Bugün Sivas Katliamı tüm egemenlere, iktidara ortak olan herkese sorulacak olan bir sorudur. Bu sorunun cevabını ne ateş saklayabilir ne de küller örtebilir. Mühim olan bugünden sonra o katliama ve bu ülkenin tarihindeki tüm katliamlara verilecek cevabın ne kadar parçası olabileceğimizdir.

Sırrı Süreyya Önder / zete.com

Türkiye’de her gün hatırlayacak yeni bir şeyimiz oluyor. Bir sabah uyandığınızda Roboski’de yaşanmış katliamı, bir ikindi vaktinde Hrant Dink’i kaybettiğimizi öğrenmiş oluyorsunuz. Zaman, bir yasaklanıp bir serbest bırakılan sosyal ağların tünelleri içerisinde akıp gidiyor. Herkesin bir hikayesi var ve o hikaye bir yerden gelip bir başkasının boğazında düğümleniyor. Bir ülkenin kara gün anmaları, bayram-seyran günlerinden fazlaysa bir tuhaflık var demektir. Kendi saatli maarif takvimimiz yaslar bülteni gibi artık. Ama bazıları var ki, bizim içimizde yer etmiş gündeme kör ve sağırlar.

Artık insanlar, istedikleri gündemle yaşıyorlar. Gazeteler bile web sitelerinde insanların istedikleri konulardaki haberleri görebileceği şekilde dizayn ediliyor. Örneğin bu sabah uyandıklarında birçok insan tarihin 2 Temmuz 2014 olduğunu ekranının bir köşesinde görecek; ama bu çoğu için bir şey ifade etmeyecek. Çünkü bazıları 2 Temmuz 1993’te henüz doğmamış gençler olacak, bazıları da 1993’te bile 2 Temmuz’un kalbimizde yaktığı ateşi hissetmemiş, içimize göz yaşı düşüren bir şiirle, bir türküyle hukuku olmamış olanlar. Bazıları yemek tariflerini görmek isteyecek önlerine açılan dünyada bazıları spor haberlerini. Bir çoğu da siyasetle ilgilendiğinde bunaldığını söyleyerek gazetelerle ilişkisini çoktan kesmiş olacak.

Oysa bu ülke bir insan olsaydı ve yazsaydı dünden bugüne ne yaptığını not defterine mesela. Okusaydık biz de 2 Temmuz 93 ve sonrasında ne yaptığını ne yapmadığını. Belki o zaman bu ülkenin geçmişinden geleceğine doğru bir bağ kurmak, hep ikmale kalınmış vicdan sınavını veremesek de bu kez soruları anlamak mümkün olabilecekti. Acıdır ki insanların, bu ülkenin yakın ve uzak geçmişinde yaşatılan vahşetleri öğrenmeyi dahi reddettiği, herkesin çok konuştuğu ama bir çoğunun başkalarının acısına lâl olduğu bir çağdayız. Bu öğrenilmiş-öğretilmiş sükut ortamına rağmen artık susmayanlar çoğalmakta.

Yıllardır Sivas’ın acısını içinde hissedenler, bazen bir ödülde, bazen bir kitapta, çokça türkülerde yaşatmaya çalışanlar, her zamanki gibi, dört bir yanından şiir ve türkü ağlayan bu ülkenin onları anlayacağı ve hatırlayacağı umuduyla bugün de söyleyecekler sözlerini.

Oysa tarih bir müsamere değildir ve hepimiz kendimizden başka bir şeyi temsil edememekle lanetliyiz. Sivas’ta yitirdiklerimizi neyin, nasıl temsil edebileceği sorusunu kendime ne zaman sorsam, bu kocaman ülkede ezilenlerin, acı çekenlerin ortak bir paydada buluşmak için bile uzun ve çözümsüz münakaşalar etrafında harcadıkları ömürleri geliyor aklıma. Oysa Sivas’ın da Roboski’nin de bize söylediği bir şey var: Birleşin! Çünkü gün geliyor Sivas’ta yitirilen her can için Amed’de birer fidan dikiliyor. Gün geliyor, İstanbul’un orta yerinde Berkin diye bir çocuk vurulduğunda Tonya’lı bir annenin gözünden yaş süzülüyor.

