzalamıştır ve işkence kanunen yasaktır!



Ama biz halen hayattaydık ve hatıralarımızı bilinçaltı denilen o gizemli mahzenin en kuytu köşesine saklamış olsak da; kapı sert kapatıldığında mesela, ya da ışıklar söndüğünde, birisine küfür edildiğinde, filmlerde bir kadına tokat atıldığında, hamile bir kadın çocuğunu düşürdüğünde, ağlayan bir çocuk sesi duyduğumuzda, ağzı içki kokan bir adam otobüste yanımıza oturduğunda, hatıralarımızın şamarını yemekten kurtulamıyor, ister koku, ister ses, isterse resimler aracılığıyla olsun, o hatırlamak istemediğimiz görüntüler, bizi her seferinde yaşadığımız ortamdan çekip alıyor ve bizlere çok yabancı ve hepsi de erkek bir topluluğun ortasına çırılçıplak fırlatıyordu. Yaşadıklarımızı unutma yeteneğimizi sonsuza dek kaybettiğimizi bilmezden geliyorduk. Direnmenin tek yolu ise, hatıralarımızla beraber yaşamanın yolunu her seferinde yeniden ve yeniden bulma çabasından başka bir şey değildi.



Göç ettiğim Almanya ile doğduğum yer olan Türkiye yüzyıllardır dosttular. Mareşal Helmut Graf von Moltke, 1835-1819 yıllarında Osmanlı ordusunun modernleşmesini sağlarken, Kürt isyanlarının bastırılmasında da ciddi bir rol oynamıştı.



Birinci Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti, Ermenilere karşı yirminci yüzyılın ilk büyük soykırımını gerçekleştirdiğinde, Almanya yine yanındaydı.



1938’e gelindiğinde, Almanya’da, ırkçı yasalar çoktan uygulanmaya başlanmış, 9/10 Kasım günü, tarihe “Kristal Gece” diye geçen Yahudi pogromuyla, Almanya’da Yahudilere yer olmadığı ilan edilmişti.



O sırada Dersim’de Kürtler kırılıyor, aileleri öldürülen ya da ailelerinden zorla alınan çocuklar, özellikle de kız çocukları yüksek rütbeli asker ailelerine evlatlık veriliyor,”doğuya” Atatürk tarafından “Türk Misyonerleri” gönderiliyordu. 



“YÜZLEŞMEYE” YANAŞMAYAN NEREDEYSE TEK ÜLKE



Her iki ülkenin geçmişi de travmalarla doluydu. Ancak tarihsel suç ortaklığına rağmen, iki ülke arasında temel farklılık da sözkonusuydu. Kendi tarihsel suç ve sorumluluğuyla uğraşmak Almanya’nın, ikinci ve güzel yüzüyken, Türkiye, sorumluluğunu taşıdığı, yeryüzünde bilimsel olarak en iyi incelenmiş, araştırılmış iki soykırımdan biri olan Ermeni Soykırımını  inkara devam ediyor,”yüzleşmeye” yanaşmayan neredeyse tek ülke olarak kalıyordu. 



Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmesi için çaba gösterenlerler de dahil, Türkiye aydınları, “Soykırım” kavramını kullanmaktan kaçınırlar. Oysa soykırım bir olayın korkuçluğundan ziyade olayın karakterini ifade eder ve dolayısıyla, Mao’nun politikaları sonucu ölen 1960’lı yıllarda 20 milyon Çin köylüsün açlıktan ölümü soykırım olarak nitelenmezken, Srebrenica’da yedi bin Bosnalının katli, soykırım olarak nitelenmiştir. Soykırımı inkar edenlerin çok kullandıkları gerekçelerden biri, Ermeni Tehcirinin, Soykırım Sözleşmesi’nin imzalandığı 1948’den önce vuku bulmasıdır.



Bu gerekçenin saçma olduğu ortadadır. Çünkü Holocaust da 1941-45 arasında gerçekleşmiştir ama hiçbir Türk tarihçisinin, hukukçusunun, her şeyden haberdar politikacıların aklına gelmez bu.



Gerçek olan, soykırım terim ve söyleşmesinin Ermeni Soykırımın incelenmesiyle geliştirilmiş olmasıdır.



SOYKIRIM KAVRAMI VE LEMKIN



Soykırım kavramı ilk kez 1944 yılında, Polonyalı Raphael Lemkin (1900-1959) tarafından kullanıldı .

1919 yılında İstanbul’da yapılan, “insanlığa karşı işlenmiş suç” kavramının kullanıldığı Divan-ı Harb Yargılanmaları, Lemkin’in ilgisini daha 20’li yılların ilk yarısında çekmişti.



Divanı Harb Yargılamaları 5 Temmuz 1919'da sonuçlandı.



