Gazeteci Ümit Kıvanç, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın muhtarlar toplantısını köşesine taşıdı.

Kıvanç, "Erdoğan ve bir kısım AKP ileri geleni ile geleneksel devlet partisi mensuplarından oluşan müttefikleri, önce seçimi mânâsızlaştırdılar, ardından parlamento işlevsizleştirildi. OHAL’le birlikte, denetlenemeyen tek iradenin keyfî yönetimi kural haline geldi" dedi.

Ümit Kıvanç’ın Gazete Duvar’da yayınlanan, "Haydin savaşa, haydin savaşa!" başlıklı yazısı şöyle:

Yoksulların çocuklarını öldürtür, hüküm süreriz, itiraz eden olursa kalabalığa parçalattırırız Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 29 Eylül Perşembe günkü “muhtarlara hitap”ı son şüphe kırıntılarını da sildi: Türkiye bir süre savaşla yönetilecek.

Erdoğan ve bir kısım AKP ileri geleni ile geleneksel devlet partisi mensuplarından oluşan müttefikleri, önce seçimi mânâsızlaştırdılar, ardından parlamento işlevsizleştirildi, devlet yapısı içinde, Erdoğan’da cisimleşen tek iradeye ayak bağı yaratabilecek hiçbir sigorta-sübap düzeneğinin kalmaması sağlandı.

OHAL’le birlikte, denetlenemeyen tek iradenin keyfî yönetimi kural haline geldi. Bu süreç içinde Erdoğan ve iktidar partisi, kendini artık normal yollardan iktidarı terk edemez, seçimle gidip seçimle gelemez hale getirdi.

İçeride Kürtlerle savaş, toplumdan rıza alma ve iktidar sürdürme mekanizması olarak uzun yıllar boyunca iş göremez. AKP tabanı dışına taşan, daha geniş kesimin daha kararlı ve kesintisiz ideolojik-duygusal desteğini garantileyecek, daha büyük ve daha uzun savaş, bu şartlarda pek münasip çare gibi görünüyor.

Suriye’ye giriş, şu anda Türkiye’de her kime iktidar diyeceksek onlar dışında herkes için başka anlam taşıyor olabilir; buradaki iktidar için anlamı belli: hayat, ömür, varkalma. Türk ordusunun hepimize ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) adı altında kakalanan, çoğu Selefî-cihatçı örgütleri destekler rolde Suriye’ye girmesi, ona bu izni veren ABD’nin uzun zamandır istediği şeydi.

“İslâm Devleti” örgütünün halifelik ilân edip hüküm sürdüğü toprakları örgütün elinden almak için bolca askerini ölüme gönderebilecek bir kuvvet, bir kara ordusu aranıyordu, buldular. Bunun, bütünlüklü yapısı, komuta merkezi, disiplini falan olmayan, toplam gücü bu iş için bin kere yetersiz Özgür Suriye “Ordusu” değil, basbayağı Türk Silahlı Kuvvetleri olduğunu, havuz medyası ne derse onu gerçek sananlar dışında dünyadaki herkes biliyor.

Türk askerleri Suriye’de yalnız tankların içinde değil; hava indirme tugayı askerleri ve komandolar şu anda bir “kara gücü” olarak Suriye topraklarında savaşıyorlar.

“Piyade sokmayacağız” lafları falan palavra. Harekât büyürse cepheye sürülmesi gereken asker sayısını uzman kimseler on binlerle ifade ediyor.

Cumhurbaşkanının muhtarlara Lozan’dan söz etmesi, işte, sadece daha büyük harekâta girişileceğini değil, toplumsal seferberlik için nasıl bir anlam dünyası yaratılacağını da gösteren en bariz işaret.

'ÇILGIN TÜRKLER DİYORLAR' 

Cumhurbaşkanı, sadece AKP’lilerle sınırlı olmayan toplum çoğunluğunun nabzını tutmayı, onu hassas yerlerinden yakalamayı çok iyi beceriyor.

“Lozan da neymiş!” dediğinizde millet-i hakime bunu zihninden tamamlar: “Biz çok daha fazlasına layığız!” Erdoğan, üstelik, bir yandan Lozan’a laf ederken, “Yunan adaları” motifini ortaya sürdüğü anda “Ah, Kuvayi Milliye!” diye gözleri yaşaracak başkalarını da arkasına alabileceğini hesaplıyor.

Cumhurbaşkanı, 29 Eylül’deki “muhtarlara hitap”ında şöyle dedi:

“Benim milletim çok kararlı bir millet. Hani o çılgın Türkler diyorlar ya öyle bir millet.” “Çılgın Türkler diyorlar”! Kim diyor? Erdoğan’ı seven, onun sevdiği birileri mi? Aksine. Fakat Cumhurbaşkanı, “çılgın Türkler” gibi bir motifin her türlü engeli aşarak nasıl birleştirici güç haline gelebileceğini pek iyi biliyor.

Karşısındaki muhalefetin genişlemesini bildik bir araca, Kürt düşmanlığına başvurarak nasıl derhal önleyebildiyse, sınırları genişletme ihtimal ve fırsatlarını pekâla erişilebilir hedefler sûretinde ortaya sürer sürmez “Musul-Kerkük” hülyalarının okey masalarının üzerinde dolaşmaya başlayacağını öyle biliyor. Okey yerli-millî spordur; Lozan’cısı da oynar, Vahdettin’cisi de. Savaş da böyle.

