Sırrı Süreyya Önder, Öcalan'ın geçtiğimiz yılki Newroz deklarasyonunu ve geçen bir yılı ANF için yazdı.

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eşbaşkan Yardımcısı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan eşbaşkan adayı Sırrı Süreyya Önder’in yazısı şöyle:

BİR YILA NELER SIĞAR: BARIŞ, İSYAN VE NİCELERİ

Ortadoğu ve Arap Dünyası kendisi için en sık yapılan benzetmenin hakkını veriyor. Bir yandan Rojava’da yaşanan halk devrimi, öte yandan Mısır’da yaşanan siyasal kaos hali dünyanın artık eskisi gibi olmayacağının sinyallerini veriyor. Totaliterlik, hegemonyasını kalıcı kılmak istediği tüm alanlarda karşısında direnişi ve halkları buluyor.

Türkiye’ye ve Türkiye’deki siyasete döndüğümüzde ise bu son bir yılın muhasebesi sanıyorum ki 91 yıllık cumhuriyet muhasebesinin tamamına benziyor. Kapitalist ve totaliter iktidar tipi tüm karanlık yüzünü ortaya seriyor. Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz’unda yaptığı konuşmanın etkilerinin üstüne konuşulanlar daha bitmeden, Türkiye’nin en büyük ve en kozmopolit kenti olan İstanbul’un kalbinde, Taksim’de bir isyan patlak verdi.

Her iki politik miladın birbiriyle aynı dönemde gerçekleşmesinin birbirine reaksiyon olarak ortaya çıktığına dair zorlama bir tespitle süslemeyeceğim. Ancak hem barış için yapılan hamlede hem Gezi’deki kent isyanının ateşini harlamada Kürtler’in tarihsel rolü üzerine konuşmadan geçmek her anlamıyla yanlış olacaktır. Zira yaratılmak istenen tablonun tam tersi bir durum söz konusu. Çünkü Kürtler isyanın bir parçası olmasının yanı sıra Ortadoğu’daki isyan pratiğinin ideolojik anlamda ve militanlık pratiği anlamında asıl taşıyıcıları konumundalar.  Bu da son bir yıl içerisinde Kürt siyasetini değerlendirme konusunda bizi bazı belirgin başlıklar açmak zorunda bırakıyor.

Bu başlıkları, Gezi Direnişi, Rojava ve Demokratik Özerklik olarak ayırmak mümkün. Bu bağlamda bu konular arasında en popüler olan ve HDP/BDP’ye üzerinden en çok eleştiri getirileninden, yani Gezi Direnişi’nden başlamakta fayda görüyorum.

GEZİ VE KÜRTLER

Gezi Direnişi Türkiyeliler’in kafasında Kürtler ve tecrübe ettikleri devlet şiddetine ilişkin oluşmuş tabloda büyük bir çatlak meydana getirdi. Bu çatlak her ne kadar 17 Aralık sonrası devlete ve tüm kurumlarına olan güvensizliğin ayyuka çıkması ile birlikte düşünülebilecek olsa da, sistem partilerinin ortak düşmanı olan Kürtler’in medya ve siyaset tecrübelerini tüm Türkiyelilere anlatmak bakımından ayrıca bir önem taşıyordu.

Gezi sonrası Kürtler’in medya ve devletle sınavına dair yapılan yorumların başında, başta Türkiye basınının mimlenmiş kalemleri olmak üzere, Kürt halkının acılarına dair yabancılaşmanın işte ‘bu medyanın’ eseri olduğu ve insanların bilinçli bir şekilde bunca ‘kötülüğü’ görmezden geldiği vardı.  Aslına bakılırsa medyanın politik bir aparat olarak fonksiyonuna dair bir tartışma geliştirmek bambaşka bir konu; ancak meseleyi Türkiye’deki iktidar-medya ilişkilerinin sırtına yüklemek de medyanın yalnızca bir parçası olduğunu düşündüğüm ‘toplumsal terbiye sisteminin’ (kötü ve işkenceci anlamda terbiyeden bahsediyorum) yani Milli Eğitim Sistemi’nin ve dahi kültürden ekonomiye hegemonyayı arz eden her şeyin gizli bir şekilde temize çıkarılması olduğunu görmek çok kolay.

Öyle ya, gazete ve televizyonlar üstünden kurulan ve onların halkların kardeşlik duygularına vurduğu darbeyi her geçen gün daha da görünür kılan yorumlar sanki Türkiye’deki üstyapısal ve altyapısal bütün problemler aşılmış da birkaç medya patron ve onların dişleri arasından kan sızan muhabirleri meselenin tüm sorumlusuymuş gibi davranarak, Trabzon’daki mahkum yakınlarına, Manisa’da Kürtler’e uygulanan linçlerin tarihini görmezden gelmek, işçi sınıfının Kürtleştiği dönemi yok saymak, her yıl yüzlerce insanın hayatını yitirdiği iş ve yine her yıl yüzlerce hatta binlerce kadının ya da erkeğin hayatını yitirdiği ahlak bahaneli cinayetlerin tamamını medyaya yıkmak, toplumsallaşan erkin reddini yapmadan bir günah keçisini kurban etmek eminim herkes için çok kolaydır. Oysa mesele göründüğü kadar basit değil.

