Ümit Kıvanç, 1 Mayıs'ta esnafın eylemcileridövmesini ve 'Biz müslümanız onlar terörist' sözlerini yazdı. 

Kıvanç, Radikal'de yer alan yazısında, Erdoğan'ın mitinglerde Kuran'la çıkıp propaganda yapmasınada değinerek şunları söyledi: "O aşağılık davranışı göstermiş insanlar, kendilerince en güçlü gördükleri temel direğine yaslanmaya kalkışmışlar: “Biz Müslüman insanlarız, onlar terörist” demişler. Mitingde Kur'an-ı Kerim sallamanın başka türlüsü yani" 

İşte Ümit Kıvanç'ın 'Aşağılık davranış-aşağılık insan' başlıklı yazısı

Hesaplaşılmamış kitle katliamlarıyla dolu yakın tarih mi herkesi hasta ediyor ve ne kadar aşağılık bir iş yaptıklarını anlamalarını imkânsızlaştırıyor? Yoksa bir şekilde yoğurulup insanî özellikleri öğütülünce, törpülenince insanlar artık iflah olmaz aşağılık yaratıklar haline mi geliyorlar?

Çok sevdiğim bir filmde (“High Fidelity”, Türkçesi: “Sensiz Olmaz” > http://goo.gl/dCH7e4), adam kadından, “Canı sıkılmışsa sıkıntısını sana yüklemez” diye sözediyordu. “Karakter sahibi olmak böyle bir şeydir.” (Mealen aktardım haliyle.)

Bunu duyduğumdan beri, zaman zaman, karakter sahibi olma, karakterli olma nasıl tarif edilir diye düşünürüm. “Karakter”e belli ki kafadan olumlu anlam vermişiz. İyi karakter – kötü karakter de var, ama biz “sade” olanını da iyi kabul etmişiz: “karakterli” diyoruz, yetiyor.

Karakter, bir insanı başka insanlar için sağlam bir dayanak, tutamak, hattâ bir pusula haline getirebileceği gibi, benmerkezcilik ve yanılmazlıkla örülüp, başlıbaşına varoluşun anlamı ve yegâne tatmin kaynağı haline gelebilir, etrafını yakıp yıkan, korkunç bir güce de dönüşebilir. Bunun muhteşem bir örneği de doğrudan doğruya “Karakter” adı konmuş Hollanda filminde (> http://goo.gl/VfvxV1) çizilmişti. Öyle bir karakter vardı ki karşınızda, sinemada seyirciye makineli tüfek dağıtılmasını ve o herifi tez elden topluca delik deşik etmeyi dayanılmaz bir şekilde arzuluyordunuz.

Daha çok tek tek bireyler hakkında düşünürken gündeme gelmesi beklenen karakter meselesi, niyeyse, benim aklıma daha çok kalabalıklar, gruplar, kitleler üzerine akıllar fikirler yürütürken, en çok da, kalabalık halinde yapılan kötülükleri anlamaya çalışırken düşer. İnsanların nasıl olup da linç kalabalığına katıldıklarını anlayamam kolay kolay. O an için, yanındakilere uyup, gaza gelip bir halttır etmelerini gözönüne getirmek zor değil. Yine de bizzat kendi gözlerinin önünden gitmeyecek korkunç sahneleri görüş alanlarından çıkarmayı nasıl becerirler? Bunlardan zevk almayı mı öğrenirler? Akşam gidip yataklarına yattıklarında kendilerini nasıl hissederler, nasıl bir pişmanlık duyarlar? Duyarlar mı, yoksa altından kalkamayacakları suçluluk duygusu tersine dönüp onları daha da mı pişkinleştirir, şirretleştirir? (Muhayyel sorulardan çok cemiyet tasviri gibi oldu ya, neyse...)

İşte efendim, karşılarındakini, kurbanlarını insan olarak görmüyorlar da şu da bu da... Bunların hiçbiri o kalabalığa karışıp bilerek kötülük yapan tekil bireyin iç dünyasını anlamamı sağlayamıyor.
Hepimize yine eski usûl, aynı şekilde zehir ettikleri 1 Mayıs'ta yaşanan bazı özel durumlar, memleketin pek çok yerinde faşistlerin rüşt ispat aracı haline getirilen HDP'ye saldırılarla birleşip, beni bir defa daha, deminden beri açıkça ortaya koymaya fırsat bulamadığım o soruya götürdü:

İnsanlar nasıl bu kadar aşağılık olabiliyorlar?
“Aşağılık” uygun sıfat mı emin değilim. Belki daha iyisi bulunur. Tartışmayayım, “aşağılık”, şu anda münasip görünüyor.
Zaten binlerce polisin insanlara nefes aldırmamak üzere bariyerleriyle, tomalarıyla, gaz tüfekleriyle, coplarıyla vaziyet ettiği, tekme tokadından hakaretine, yerde sürüklemekten ters kelepçesine bin türlü zulmün yapılacağının aşikâr olduğu bir günden sözediyoruz. Bütün bunları göze almış, gösterici kitleye katılmak üzere biryerlere ulaşmaya çalışan iki insana, zaten birazdan polisçe itilip kakılacak, kimbilir başlarına neler gelecek iki insana, esnaf olduğu söylenen birkaç kişi, ellerinde demir sopalarla saldırıyor.
Soru elbette şu: Bunu niye yapıyorlar?