Yargılanan Sanık Nazırlar, Türkiye'yi Birinci Dünya Savaşı'na sokmak ve Ermeni kırımından suçlu bulundular. Enver, Talat, Cemal Paşa, Dr. Nazım, 45. Maddenin 1. Paragrafına göre gıyaplarında ölüme mahkum edildiler. (Dr. Bahaaddin Şakir de Harput Davası'nda ölüme mahkum edildi.)



Diğer Bakanlar Kurulu üyeleri on beşer yıl küreğe mahkum edildiler. Üçü asıldı: Urfalı Nusret, (Urfa‘da adı bir İlkokula verilmiştir), Kaymakam Kemal (Boğazlıyan’da adına anıt dikilmiştir), Erzincan Jandarma komutanı Hafız Abdullah Avni (Hayran Baba). 



Lemkin hukuk öğrenimine başladığı yıl, Ermeni sürgünün organizatörü, Dahiliye Vekili ve Baş Vezir Talat Paşa15 Mart 1921’de Berlin’de, Soghomon Tehlirian tarafından öldürüldü. Lemkin’in olaya ilişkin yıllar sonraki yorumu şöyledir: “1921’deki Talat Paşa davası çok öğreticiydi. Annesi soykırımda öldürülmüş bir adam (Soghomon Tehlirian) Talat Paşa’yı öldürdüyor. Bakın, bir avukat olarak düşündüm ki, bir suç kurban tarafından değil mahkeme tarafından, ulusal hukuk tarafından cezalandırılmalıdır.”



Ermeni Tehcirinin Soykırım sözleşmesine olan etkisini şu sözleriyle dile getirir Lemkin: “Fırat nehrine atılan ya da Der-Es-Sor yolunda katledilen Ermeni erkekleri, kadınları ve çocuklarının acıları, Soykırım Sözleşmesinin kabülüne giden hazırlık yolu olmuştur” 



Soykırım kavramı 18 Ekim 1945’de Nürnberg Mahkemeleri iddanamesinde kullanılır. Bilinen ilk resmi belge budur ve “1,4 milyon Hıristiyan Ermeninin, Türk Hükümetinin emriyle öldürülmesi yüzyılın ilk büyük jenositi” olarak saptanır. 



Soykırım kavram ve sözleşmesini kendisine borçlu olduğumuz Raphael Lemkin, ağabeyi ve yengesi ve iki yeğeni dışında bütün akrabalarını Holocaust’ta kaybetmiştir. Hayatının son yıllarını yoksulluk içinde geçiren Lemkin üç ciltlik “Soykırım Tarihi”ni basacak bir yayınevi bulamaz . 1959 yılında New York’da yoksulluk içinde ölen Lemkin’in mezar taşında şu satır yazılıdır: “Father of the Genocide Convention”.



ALMAN TECRÜBESİ



İnsanlığa karşı işlenen suçların en büyüğü ve en karmaşığı olan Holacaust’la yüzyüze gelmek Almanlar için de kolay olmamıştı. Nazi savaş suçlularının yargılandığı Nürnberg Mahkemesinde 256 sayfalık kararda, Avrupa Yahudilerinin imhasına sadece üç sayfa yer verilir.

Yani, Almanya’nın kendi tarihiyle yüzleşmesinde Nürnberg Mahkemelerin rolü kısıtlıdır. 1952 yılında, Almanya’nın toplumsal eğitimi ve Nazi geçmişinden kurtulması için, bugün de varlığını sürdüren ve Almanya’nın geçmişiyle yüzleşmesinin en önemli kurumlarından biri olan “Bundeszentrale für politische Bildung” (Siyasi Eğitim Merkezi) kurulur.



30 Nisan 1958 yılında, halen varlığını sürdüren ve her yıl Almanya’nın yıkıma uğrattığı ülkelere “barış gönüllüleri” yollayan, ASF-Aktion Sühnezeichen Friedensdienste adlı organizasyon Berlin’de kurulur.



“Biz Almanlar, -diye başlar kuruluş bildirgesi- İkinci Dünya Savaşında, insanlığın yaşadığı hiçbir acıyla kıyaslanmayacak bir günahın suçluları olduk. Tanrı’ya karşı haramice bir asilikle, milyonlarca Yahudi’yi katlettik. Bu suça iştirak etmeyenler de, suçu engellemek için yeterince çaba içinde olmadılar.”



Bildirgesinin sonunda şöyle bir çağrı yer alır: “Zorbalığımız altında acı çeken halklardan, bizlere, bir avuç barış, bir avuç kefaretin emaresi olsun diye, kendi ellerimizle, kendi kaynaklarımızla, onlar için bir köy, bir okul, bir hastane, bir kilise ya da kamu yararına herhangi bir iş yapabilmemize izin vermelerini rica ederiz… (Hükümetlerden), bu çabalarımızı abartmamalarını, suçlarımızın tazmini olarak algılamamalarını rica ediyoruz. Yapmak istediğimiz sadece hizmetimizi kabul ederek barış ve bağışlanma arzumuza yardımcı olunması ricasıdır.”