Yıldırım Türker vaktiyle Türkiye’nin çok ciddi bir ‘insanlık’ problemi olduğunu yazarken, oklarımızı çevirdiğimiz kurumlara karşı her birimizin bir ‘direnme’ kabiliyeti olduğunun altını çiziyordu. Gezi’den sonra değişen ‘medya algısına’ bu kadar derin bir misyon yüklemek olsa olsa Gezi Direnişi döneminde sokağa çıkmamakla ve dahi Gezi’deki farklılaşan söylemlerin hala ve hala geniş ve demokratik bir tartışma ortamına ihtiyaç duyduğunu bilmemekle ilgiliydi. Zira gördük ki Gezi’nin hemen ardından öldürülen Medeni Yıldırım başta olmak üzere Kürtler’e yönelik bilindik ezberler servis edilmeye başlanıldı.  Ancak Berkin Elvan’ın ölümüyle de hepimiz görmüş olduk ki etnik köken yahut mezhep farklılıkları, sosyal medyadaki anma resimlerinde eksik kalan tek bir isimde bile insanların gösterdiği tepkiyle birlikte toplumsal bir uzlaşmanın içinde eriyip gitti. Bu erime, hem etnik/kültürel/mezhepsel farklılıkların tanınması, hem de birlikte mücadele etme bilincinin kazanılması anlamına geliyordu. Gladyo her ne kadar operasyonel biçimde her yerde karşımıza çıkıp barışımızı sabote etmeye kalkışsa da bu bilincin ayakta duracağına eminim.

Burada bahsettiğim bilinci sürekli kılmanın yegane yolu ise Halkların Demokratik Partisi gibi ortaklaşma projelerini sürekli kılmaktır. Halkların Demokratik Partisi’nin kuruluş amacını ‘Türkiye partisi olmak’ gibi bir kalıpla açıklamak yerine, ‘tüm toplumsal mücadelelerin ortaklaştığı bir platform olmak’ olarak tanımlamak, işte tam da bu noktada coğrafya gözetmeyen, Rojava’dan Syntagma’ya hem buralı olan hem de buraları çok aşan bir siyaset üretmek bakımından gerekliliğini kanıtlamıştır.

Gezi’nin bize kanıtladığı şeylerin başında, ayrışmış mücadeleler yerine iletişimsel birlik içerisindeki mücadelelerin bir araya geldiklerinde çok daha büyük kazanımlar ve moral değerler elde edebildiği gerçeği vardır.  Bu yüzden Gezi ve Kürt algısı başlığını her açtığımız noktada Kürtler’in de mevcut toplumsal siyaset algılarını geniş alanlara aktarabilmeleri ve Kürt Hareketi’ne yüklenmek istenen bunca yaftadan kurtulmak için bir fırsat bulmanın vakti olduğunu vurgulamakta fayda var. Gezi’den şapkadan tavşan çıkartmasını beklemek yerine o şapkayı önümüze koyup kendimizi gözden geçirmek bize tarihin verdiği bir ders olmuştur. Ve şimdi o şapkadan kendin yap/kendin yönet anlayışı çıkmış, Gezi yıllardır Kürt siyasetinin verdiği mesajı İstanbul’un kalbinde doğrulamıştır.

Tam da bu nedenle Kendimizi de Kentimizi de Biz Yöneteceğiz sloganı etrafında toplanan siyasal aklın Kürtler’in bu ülkede totaliterliğin karşısında verilen sınavda ‘ne acılar çektiği’ meselesinden çok bu totaliter sistemi nasıl yıkacağı konusunda ortaya konmuş bir akıl olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kürtler, tarihsel anlamda yaşadıklarından çıkardıkları dersle, toplumların özneleşebilmesini sağlayacak, kenti ve özyönetimi bir mücadele alanına çeviren bir akıl ortaya koyuyorlar. Bu, HDP, BDP, DTK yahut KCK fark etmeksizin, bu büyük mirasın tüm taşıyıcıları açısından radikal demokrasi tartışmalarının ve bunu Türkiye’de ilk açanın Kürt siyaseti olmasının neden şaşırtıcı olmadığının da kanıtı olarak ortaya çıkıyor. Kürtler tıpkı barış ve kadın konularında olduğu gibi, Türkiye toplumunun siyasal akıl olarak onlarca yıl önünden gitmeye devam ediyorlar.

RADİKAL DEMOKRASİ VE ROJAVA

Rojava’da yaratılan siyasi irade ile ilgili konuşmakta büyük fayda var. Birçok insan Rojava’yı bir ‘Kürt isyanı’ olarak değerlendiriyor. Oysa Rojava’daki kolektif çok kültürcülük ve demokrasi tecrübesi, evrensel bir değer atfedilmesi şart olan bir tecrübe. Ortadoğu halkları için açıkça bir pusula niteliği taşıyor.