Günler gelemeye dursun artık hepimiz bir şeyleri sezmeye başladık. Bu ülkenin ezilenler mücadelesi tarihinin yolculuğuna çıkılacaksa, Fatsa’dan Amed’e, Amed’den Fatsa’ya giden bir yol varsa örneğin, Sivas’a uğramadan gidilmemeli o yoldan. Tam da bu yüzden 2 Temmuz’u bu ülkenin kanlı hatıra defterinin bir parçası olma halinden çıkarmak için Amed’deki fidanlara, Berkin’in cenazesindeki kalabalığa, Ali İsmail ve Medeni’nin adını aynı heyecanla ananlara bir arada bakmak gerekiyor.

Bu tarihe dünden bugüne, neden sonuç ilişkisiyle bakanlar neden Rojava ile Gezi arasında bir bağ olduğunu, neden Okmeydanı’ndan Madımak’a oradan da Dersim’e giden o uzun yollarda bir ülkenin iktidarca yerin binlerce kat altına gömüldüğü varsayılan sırları olduğunu görürler.

Sivas Katliamı tam da böyle bir uyanışın dindirilmesi çabasıdır çünkü. Aleviliğin bu topraklarda folklör olmakla sınırlanmasını ve yavaş yavaş yok olmasını isteyenlerle, Aleviliğin bu topraklarda kalıcı bir barışı tesis etmekteki, huzuru ve özgürlüğü tesis etmekteki rolünü önemseyenler arasındaki adı konulmamış savaşın uç anlarından biridir. Oysa bir taraf, eline silah almamış, ağzına kötü söz yakıştıramamıştır. Yok etmek isteyenlerle, yok olmak istemeyenler arasında bir savaştır Sivas. Tarihe bu kadar dramatik yansımasının sebebi de budur. Oysa bugün, itirazlar çağının ortasında, Sivas’ta yitirilenlerin sözleriyle, öğütleriyle, müzikleriyle büyümüş bir nesil, bir isyanlar coğrafyasında özne oluyor ve ses çıkarmasını öğreniyor.

Sivas’ın üstünden geçen yıllar gidenlere, gidenlerle beraber hayatında bir iz kalanlara, mücadele etmeden bir gelecek kurulamayacağını öğretiyor. Aleviler, aydınlar ve bu katliamın acısına bir yerinden ortak olmuş herkes, birarada olmanın da birarada ölmenin de erdemini anladığından, giderek daha çok biraradalığa sığınıyor.

Madımak’ı yakan ateşi harlayan en çok da korkaklığımızdı. Bugün tek bir tanemizin kılına zarar gelse milyon olup sokağa döküleceğimizi biliyorlar. Ama biliyoruz ki fazlasına ihtiyacımız var. Cemevi bahçesinde vurulmamak için, ekmek almaya giden çocuklarımızın acı haberini almamak için örgütlenmeli ve biraradalığımızı büyütmeliyiz. Sivas, bu bütünleşmenin köklerinden biridir işte. Sürekli ‘yeni’ olduğu söylenen bu Türkiye’de “eski olan nedir?” sorusunu soranların, soru sormaya başladığı yerdir.

Bugün Sivas Katliamı tüm egemenlere, iktidara ortak olan herkese sorulacak olan bir sorudur. Bu sorunun cevabını ne ateş saklayabilir ne de küller örtebilir. Mühim olan bugünden sonra o katliama ve bu ülkenin tarihindeki tüm katliamlara verilecek cevabın ne kadar parçası olabileceğimizdir. Tarih bizi en çok da bununla sınayacaktır.