ALMANLAR, “UTANMAYI” ÖĞRENİR



1960’lı yıllardan itibaren geçmişle yüzleşme hız kazanır. Nazilere teslim edileceği korkusu yüzünden hayatına son veren Filozof Walter Benjamin’in sadece bugünün ve yarının değil, dünün de değiştirebiliceği tezi doğrulanmaya başlar. Almanlar, “utanmayı” öğrenir.

Ancak, bu şairler ve filozoflar ülkesinin sebep olduğu Auschwitz’in utancı öyle büyük ve öyle yoğundur ki, Willy Brand’ın Varşova Getto Direniş anıtında diz çökmesi kafi gelmez.



Özür dilemelerle, neo nazilere ve aşırı sağcılara karşı geliştirdikleri hassasiyetle yetinmezler. Irkçı kelime ve deyimleri, söylemleri Almanca’nın dışına atmakla yetinmezler. Buchenwald, Dachau, Chelmo, Majdanek, Ravensbürück, Belzek, Sobibor, Trebilanka ve nihayetinde Auschwitz olan toplama ve imha kampları, eski Gestapo sorgu merkezleri anıt evler ve anıtkabirlere, müzelere dönüştürülür. Yolllara binlerce üzerinde örneğin “Behar ailesi otururdu/ 12 Aralık 1942’’de Auschwitz’e sürüldüler/ katledildiler” şeklinde pirinç “sendeleten taşlar” döşenir. Kurbanların ve hayatta kalanların hakarete uğramamaları için her türlü yasal önlem alınır.



Hatırlama ülkesine dönüşen Almanya’da Holacaust’a dair eğitim ve yüzleşme faaliyeti, sadece okullardaki müfredat programıyla sınırlı değildir. Geçmişte Nazilerle işbirliği yapmış büyük firmalardan, spor klüplerine, parlementoya kadar toplumun bütün kurum ve katmanlarına yayılmıştır. Bugün Almanya, Avrupa’da ırkçıların en az oy aldıkları ülkeyse eğer, bunda, geçmişle sürekli yüzleme ve derinleşme tecrübesin önemli bir rolü vardır ve Almanyanın hatırlama tecrübesi geleceğin olumlu hafızasının güvencesidir ve sadece Almanya için değil, evrensel düzeyde de önemlidir.



TÜRK TECRÜBESİ



5 Eylül 1915 tarihinde, Kölnische Zeitung’un muhabiri Tyszka’dan Almanya Dışişleri Bakanlığına, İstanbul’dan, çok gizli bilgiler ibaresiyle şu mesajı geçer: “Ermeni tarafından bana, Ermeni takibatları hakkında aşağıdaki gerçekler anlatılıyor. Bunlar büyük ölçüde kesin ve tamamen doğrudurlar. Diğer taraftan da kendileriyle Ermeni Meselesi üzerine açıkça konuşulabilen çok az Türk var, eğitimli ve dünyayı gezmiş insanlar bile herkesi aynı kefeye koymakta, nakarat gibi aynı şeyleri söylemekte, öfkeyi kışkırtmaktadırlar: “Tüm Ermeniler yok edilmelidir, onlar haindirler!” 



Bu belge Türk tecrübesinin tehdit, nefret ve inkardan ibaret bir tecrübe olarak kaldığını göstermektedir. Tıpkı soykırım günlerinde olduğu gibi, Türkiye’de Türk ve Müslüman olmayan insanlarımıza karşı nefret, İsrailli Pisikoanalitikçi Zvi Rex’in “Almanlar, Yahudileri Auschwitz’ten dolayı asla affetmeyecekler” sözlerini çağrıştırmaktadır. Çünkü Yahudiler, Almanlara sürekli suçlarını hatırlatan canlı kitabelerdi.



Almanlar canlı kitabelere karşı son derece hassas bir tutum benimseyerek, çok önemli adımlar atarak, Auschwitz’e rağmen, Yahudilerle bağ kurmanın kendileri adına işlenen suçun sorumluluğunu telafi etmenin yollarını bulmuşken, bizler halen göçer kamplardan, Der-Es-Sor çöllerinden dolayı Ermenileri hiç affetmiyoruz.



Bu affetmeyiş, inkar ve yalan çamuruyla yoğrulunca, sadece ruhsal değil fiili katiller de üretiyoruz.



Modern tarihimizin en büyük suçuyla hesaplaşılaşılmadığı, suçla araya mesafe konulmadığı için, sadece devlet ve kurumları değil, toplumun kendisi de sürekli cinayetler işleyen ve intihara doğru yol alan bir katile dönüşüyor,



Aynı belge bir başka tonda okunmaya çalışılır, “Ermeni” kelimesi yerine “Kürt” kelimesi konulursa, geçmişin ölü olmadığı, Faulkner’in deyimiyle “geçmiş bile olmadığı”, tarihten değil, bügünden sözettiğimiz, daha çarpıcı bir biçimde ortaya çıkar.

- - - - -