Kısa süre önce itibarı ses duvarı aşan jetlerden insanların üzerine fırlatılıp paramparça olmuş orduyu yeniden ayağa kaldırmak, “milletin ordusu” haline getirmek, yani aslında tepedeki tek adama ve mevcut iktidar bileşimine sıkı sıkı bağlamak için de bir “dış harekât”, en kısa zamanda sonuç alınabilecek, en etkili tedavi yolu değil mi? Üstelik “içerideki düşman”a dışarıda da vurma fırsatı var işin içinde!.. “Darbeci ordu” birden “kahraman silahlı kuvvetlerimiz” oluverir. Zaten 15 Temmuz günü hariç “peygamber ocağı”ydı.

VARILACAK YER YIKIMDIR

Savaş kavramı, muharebeler silsilesi anlamı dışında, bir yönetim tarzını da ifade eder. Devlet-toplum ilişkisi savaşa göre düzenlenebilir, siyasî-kültürel-toplumsal hayat buna göre şekillenebilir.

12 Eylül dönemi ve ’90’ları yaşayanlar, zihinlerinde bu iki dönemi bir araya getirip buna dönemimizin birtakım özelliklerini katarak aşağı yukarı nasıl bir ortamın bizi beklediğini hayal etmeye başlayabilirler. Savaş ortamı hayal etmek için Kürtlerden ders de alınabilir.

Ülkeyi savaşa sokup başta kalmak, yeterince geniş ve kararlı desteğiniz varsa, elbette bir zaman için başarılı olabilecek bir siyaset. Ancak bu siyasetin vardığı yer hep derin bir yıkım olmuş. Önlenmezse bizde de öyle olacaktır. Bu yolun sonunda, aynı zamanda, bugüne kadar toplum çoğunluğunu hasta etmiş bazı genetik hastalıklar muhtemelen ebediyen son bulacaktır.

Tahakküm duygusu ile ırkçılığın kirlettiği, iktidardan başka yerde var olamayan, köküne kadar siyasî, istismarcı dindarlık da, akrabası, kankası, yol arkadaşı ırkçılıkla birlikte tarihe karışacaktır.

“Biz bir vakit imparatorluktuk, herkese hükmediyorduk. Yine edelim yine edelim yine edeliiim!” tutturmaları tarihe karışacak, böyle bir şeyin gramına yeltenenler akıl hastanesine konacaktır. Yükünü biz bugünün fanilerinin çekeceği bu arınmaya, çocuklarımızı kurtarmak için razı gelebilirdik. Ama iktidar uğruna ülkeyi çok taraflı bu savaşa sokmanın sonunda yaşanacak felaket, torunlarımızı üzeri kurumuş kanla kaplı yıkıntılardan yeni bir ülke inşa etmek zorunda bırakacaktır.

“DEVLET AKLI” DA İPTAL

Yapılan edilen, ortada yaklaşık 80 milyon nüfuslu bir ülkeyi idare edecek insanlara yakışır sağduyunun, sorumluluk hissinin var olmadığını gösteriyor. Çoğu zaman matah bir şey olmasa da bazen hiç değilse toplumları büyük yıkımlardan koruyabilen “devlet aklı” gibi bir şey artık yok belli ki. İktidar hırsı, varkalma ihtirası, bunun nasıl başarılacağına dair en şeytanî planlar var.

Somutlayayım: Ankara, Suriye’de bir toprak parçasını, uzun süre kamuoyunu oyalayacak, heyecanlandıracak bir “millî mesele” olarak ele geçirmek, bu amaçla daha fazla çatışmaya girmek, oradan gelecek şehitler üzerinden bir seferberlik atmosferi yaratmak ister görünüyor. Bu yolda zaman zaman ABD ile, Rusya ile papaz olunacağı da elbette biliniyor ve göze alınıyor.

Böyle kapışmalar da hem millî seferberlik ruhunu güçlendirecek hem “millet”in kendini daha güçlü hissetmesini sağlayacaktır. Bunlardan görülecek zararı “millet”in önemsememesini sağlamak, kendileri asla zarar görmeyecek olan lider ve ideologların görevidir. Toplum çoğunluğunun halihazırda kapılmış olduğu histeri, şimdilik bunun zor olmayacağını gösteriyor.

Ekonomi bozulur filan gerekçelerle bu tarz çılgınlıklara kalkışılmayacağını ileri sürenler için tek umut, aynı gerekçelerle iktidar partisi içinden birilerinin gidişata itiraz etmesi. Yoksa iktidar koalisyonunun kuvvet ilişkisi dışında herhangi bir etkeni umursadığını sanmıyorum.

Bu ilişki içerisinde de muhalefetin kayda değer ağırlığı yok. “Seçimde kaybederiz” gibi bir kaygı nasılsa çoktan çöpe atıldı. Savaş kararlarını verenler, bundan kendilerinin, yakınlarının, iktidarlarının zarar görmeyeceğini düşünerek böyle davranırlar.

Burada da öyle oluyor.

Özet: Yoksulların çocuklarını öldürtür, hüküm süreriz, itiraz eden olursa kalabalığa parçalattırırız.