Ayrıca Gezi ile Rojava karşılaştırması olmasa da benzerlikler açısından bir ortaklaşmanın mümkün olduğunu söylemek kolay. Zira, çokluk tipi toplulukların birarada yaşama pratiğinin en doğru gerçekleşme biçimi olarak temsiliyetin reddi ve demokratik yönetime doğrudan katılım birçok anlamda Rojava’da kendini gösteriyor. 30 Mart sonrası Türkiye’de de bu tür özyönetim pratiklerinin hayata geçtiğini tecrübe edecek ve neden Kürt hareketinin yıllardır demokratik özerklikte direttiği konusunda azılı Kürt hareketi düşmanından radikal demokrasi konusunda çalışan akademisyene dek herkesin etkileneceği bir durum ortaya çıkacak.

ROJAVA, AMED VE İSTANBUL: DEMOKRATİK ÖZERKLİĞE YEREL YÜRÜYÜŞ

Bugün devrimci bir fay hattının üstünde duruyoruz. Rojava’dan Amed’e oradan İstanbul’a kadar uzanan bu devrimci fay hattının birçok açıdan derslerle dolu bir yol da olduğu ortada. Bu hattın 1923 sonrası dönemdeki öncü sarsıntılara rağmen toplumsal bir barış ve kalkışma için yeterince kabarmamış olmasının ve bugün bu derecede politik bir faaliyet alanın dönüşmesinin tek açıklaması üstündeki siyasi aktörlerin nihayet bu dönemde gelmiş geçmiş en büyük politik olgunluğa erişmesidir. Türkiye solu üstündeki ölü toprağını, Kürt özgürlük mücadelesiyle ortaklaştığı zeminde üstünden atarken, apolitik olması tasarlanan kuşakların bir kent isyanıyla özgürleşmeleri, beklenmedik bir devrimci dalgayı uyandırdı.

Geçmişte önyargılar yüzünden gerçekleşmesi imkansız gibi görünen birçok ittifak, bugün tek bir barikatta buluşmuş durumda. Bunu Okmeydanı’nda birlikte mücadele edenlerin siyasal farklılıklarında da, Irak’ta bir duvarda Berkin Elvan için yapılan yazılamada da görmemiz mümkün. Üstelik içerisinde olduğumuz bu dalga, sadece bahsettiğim fay hattıyla sınırlı değil; Syntagma’dan Wall Street’e dek büyüyen bu hat tüm dünya insanları için eski ve yeni totaliterliğe alternatif üçüncü bir yol öneriyor. Halkların Demokratik Partisi ve Barış ve Demokrasi Partisi’nin programlarıyla da belirlenmiş bu üçüncü yol, aslında insan doğasına en uygun olan, ekolojik mantıkça her geçen gün doğrulanan ve aslında insanlığın gerçek bir geleceği olması açısından tek yoldur.  Bu yol toplumsal barışı da düzeni de aşağıdan inşa etmenin yoludur.

Bugün barış hükümet değil, halklar istediği için bu toplumun ve bu coğrafyanın asıl gündemi konumundadır. Siyasal iktidar adı ne olursa olsun, logosunda ne görünüyorsa görünsün, kadroları her kim olursa olsun, karşısında toplumsal bir hafızayı, toplumsal bir aklı görmek zorundadır. Bugün Gezi, Roboski ya da Rojava olmamış gibi yaşamak en sağdaki parti için bile mümkün değildir.

Devletin ‘eski karanlık aktörlerini’ sahaya sürmesi dahil Öcalan’ın sunduğu barış ve Rojava ile Gezi’nin sunduğu özgürlük iradelerinin önünde engel olacak hiçbir şey yoktur. Roboski’deki katliamın hesabı verilmeden 90’lardan kalma vampirlerin sokaklara salınması toplumsal iradeyle dalga geçmek dışında bir anlam taşımamaktadır. Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Çerkesler ve sosyalistlerin katilleriyle tanışıklığı mücadeleleriyle yaşıttır.

Bu yılın en basit özeti devletin eski reflekslerinden bir adım dahi uzaklaşmadığı, aksine o eski reflekslere tutunarak kendi içerisindeki hegemonik yapılar tepişirken ezilenlerin bir kez daha ezildiği bir yılı geride bıraktığımızı söyleyerek yapılabilir.  Biz toplumsal kutuplaşmanın değil toplumun farklılıklarının eşit bir ortaklaşmasının siyasetini yapmakla yükümlüyüz. Komşunun komşuyu, Türk’ün Kürt’ü, Müslüman’ın Hıristiyan’ı boğduğu bir dünyayı hayal edenlere dünyayı dar edemezsek, bundan bir yıl önce Sayın Öcalan’ın yaptığı açıklamayla başlayan yeni dönemi iyi okumalıyız. O mesajı iyi okuyamayanların yegane güzergahı tarihin çöp tenekesidir.