Dükkânlarının önüne öfkeli göstericiler toplanmış, polisle çatışıyorlardı, camları malları mülkleri tehdit altındaydı, mazallah, göstericilerden birine bir şey dediler, o da dönüp küfretti, bunlar da öfkelerini zaptemediler... falan mı? Sonradan uydurmuşlar böyle şeyler. Fakat hepimiz biliyoruz ki, olan bitenin uzaktan yakından böyle vaziyetlerle alâkası yok. İki insan var, hiçbir şekilde üstlerine vazife değilken demirlerle ona saldıran birileri var.

Yine sorarım: Bunu niye yapıyorlar?

Peki, daha basit yerinden girişelim.
Nasıl yapabildiklerini biliyoruz. Bu ülkenin en tepesindeki insandan başlayarak, iktidar mensupları ve propagandacıları, sürekli olarak kendilerini destekleyen kalabalıkları, esnafı, “düşmana” saldırsınlar diye kışkırtıyorlar. Polis, her türlü toplumsal muhalefeti düşman, ona karşı harekete geçen her türlü saldırganı müttefiki, doğal yardımcısı görüyor. HDP binalarına saldıranları gördüğü gibi.
Nitekim, bu tür saldırganlar, eylemlerinden sonra, polisle sarmaş dolaş, gülüşerek olay yerinden ayrılırlar.

Bu sıcacık münasebet olmayabilirdi de. Belirleyici olan şu: Saldırdıkların Kürt’se, solcuysa, işçiyse, Alevi’yse, yeni dönem için: “Gezici” ise, başına bir şey gelmeyeceğini, polisten, devletten (buna savcısı falan da dahil) yardım-destek göreceğini, korunup kollanacağını biliyorsun.

Bu, aslında onyıllardır değişmeyen Türkiye Cumhuriyeti kuralı, orası da ayrı mevzu. Ama işin devletle ilişkili kısmı değil, burada sorun etmeye çabaladığım. Sırt sıvazlayan polis-asker, elbette aşağılık davranışı kolaylaştıran, hattâ çoğu zaman mümkün kılan bir etken. Lâkin şu esas soru hâlâ cevapsız: Bunu niye yapıyorlar? Üç kişi, eline demirleri alıp bir adama vururken nasıl bir tatmin, nasıl bir haz, nasıl bir zevk... nasıl bir ne elde ediyorlar? Gidip bir HDP bayrağını ele geçirip, neresinden nasıl tutuşturalım diye kafa kafaya vermiş on kişi, çevrelerini sarmış elli kişi... Alt tarafı başkasına ait bir şeyi çalmışsın, kalabalık olduğun, devlet de seni koruduğu için engel olamamış insanlar, çalabilmişsin, yiyeceğin herze büyük incelik gerektirirmiş gibi inceliyorsun. “Ne yapıyorum!” diyen, utanan sıkılan çıkmaz mı aralarından?

Eğer birileri bunu sürekli yapıyorsa veya bunun sürekli ve yaygın şekilde yapılabildiği bir yerde yaşıyorsak, “aşağılık davranış” değil “aşağılık insan”ların varolduğuna mı hükmedeceğiz? Bu adamlar evde çocuklarını severken herkesten farklı, sapık veya aşağılık mıdır? Muhtemelen hayır. Yine de Özgecan olayını unutmamalıyız.

Tekrar tarif etmek istiyorum: “Delikanlılık” diye bir efsanenin bu kadar revaçta olduğu bir ülkede, başına iş gelmeyeceğini, korunacağını kollanacağını bilerek, buna güvenerek, senden sonra da devletin tepesine bineceğinden emin olduğun, yani sana göre güçsüz ve avantajsız birine saldırmak, düpedüz “aşağılık” davranışın tarifi değil midir? Baştaki karakter tarifi gibi, bunu da karaktersizlik tarifi diye sunsak kabul görmez mi?

Hesaplaşılmamış kitle katliamlarıyla dolu yakın tarih mi herkesi hasta ediyor ve ne kadar aşağılık bir iş yaptıklarını anlamalarını imkânsızlaştırıyor? Yoksa bir şekilde yoğurulup insanî özellikleri öğütülünce, törpülenince insanlar artık iflah olmaz aşağılık yaratıklar haline mi geliyorlar?

Doğrusu buna inanmak hem kolay değil hem de hiç istemem bu ihtimalin daha güçlü olmasını. Ancak aşağılık davranışların yaygınlığı, belki de ekonomiden, özgürlüklerden, dış politikadan önce başka meselelerle uğraşmamız gerektiğini gösteriyordur.
Halbuki tam tersine, mevcut cumhurbaşkanının mutlak iktidar sürdürme uğruna oynadığı en tehlikeli oyun da bu sahada.
Linç fırsatı bulduğunda ağzından salyalar akıtarak günah işlemeye koşan bu esnaf cinsinin pespaye örnekleri, gazetecilere kendilerini savunmuş ve, artık şaşılaşacak şey mi, hayret ötesi mi, pişkinliğin, terbiyesizliğin alabileceği en üst biçim mi, bilemiyorum, mağdur edildiklerini söylemişler! Bu millî hasleti de geçiyorum, konuyu dağıtmamak için. Şuna geleyim: O aşağılık davranışı göstermiş insanlar, kendilerince en güçlü gördükleri temel direğine yaslanmaya kalkışmışlar: “Biz Müslüman insanlarız, onlar terörist” demişler.
Mitingde Kur'an-ı Kerim sallamanın başka türlüsü yani